“Beyefendi sizi anlıyorum. Haklısınız. Burası bir otel odası bu da bir yatak, yataktaki de karınız. Tabii tüm bunlar birçok ahlak dışı çağrışımlara neden oluyor. Ancak bilmenizi isterim ki biz karınızla bütün gece boyunca kim olduğumuzu ve buraya nasıl geldiğimizi anlamaya çalıştık. İnanın başka hiçbir şey yapmaya fırsat bulamadık.”
Yeni bir hayat arayan güzel bir kadın ve hayatta çok şeyden vazgeçmiş bir yazarın hikâyesi…
“Peki, sana bir rol verip oynamaya zorlarsam oynar mısın o rolü, yalnızca beni sevdiğin için?” Bize biçilen roller, aslında oynamak istediklerimiz ve başka rollere bürünerek hayattan kaçışımız… Öyleyse doğal değil mi hep oyunla gerçeği birbirine karıştırmamız?
Ebru Unurtan, Okan Bayülgen, Yıldırım Fikret Urağ bu heyecanlı ve gizemli oyunda bir araya geliyorlar.
Oyun sonrası oyunun yazarı, yönetmen Yıldırım Fikret Urağ ve oyuncuları Ebru Unurtan, Okan Bayülgen ile sohbet etme şansım oldu.
Kulise geçtiğimizde, ilk sorumu Ebru Unurtan ve Okan Bayülgen’e yönelttim.
İzlediğim kadarı ile oldukça zorlu bir performanstı, izlerken çok heyecanlandım. Sizler bu karakteri yorumlarken izleyicinin böylesine etkileneceğini düşündünüz mü? Ne hissettiniz?
Ebru Unurtan
“Tanışmak hayal kırıklığıdır”
Bir iş ortamının sınırları içinde karşılaşıp, kendilerini giderek duygusal bir ilişkinin içinde bulan bir kadın ve bir erkeğin, ‘tanışmadan’ birbirlerini tanımaya çalışmalarının oyunu, ‘Otelde’…
Kadın ve Erkek’in birbirlerini tanıma çabaları ise, kendi aralarında oynadıkları bir ‘tanışma oyunu” üzerine kurulu… Kendi içinde pek çok oyundan oluşan bir “tanışma oyunları zinciri” de diyebiliriz bence buna.
Aslında oyun içinde oyunlar, oyunun başında kadının uyanmasıyla başlıyor. Erkeğin “Ben tanışmayı sevmem. Tanışmak hayal kırıklığıdır” demesi ve kadının, bu sözleri “Tam bir yabaniye göre…” diye karşılamasıyla adeta bir düelloya dönüşüyor..
Jung’un arketiplerindeki gibi hepimizin yaşamlarında deneyimlediği ya da dayatılan kimliklerle birlikte oyun ile gerçeğin arasında bir yolculuğa çıkıyorlar… Bu sıradışı bir aşk hikâyesi diğer bir taraftan da…
Provalarda Yıldırım’ın istediği kadın ve erkeğin birbirlerine oynadıkları oyunların da gerçek olmasıydı. Tıpkı hayatın içinde birbirimize oynadığımız gibi ya da bazen kurduğumuz tuzaklar gibi… Aslında metinde, rolüm açısından hem açar diyebileceğim hem de oyunculuk açısından çıtayı yükseğe koyan zorluk diyebileceğim ipuçlarından biri Polis’in oyundaki kadın karakter hakkında söylediği, ‘oyun gerçek değilse , oyun da değildi onun için ‘cümlesinde yatıyordu.
Mantık alanından değerlendirdim bunu: “Değilinin değili kendisidir!” Bu şekilde kavramak daha kolay oldu benim için…
Erkek- Hangisi oyun hangisi gerçek! Kadın- Hepsi. Hepsi aynı..
Yıldırım, Okan ve benimle uzun bir prova sürecinde bir çok çalışma yaptı ve bizim için oyunculuk atölyesi haline dönüştü provalar… ‘An’ daki gerçeklik ve oyunbazlığı, Okan’ın tanımlamasıyla Homo Ludens’i ortaya çıkarmaya yönelikti…
Oyun sonundaki sohbet kısmında seyircinin bu heyecan ve merak içinde oyunu izlediği geri bildirimini almak, oyun metninin teklifini kaybetmeden bunun gerçekleştiğini görmek mutluluk verici.. Ve evet bu heyecanı bekliyordum çünkü Anima ve Animus’u sahne üstünde görmek heyecan verici..
