Katalan bağımsızlık yanlılarına yöneltilen ayaklanma suçlamaları İspanyol demokrasisi için utanç verici bir anı gösteriyor. Franko rejimi uzun süre önce gitti ama yarattığı devlet aygıtı tam olarak parçalanmadı.
Ocak ayında, Küçük bir Katalan kasabası olan Verges’in solcu belediye başkanı Ignasi Sabater, bir şafak baskınıyla tutuklandı. Aynı polis operasyonunda, bir başka belediye başkanı, La Directa dergisinden bir gazeteci ve on üç diğer eylemci, siyasi tutukluların serbest bırakılmasını talep etmek için barışçıl bir gösteri düzenledikleri gerekçesiyle toplanıp tutuklandılar. Sabater mahkemeye çıkarıldı ve “nefret suçu” ve “İspanyol ulusu ve Guardia Civil (İspanya’da, hem sivil hem askerî polislik hizmetlerini yerine getiren ve kamu güvenliğini sağlayan askerî bir kolluk teşkilatı) birliklerine” karşı “ayrımcılıkla” suçlandı. Benzer suçlamalar siyasetçiler, öğretmenler ve itfaiyecilere karşı da yapıldı. Polis şiddetini kınamaya –veya açıkça hakkında konuşmaya- cesaret eden çok sayıda sıradan insan, yargı önüne çıkarıldı ve İspanyol devletine karşı “nefret suçu” işlediği gerekçesiyle hapis cezasıyla karşı karşıya. Yirmi birinci yüz yıl Avrupası’nda şoke edici bir gelişme.
On sekiz ay önce, İspanyol polisi Katalan bağımsızlık referandumuna engel olmaya çalışırken Roger Espanyol, plastik mermi nedeniyle bir gözünü kaybetti. Baskı havasını çok canlı bir şekilde anımsıyor: “İspanyol Milli Polisinin oy sandıklarını aldığını, kamyonetlere koyduğunu hatırlıyorum. Ardından hiçbir uyarıda bulunmadan, sopalarla yüklenmeye başladılar ve sonra her şey başladı. İtişme anında polisin artık ayrılmasını bekliyorduk. Bütün hatırladığım bu. Atış ne zaman oldu, ne zaman duydum bilmiyorum”. Üzerinden bir yıl geçmiş olsa da oy veren insanları durdurmak için askerleştirilmiş polisin harekete geçirilmesi bir şekilde inanılmaz geliyor.
Gerçi benzer inanılmazlıktaki sahneleri şimdi de görebiliriz. Geçtiğimiz hafta İspanyol mahkemeleri, Ekim 2017 referandumunun düzenlenmesindeki rolleri nedeniyle “ayaklanma” suçlaması yöneltilen Katalan liderlerin göstermelik davasına devam etti. Bazı İspanyollar tutuklularla dayanışma gösterdi: 18 Mart’ta, yüz bin kişi devlet baskısının sona erdirilmesini ve Katalanların geleceklerini tayin etme hakkını desteklemek için Madrid’de yürüdü. Bu yürüyüşteki başkentli solcular, Asturiaslı sendikacılar ve Endülüslü tarım emekçilerinin hepsi net bir duruş sergilese de İspanyol devletinin temel demokratik standartları yok sayması pek çok gözlemciyi şaşırttı.
Görünüşe göre medyanın çoğu neler olup bittiğini nasıl analiz edeceğini bilmiyor ve bu yüzden de çoğu ilgilenmiyor bile. Ama İspanya ve Katalunya’daki durumu anlamak istiyorsak son on sekiz ayın ötesine bakmalıyız. Ve ilk olarak İspanya’nın yönetici elitlerinin yapılanması ve devletin ve kurumlarının özellikleriyle ilgili şeyleri bilmemiz gerekiyor. Ancak 1970’lerin sonundaki demokrasiye geçişin toplumsal, iktisadi ve siyasi mirasını inceleyerek 2019’da gördüğümüz şoke edici devlet baskısını tam anlamıyla kavrayabiliriz.
Eski Kötü Günler
Ekim 2017’de Katalunya’da yapılan referandumun hemen öncesinde, “Bu, belirgin bir şekilde İspanya’nın karanlık geçmişinden bir sahne gibi geliyorsa bunun nedeni bu çapta bir siyasi baskıya muhtemelen Franko’dan beri Katalunya’da tanık olunmadığı içindir” gözlemini yaptık. Aşırı polis şiddeti görüntülerinin geniş bir şekilde yayılmasına rağmen muhtemelen bir abartı gibi göründü. Ama oylamayı fiziken engellemek için gelen on bin kadar Guardia Civil ve İspanyol Milli Polisi gerçekten de başka bir çağdan gelmiş bir istila ve işgal gücü gibilerdi.
Aynı zamanda bu sahneler tuhaf bir şekilde komikti. İspanya, fazlasıyla askerleştirilmiş milli polis gücünü nakletmek ve barındırmak için üç gemiyi görevlendirdi. Barcelona limanına bağlanmış bu gemilerden en göze çarpanı, Looney Tunes’un Coyote, Tweety ve Daffy Duck karakterlerinin devasa resimleriyle süslenmiş olanıydı. Ama çoğu insanın Franco İspanyası’nın en karanlık günleriyle kıyaslama yapmasına neden olan, Guardia Civil ve İspanyol polisinin göstericileri dövdüğü ve yerlerde sürüklediği ve hatta plastik mermilerle vurduğu şiddet görüntüleriydi.
Bu faşizm değildi. Bununla beraber, halkın kendisini sokaklarda ifade etmesini engellemeye kararlı bir devletin kasti ve şiddetli polisiye gücünü göstermesini çok net bir şekilde gördük. Websiteleri kapatıldı, milyonlarca oy pusulası gasp edildi ve postalar durduruldu ve el konuldu. İspanyol kabinesi, 1 Ekim referandumunu düzenlemekle ilgili herhangi bir harcamayı önlemek için tek taraflı olarak Katalunya’nın kreditörlerinin ödemelerinin kontrolünü devraldı. Akıllara zarar bir şekilde 712 belediye başkanı “referanduma yardımcı olmakla” suçlandı ve çoğu sorgulanmak için polis tarafından gözaltına alındı. (Bugün sağcı Partido Popular –Halk Partisi- lideri olan o zamanın milletvekili) Ğablo Casado’nun sözleri tüyler ürpertici bir tehdit içeriyordu: “Eğer Puigdemont İspanya’dan bağımsızlık ilan ederse sonu Companys gibi olabilir.” Casado, Başkanı “sadece” hapse atmakla tehdit ettiğini söyleyerek hızla geri adım attı. Ama her Katalan ne demek istediğini çok biliyor: Lluís Companys, 1940’ta Franco tarafından idam edilen Katalan Başkanı’ydı.
Yine de bu “Looney Tunes” istilasını Franko’yla ilişkilendirmek abartılı görülebilir. Katalunya dışındaki insanların ciddiye almakta zorlandığı bir bağlantı bu. Her şeyden önce Franko bir faşistti ve İspanya ise modern bir demokrasi. Sadece, Solcuların “faşizm” terimini Batılı hükümetlerin otoriter uygulamalarını kınamak için gereğinden fazla kullanma eğiliminin farkındayız. Ve İspanya’ya “faşist” diyemeyiz. Liberal demokrat bir siyasi sistemi ve liberal bir piyasa ekonomisi var. Ama İspanyol hükümet ve idare sisteminin ve doğrusunu söylemek gerekirse İspanyol endüstrisinin demokrasiye geçişi asla tam anlamıyla tamamlamayan temel özellikleri var.