Tüm sempatikliği zekâsı ve pratikliği ile misafirlerini ağırlayan Okan Bayülgen’ e geçmişti cevaplama sırası.
Okan Bayülgen
“Karakter kaderdir..”
Oyunun iki kahramanı kadın ve erkek. Yıldırım Fikret Urağ’ın çok katmanlı kişilikleri.
Bu iki kişilik ya da bu iki kişiliksizlik diyebiliriz, farklı rollere bürünerek birbirlerine kartları tekrar tekrar dağıtarak sürekli hareketli ve heyecanlı bir şekilde birbirlerini oyuna davet ediyorlar. Çünkü asıl büyük oyundan kaçıyorlar. Asıl büyük oyun hepimizin oynadığımız büyük toplumsal oyun. Bu sadece lokal değil, aynı zamanda ulusal, aynı zamanda evrensel bir oyun.
Bir evrensel oyunun içerisindeyiz.
Ama ötekiler bu oyundan kaçanlar, bu oyundan bunalanlar, bu oyunda artık bir yerleri olmadığına inananlar bir araya geliyor ki bunun birleştirici ögesi de aşktır hepimizin bildiği gibi. Bu aşk hikayesi içerisinde birbirlerine yeni kartlar açıyorlar, yeni oyunlar, daha mutluluk verici oyunlar oynamak için.
Ama nasıl problemli çocuklar oyun oynarken serttirler, arkadaşlarının canını acıtırlar.
Bu yüzden biz hangi mutluluk oyununun peşinde koşarsak koşalım, yaşadığımız dünyayı da peşimizde sürüklüyoruz.
Karakter kaderdir..
Eee ne mi hissediyoruz?
Eee tabii ki kendi adıma söyleyeyim.
Ben ve partnerim Ebru ve Yıldırım çok heyecanlanıyoruz, oyunu doğru oynayabilmek için seyirciye doğru açmazlar ardından da doğru yanıtlar vermek için özen gösteriyoruz. Seyircimiz de bize katıldıktan sonra hele hele oyundan sonraki söyleşiler bazen de bizim aklımıza gelmedik felsefi problemleri açtıkça daha da mutlu oluyoruz.
Bu hem teatral bir deyimdir hem de insanın karşı konulmaz gerçeğidir. Bu yüzden çok heyecanlı ve mutluyuz.
Sıra geldi oyunun hem yazarı hem yönetmeni hem de oyuncusu olan Yıldırım Fikret Urağ’a. Bir proje de yazar, yönetmen ve oyuncu olmak pek de kolay değildir. Dolayısı ile sorularımız oldukça fazla. Şimdiden kolay gelsin diyoruz..
Yıldırım Fikret Urağ
“İnsan insanın hapishanesidir”
“Otelde” projesi nasıl doğdu?
Bu oyunu yazdığım dönemde Okan’la onun Richard projesinde birlikte çalışıyorduk. O sürecin özellikle masabaşı aşamasında katkı sunmaya çalışıyordum. Daha çok bir arkadaş dayanışması diyebiliriz bu sürece… Ama bir yandan Richard üzerine nefes tüketirken, bir yandan da hayaller kuruyorduk birlikte ne yapabiliriz diye… Bir tür “tiyatrocu oburluğu” işte! Tam da kendimi “bir oyun yazıyorum, bitince okur musun” demeye hazırlıyordum ki; Okan bana, seninle “Hayvanat Bahçesi” yapalım deyiverdi bir gün. Bu harika fikir üzerine yazdığım oyunu Okan’a önermekten vaz geçtim önce. Dönüp oyun üzerinde çalışmaya devam ettim bir süre daha… “Richard” sürecinde Okan’ın yazarlık konusundaki ufuk açan, sınır tanımayan ve özellikle bana büyük ilham veren kafasını yakından tanımıştım. Hiç değilse fikirlerini, eleştirilerini alabilmek için metni okumasını istedim.