Bu anlamda İspanya’ya post-faşist bir devlet diyebiliriz. Franko rejiminin devlet kurumları üzerindeki kalıcı izi, bu mirası anlamadan İspanya siyasetini, ekonomik yapılanmasını veya kültürel hegemonyanın aldığı şekli anlayamayacağımız anlamına geliyor. Doğrusunu söylemek gerekirse İkinci Dünya Savaşı döneminde faşist güçlerce yönetilen Avrupa ülkeleri arasında, İspanya faşist kurumlar ve uygulamaların en çok iz bıraktığı ülke oldu. Bunun çok sayıda karmaşık nedenleri var ama kısaca bu ülkelerin farklı tarihlere sahip olması nedeniyle denebilir. İtalya ve Almanya, 1945’te askeri olarak yenilmenin doğrudan sonucu olarak faşizmi kurumsal hayatlarından çıkarabildiler. Savaş sonrası dönemde Yunanistan ve Portekiz’de hüküm süren faşizm, İspanya’dakiyle biraz daha kıyaslanabilir. Ancak sonuçta o iki diktatörlük de telafi, hafıza süreçlerine tabi tutuldu ve ceza davaları faşizmin hükümet sisteminden atılmasına yardımcı oldu. İspanya’da bu pek yaşanmadı.
Aksine, ülkenin resmen diktatörlükten demokrasiye herhangi bir keskin kopuş anı yaşamadan yumuşak geçişi, post faşist mirasın Franko’nun 1975’teki ölümünden çok sonra da sürmesine imkân verdi. Devletin kişisel ve kurumsal iktidar yapısı el sürülmeden kaldı; Franko faşizminin kalıntıları hiçbir zaman tam anlamıyla iktidar yapılarından temizlenmedi. Frankoculuk neredeyse yarım yüz yıl önce hükümet binalarını terk ettiyse de devletin koruduğu tarihsel hafıza biçimi, anayasal yapısı, siyasal idaresi ve hukuk, polis ve ordu önceki rejimin tam bir dönüşümüne engel oldu.
İspanyol Milliyetçiliği
Sembolik düzeyde bu tamamen görünür halde. Arma değişti ama Franko tarafından yeniden getirilen kırmızı ve sarı bayrak İspanya’nın milli sembolü olmaya devam ediyor. 1970’lerin sonundaki demokratik geçiş, cumhuriyetçi üç rengi sadece tarihi bir eser konumuna indirdi. Aynı zamanda İspanya hâlâ milli gün olarak 12 Ekim’de Christopher Colombus’un Amerika’ya varışını kutluyor. Bu, “Hispanik ülkeler topluluğu arasında Hıristiyan uygarlığını daha iyi savunmak için yaratılan ilkeler ve normlar sistemine” hürmet edilmesi açık hedefiyle 1958’de bir Franko kararnamesiyle kutsanan bir “ırk günüydü”. Franko yönetiminde, bu milli tatil açık bir şekilde ülkenin fetihçi geleneklerini göklere çıkarıyordu ve bugün bile sömürgeci, cumhuriyet karşıtı milliyetçilikle yakın bağlara sahip. Franko Vakfına devlet yardımı, Franko Dükalığının varlığı (Kral Juan Carlos tarafından Franko ailesine verilen unvan), diktatörün kamusal alanlardaki heykelleri ve ardından verilen sokak isimlerinin hepsi rejimin kültürel olarak uzun ömürlülüğünü gösteriyor. Ve bu mirasın çoğu kamu tarafından fonlanıyor.
Bu kültürel bağlam Katalunya’daki durumla ciddi bir şekilde ilgili. Gerçekten de mevcut anayasal krizin kökleri, Sağın İspanyol kültürel milliyetçiliğinin gereçlerinden yararlanan bir İspanyol kimliğini canlandırmak için son denemelerinde görülebilir. 2004’te, muhafazakâr Halk Partisi (PP), hükümetteki Sosyalist Parti’yi (PSOE) sarsmak ve İspanyol yurtseverliğine hitap etme yoluyla seçmen sadakati inşa etmek için Katalunya’ya karşı daha açık milliyetçi-otoriter bir duruş geliştirdi. PP’nin yenilenen milliyetçiliği, İspanya’nın 2003’te Irak işgalinde oynadığı rol, Prestige petrol tankerinin batırılması ve 2004’te Madrid’deki terörist saldırılar dâhil olmak üzere bir dizi korkunç derecede popüler olmayan politikaların ardından kaybettiği siyasi alanı yeniden kazanmak için hesaplanmış bir çabanın parçasıydı.