Onun tiyatro konusunda, önümüzdeki en az 5 yıllık süre boyunca ajandasının dolu olduğunu biliyordum ve bu ajandaya “Hayvanat Bahçesi” de dahil olunca, yazdığım oyunda oynamasına ihtimal vermedim hiç. Okan okuduktan sonra, “oyunu çok beğendim, kelimesine dokunmadan bu oyunda oynarım” diyerek döndü bana. Sadece üzerinde düşünmen için söylüyorum diyerek -ki asla manipülatif biri değildir kendisi :)) bir kaç öneri de bulundu.
Bununla da kalmadı. Gel bunu şöyle yapalım; “Hayvanat Bahçesi”nin Türkiye’de pek bilinmeyen, hiç oynanmamış bir versiyonu var; adı “At home At the Zoo”. Senin oyunla bunu birlikte çalışalım ve “iki oyun birden” diyerek oynayalım, bu iki oyun yan yana geldiğinde ortaya bambaşka bir bütün çıkabilir dedi. O sıralar yazdığım oyunun adını koymamıştım henüz, “Gece Gece” ile “Aynalı Yalanlar” arasında gelip gidiyordu kafam. Yani “Otelde” iki ayrı oyundan oluşan bir projenin ilk ayağıdır aslında. Okan’ın önerileri çıtayı çok daha yükseğe koyan önerilerdi. Önce çekindim açıkçası… Her biri birbirinden parlak, deyim yerindeyse insanın dişini kamaştıran bu önerilere sırtımı dönmek de çok zordu. Her şey bir yana, bir yeniden yazım süreci demekti bu ve ben o gücü göremedim kendimde önce. Kolay yolu seçmeyi aklımdan geçirmedim diyemem. Benim için ardına kadar açılan “Benim yazdığım metin budur dersen, ben varım” kapısından geçebilirdim. Ama belli ki bu kışkırtıcı öneriler karşısında ben de pek uslu kalamadım. Burada Okan’ın bizdeki alışılmış Sanatçı/Tiyatrocu profilinin çok dışında kalan yaklaşımının altını özenle çizmeliyim. O, ortaya öneriler atıp köşesine çekilmek yerine, destekleyen, yüreklendiren hatta bu uğurda insanın koluna giren, kanına giren müthiş bir yol arkadaşı… Böylece “Otelde”nin tarifsiz macerası başlamış oldu. İlk yazığım metnin özünü kaybetmeden yazmaya koyulduğum bu yeni süreçte de Ebru yetişti imdadıma. Onun desteği olmasa, çıktığım yoldan hiçbir yere varamayabilirdim. Sonunda metnin ilk halini bedeninde taşıyan yeni bir oyun çıktı ortaya. Ama asıl hikâye buradan sonra başlıyor. Artık adını “Otelde” olarak koyduğum bu yeni oyunun okuma provalarına başladığımız günden itibaren Okan, Ebru ve ben, 8 ay süren bir atölye çalışmasına girdik. Bu bir yazar için bulunmaz bir nimettir. Tüm bu okumalarda ve provalarda, birlikte kafa yormalarla, hemhal olmalarla metni yazmaya, bozmaya ve yeniden yazmaya devam ettim. Tüm bu süreç boyunca Okan da Ebru da bir an bile elimi bırakmadı. Hepimiz için hem müthiş keyifli ama bir o kadar da zor bir süreçti. Ebru ve Okan için özellikle çok zordu. Çünkü belli bir bölümü çalışıyorduk; onlar ezber yapıp, tamam artık burası değişmez herhalde diyorlardı ve bir gün provaya gelip bir de bakıyorlardı ki tamamdır dediğimiz o bölüm tamamen atılmış. Burada yapımcımızı anmadan geçemem. Sevgili Kerem Gök’ü uzun yıllardan bu yana tanırım. Alanında ne kadar başarılı olduğunu öteden beri biliyorum. Ama 8 ay süren bir prova süreci oyuncuları çok yoran, sınırlarını zorlayan bir süreç olsa da üretiyor olmanın keyfiyle katlanılır kılınabilir. Fakat bir yapımcı için bu süre doğrudan doğruya akıl dışıdır. Kerem’in bu süreci tüm nezaketi ve dayanma gücüyle göğüslemiş olması, elimizi rahatlatan ve işimize odaklanmamızı sağlayan en önemli unsurdu. Sonuç olarak “Otelde”nin küçük bir adımla başlayıp, unutulmaz bir yolculuğa dönüşen oluşum hikayesi, kelimenin tam anlamıyla bir takım işi olmasında yatıyor. Bizim için bir rüya takımı bu!