Bu yenilenmiş yurtseverlik, devletin rolünü refah ve hizmet sağlayıcılıktan İspanyol birliğinin garantörlüğüne kaydırma yolundaki alaycı ve hesaplanmış bir girişimi temsil ediyor. İstenen, devletin rolünü (ve seçmenin bağlılığını) toplumsal konulardan milli kimlik konularına kaydırmaktı. Katalanların daha fazla siyasi özerklik talebiyle mücadele etme bu stratejinin bir parçası haline geldi. İspanya dışında kulağa tuhaf gelse de PP içindeki ve dışındaki aşırı sağ, Katalan ürünlerini boykotu teşvik etti. Katalunya’da, Katalanofobi’nin açık bir örneği olarak bilinen bu boykot kampanyası, idealize edilmiş ve türdeşleştirilmiş bir İspanyol kimliğinden faydalanmaya çabaladı ve bunu yaparak, bilerek veya bilmeden Franko’nun rolünü ve sorumluluğunu devraldıkları iddiasında bulunan aşırı sağ gruplara desteği güçlendirdi. Komedyenlerin yaptığı şakalarda yer alan ve popüler şarkılarda geçen Katalanlar ilgili ırkçı ifadelerin kullanımının artmasından ve insanların mahkeme salonlarında ve diğer resmi iletişim kanallarında Katalan dilini kullandığı için ceza aldığı bir dizi olaydan sonra boykot, geçtiğimiz yıllarda yükselen bu Katalanofobinin en uç örneği oldu. Belediye Başkanı Sabater’in avukatı müvekkilini temsil etmek için Girona polis karakoluna geldiğinde Katalanca konuştuğu gerekçesiyle İspanyol polisi tarafından içeri alınmadı. Katalancanın eş resmi dil olduğunu düşündüğümüzde, İspanyol devletinin bu tür davranışlarının anlamı büyük oluyor. Eylül 2017’de, bu polis davranışının arkasındaki popüler Katalan karşıtı duygunun kesin bir kanıtını gördük: İspanyol haber ajansları, İspanyol Milli Polisi binasının önünde Katalunya’ya gidecek polislere “Gidin ve onları alın” diye tezahürat eden kalabalıkların görüntüsünü verdi.
Katalan karşıtı bu hava yenilenmiş İspanyol kimliğine bir insicam veriyor ve bu sadece Katalan toplumunun bağımsızlık karşıtı kesimleri arasında olmuyor. Katalan sorunuyla ilgili konuştuğumuz zaman nadiren çatışmanın arkasındaki itici gücün İspanyol milliyetçiliği olduğunu tartışıyoruz. İspanya’nın mutlak egemenliğine herhangi bir itirazı “itaatsizlik” veya “başkaldırı” olarak resmeden Madrid’in aşırı militarizmine rağmen bu böyle. Gerçekten de bugün hem PP hem de merkez sağ popülist Ciudadanos, Katalanların taleplerinin geçersiz olduğunu çünkü Katalunya’nın zaten hak ettiğinden daha fazla özerkliğe sahip olduğunu tartışıyor. Onlara göre Katalanların “itaatsizliği” bu nedenle İspanyol milletinin üstünlüğünün kısa, kesin bir restorasyonunu gerektiriyor.
Kültür Savaşı
Bu tehlikeli İspanyol milliyetçisi dönüş merkezden geliyor ama tüm siyasi manzarayı sağa çekmeye devam ediyor. Katalan bağımsızlık hareketi, başta iktidardaki PSOE olmak üzere, İspanyol merkez solu tarafından bile tüm sorunlar için günah keçisi olarak kullanılıyor. İspanyol siyasetini felç eden “sağa doğru kayış şovunun” bir örneği, ülkenin en büyük bölgesi Endülüs’te, aşırı sağ Vox partisinin yükselişiyle tüm çıplaklığıyla kendini gösteriyor. Kısa süre önce yapılan seçimlerde Vox, ilk defa sandalye kazanarak PP-Ciudadanos koalisyonunun iktidara gelmesini sağlayacak kadar güçlü bir pozisyona geldi. Programlarında, Katalan özerkliğinin kaldırılması, cinsel şiddetle mücadele eden yasaların kaldırılması, Franko kurbanlarının statüsünü tanıyan yasaların kaldırılması ve tüm kuralsız göçmenlerin sınır dışı edilmesi vaatleri var. Vox’un yükselişi hiç kuşkusuz devam eden post faşist kültürle teşvik edildi. Ama yakın zamanda yaşanan gelişmelerden de besleniyor: kültürel milliyetçiliğin gereçleriyle övünen bir İspanyol kimliğinin yeniden canlanışı ve ırkçı göç karşıtı siyasete yakın bir pozisyonda gelişen Katalanofobi.
1 Ekim 2017’deki referandum, “İspanyol dayanışması” denen şeyin aslında Katalunya’ya egemen olma ve ona boyun eğdirmeye dayandırıldığının açığa çıktığı bir an olarak görülebilir. Elbette Katalan itaatsizliği de kültürde mevcut. Ve oylamadan bu yana resmi kısıtlamalar en sıra dışı kültürel alanlara kadar uzandı.
En tipik örneği rapçi Valtonyc’e yapılanlardı. Güya, Kral’a karşı “ölüm tehdidi” içeriyor diye kraliyet karşıtı şarkı sözleri yüzünden üç yıl hapis cezası almaktan kurtulmak için sürgüne gitmeye zorlandı. Sürgüne gittiği Brüksel’den bize söylediği gibi, bu kültürel baskıya, Valtonyc’nin kendisinden daha fazla kimse şaşırmadı: “Terörizm ve hatta bir şarkıdaki ölüm tehdidi için özür dileyemem. Birini tehdit etmek istersen şarkı yapmazsın. Doğrudan ona gidersin ve şöyle dersin: eğer saat 7’de müzik çalarsan yüzüne yumruk atarım. Bu bir tehdittir; ama birini şarkıyla tehdit edemezsin”. Bir başka hiphop sanatçısı Pablo Hasel, kraliyete karşı “nefret söylemi” nedeniyle yargılanıyor.
Ve bu sadece “yıkıcı” şarkı sözleriyle ilgili değil. Madrid’de, sanatçı Santiago Sierra’nın “Çağdaş İspanyol Siyasi Tutukluları” adlı büyük bir sergisi düzenleyicilerin siyasi tepkilerden korkması nedeniyle geri çekildi. Baskı, Katalan siyasi tutuklularla dayanışma sembolize eden sarı kurdelelere kadar yayıldı. Polisin sarı pankartlara, kurdelelere, Barcelona taraftarlarının balonlarına el koyma gösterisi ve insan hakları eylemcilerinin sarı rengi kamu alanlarında kullanmasının yasaklanması, devletin siyasi tutukluların akıbetine dair tartışmaları bastırma çabasının en aşırı ve akla sığmaz dışavurumu oldu.
Sarı rengin kamusal alanlarda kullanılmasını “yasaklayarak” sessizleştirme girişimi, geçiş sonrası kurumların Franko diktatörlüğü altında yaşanan mezalimi tanımayı ret ettiklerini gösteriyor. “1978 rejimine” dayanak oluşturan anlaşma, yeni İspanyol devletinin diktatörün siyasi tutuklulara muamelesini veya toplu mezarları resmi olarak kabul etmemesini güvence altına aldı. Şimdi bile İspanyol devleti, naaşların kayıt altına alınması ve yaşananların kabul edilmesi yolundaki tüm çabalara etkin bir şekilde karşı çıkıyor. BM’nin İspanya’yla ilgili Zorla veya Gayri İradi Kayıplar Üzerine Çalışma Grubunun raporu, 2013 yılı itibarıyla 114.226 naaşın hâlâ kayıp olduğunu belirtiyor. Dört yıl sonra 2017’de aynı çalışma grubu, İspanya’nın, ölenlerin yakınlarının adalete erişimine imkân verecek en temel adımları atmaktaki başarısızlığına dair ciddi endişelerini ifade etti.
Bir Kral için Uygun
3 Ekim 2017’deki –referandumdan sonra yaşanan polis şiddetine karşı yapılan- genel grevin hemen ardından Kral Felipe, milli birlik ve disiplin çağrısında bulunmak için bir televizyon konuşması yaptı. Bu, İspanya için bile hayli alışılmadık bir şeydi. Ama İspanyollara hitap edenin Kral olmasının önemini ülke dışındakilerin kavraması güçtü. Her şeyden önce, Felipe’nin ailesi Franko’nun kendisi tarafından yeniden tahta oturtuldu. 1969’da diktatör, eski kral 13. Alfonso’nun torunu Prens Juan Carlos’u resmen halefi olarak atadı. Bu atamanın karşılığı olarak Juan Carlos, Franko’nun “Milli Hareketin İlkeleri”ne bağlılık yemini etti.
Felipe 3 Ekim’de halkına hitap ederken, hem devlet başkanı hem de silahlı kuvvetlerin başı olarak İspanya’nın bölünmez bütünlüğünden bahsetti. Katalunya ve hükümetine yönelik açık sadakatsizlik suçlaması, İspanyol anayasasının 155 maddesinin işletilerek Katalan özerkliğinin askıya alınması için siyasi alan açtı. Avrupa’daki bir başka kralın/kraliçenin, bir sivil anlaşmazlığa dair bu kadar aleni bir siyasi rol oynadığı düşünmek güç, en azından faşist bir mirasa sahip olduğu geniş ölçüde kabul edilen bir tanesinin. Kings College’tan anayasa hukuku profesörü Keith Ewing’in gözlemlediği gibi: “Konuşmanın bütün tonu, bu monarşik Devlete tapınmanın demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğüne baskın çıktığını netleştirdi. Ama daha kötüsü, bu ilkelerin çok derin bir otoriter devletin amaçlarına hizmet etmek için ele geçirilmiş olması”.
1978 anayasal antlaşması, Frankoculuğun diğer, daha gizli ama aynı derece önemli yönlerini de korudu. 1977 tarihli “Af Yasası” Franko’nun siyasi tutuklularına resmi af getirdi ama aynı zamanda Franko’nun suikastçılarına ve geniş işkence ağına da rejimle bağlantılı suçları için dokunulmazlık sağladı. BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği 2012’de, insanlığa karşı suçların kovuşturulmasını ve tanınmasını engellediği gerekçesiyle bu yasanın kaldırılması için İspanya’ya başvurdu. Franko diktatörlüğünde önemli yeri olan devlet memurları, hâkimler ve –sayısız sivile işkence edenler de dâhil olmak üzere- polis memurları, Franko sonrası affın şartları gereği sessizce yerlerinde kalmaya devam ettiler. Personeldeki bu devamlılık, Franko’nun toplu mezarlarıyla ilgili kurumsal amneziyle birleşerek faşizmin kurumsal kültürünün devlet içinde karşı çıkış olmadan devamlılığını sağladı.
Aynı zamanda referandum ve sonrası, Frankocu artıkların ve faşizmin polis ve ordu içerisindeki şoke edici örneklerini yüzeye taşıdı. Polis memurlarının karıştığı Frankocu sembollerin sergilendiği ve faşist selamın kamu içerisinde kullanıldığı sayısız olay yaşandı. İspanyol Milli Polisinin, bağımsızlık yanlısı ünlü bir foto muhabiri “Yaşasın İspanya, Yaşasın Franko” diye acımasızca döverken çekilmiş görüntüleri yayınlandı. Temmuz 2018 sonunda 180 kişilik bir grup emekli İspanyol ordusu personeli, Franko’nun Valle de los Caídos’da (Şehitler Vadisi) yatmasının uygun olup olmadığı tartışmalarının ortasında “Franko ve mirasına” yönelik saldırılara son verilmesini talep ettikleri bir bildiri imzaladılar. Bu olaylar İspanyol ordusunun, milli polisin veya Guardia Civil’in genel karakteriyle ilgili hiçbir şeyi “kanıtlamaz”. Ancak bu tür olayların sıklığı ve yoğunluğu bize karanlık güçlerin hiçbir zaman düzgün bir şekilde kökünün kazınmadığını ve artık gün ışığına çıkmak için yeterince güçlü olduklarını hissettiklerini anlatıyor.
Anayasal Çıkmaz
Franko’nun anayasal devamlılığının çok önemli bir belirtisi de mahkemeler üzerindeki siyasi kontrolün tekrarlanma biçimi. Davaları Yüksek Mahkemeye gönderilmeden önce dokuz Katalan siyasi tutuklunun kovuşturulmasını başlatmaktan sorumlu olan Audiencia Nacional, bu bakımdan kilit konumda. Bu mahkeme Franko’nun kötü şöhretli Kamu Düzeni Mahkemesi örnek alınarak yaratılmıştı. Hâkimleri siyasi atamalardır ve açıkça “siyasi” sayılan çatışma konularıyla ilgilenirler.
Benzer bir şekilde, rutin olarak özerk parlamentolara karşı görevlendirilen İspanyol Anayasa Mahkemesinin de rolü önemli. 2006’dan bu yana Katalan parlamentosundan geçirilen kırktan fazla yasa Anayasa Mahkemesi tarafından engellendi. Engellenen yasaların çoğu sosyal hakları güvence altına alan ve halkı kemer sıkma uygulamalarından koruyan yasalardı. Bunlardan en önemlisi Temmuz 2015’te insanların sosyal konut sağlanmadan evlerinden çıkartılmasını yasaklayan ve ihtiyaç sahiplerini su ve elektrik kesintilerine karşı koruyan yasaydı. Bu yasa Katalan parlamentosunda partiler arası bir destek aldı ama İspanyol Anayasa Mahkemesi geri çevirdi ve Katalanların hareket özgürlüğünü kısıtlama yönündeki ilkel çabası nedeniyle binlerce insanı evsiz durumuna düşürdü.
Mariano Rajoy’un muhafazakâr hükümetinin gitmesi ve PSOE’nin iktidara gelmesi nedeniyle PP’nin Katalanofobisinin, ekonomik istibdadının ve siyasi baskıcılığının azalacağını ve böylece Katalan sorununa bir çözüm bulunmasının daha muhtemel olduğunu düşünmek çekici gelebilir. Ancak Franko rejiminin baskıcı kalıntıları devlete derinlemesine yerleşmiş ve öz yönetime karşı engeller bu kadar şiddetliyken bir hükümet değişiminin her şeyi değiştirmeye yetmeyeceği giderek daha fazla belli oluyor. PSOE’li başbakan Pedro Sánchez çatışmayı yatıştırmak için en fazla birkaç sembolik hareket yaptı. Ama siyasi tutukluların bırakılmasını veya barışçıl bir “ikinci” referandumu henüz talep etmedi.
Şimdilik çıkmaz devam ediyor. Daha geniş önemini belki de en iyi bugün yargılanan tutuklulardan Jordi Cuixart özetledi. Katalan sanat örgütü Òmnium Cultural’ın başkanı da olan müdafiye göre “Katalunya karşıtı dava bugün her zamankinden daha fazla demokrasiye karşı”. Bu görüşü milyonlarca destekçisi tarafından paylaşıyor. Bu defa polis şiddetinin olmayacağının güvencesinin verildiği bir referandum, ilgili her taraf için en hızlı ve kolay çıkış stratejisi gibi görünüyor. Tarihsel mirası ve milliyetçilik iklimi dikkate alındığında, İspanyol devleti bu yolu tercih etmeyecek gibi görünüyor. Kriz, gerçek bir demokratik cesaretle karşılanmazsa gelecekte devletin elinde kesinlikle daha fazla siyasi tutuklu olacaktır.
27.03.2019
Kaynak: Jacobin
Çeviri: Kontra Salvo