Kadın, erkek ve polis memuru, üçü de oyun kurucu olmuş. Aslında kimse tek başına anlatıcı değil. Yazar ve yönetmen olarak izleyiciyi aktif kılmışsınız. İzleyici bulmacayı çözmek durumunda. Bu konuda geri dönüşler nasıl…
Evet, doğru! “Otelde” seyirciyi deyim yerindeyse -aktif seyre- davet eden bir oyun. Oyun seyirciye, senin için bir dünya kurguladık, al seyreyle demekle yetinmiyor. Kendinizi koltuğunuza bırakıp, oyunun dışında tutup, oynasınlar da izleyeyim demekle yetinmemenizi teklif eden bir oyun bu. “Otelde” seyircinin konsantrasyonuna güvenen, onun hayal gücünü ve sorun çözme yeteneğini sahnedeki eyleme dahil eden, seyirciyi oyuna duygusal ve düşünsel anlamda katılmaya davet eden bir oyun. Adı üzerinde, bir teklif bu. Bunu kabul edip oyunla birlikte bir maceraya çıkan da oluyor, sayıları daha az olmakla birlikte bu teklifi kabul etmeyip sadece izlemeyi tercih eden de oluyor. “Otelde”nin her iki tercih karşısında söyleyecek bir sözü var. Bu da beraberinde farklı alımlama düzeyleriyle aynı anda buluşabilme olanağı sunuyor bize.
Birlikte oynadıkları oyunların içinde birbirlerinden saklanan ve birbirlerini avlamaya çalışan karakterlerin, seyirciyi bu sürecin dışında tutmak yerine,
sürece dahil etmeleri, alışılmış dramaturjik kalıplara sırtını dönen bir seçim aslında. Daha açık bir deyişle karakterlerin birbirlerine kurdukları oyunları ve/veya tuzakları birbirlerinden olduğu kadar seyirciden de saklamaları, kendilerini ele vermemek konusunda seyirciyi de içine alan ısrarları, metnin çok katmanlı yapısının temel yapıtaşını oluşturuyor diyebilirim. “Oyuna gelmek / gelmemek” üzerinden seyirciyle birlikte yaşanan bu ortak deneyimin ritüelistik bir etki yarattığını söyleyebilirim. Oyundaki kadın ve erkeğin “erginlenme” süreci bu bir anlamda. Başta da dediğim gibi, bu sürece katılılıp katılmamak seyircinin seçimine bağlı; tıpkı hayatın içinde olduğu gibi… Bu katmanlı ve haydi işin içine biraz da ironi katalım; “sert gerçekçi” yapı, klişelere sığınmayı, seyirciyi aptal yerine koymayı reddeden oyunculuk skorları gerektiriyor. Ebru ve Okan gibi sahne üzerinde risk almaktan çekinmeyen iki özel oyuncuyla çalışmak benim için büyük mutluluk bu yüzden. Ülkemizde “Richard”la başlayan ve giderek diğer tiyatro topluluklarının da uygulamaya başladığı bir oyun sonrası seyirci söyleşileri deneyimi yaşıyoruz bildiğiniz gibi. Bu deneyimi “Otelde” temsillerinden sonra da yaşıyoruz. İzmir ve Ankara turneleri de dahil olmak üzere oynadığımız her oyundan sonra seyirci söyleşileri yapıyoruz. Aldığımız tüm geri dönüşler bizi mutlu ediyor. “Bize kolay tüketilir dizilerin seyircisiymişiz muamelesi yapmadığınız, aklımıza, beğenimize değer verdiğiniz için teşekkür ederiz, kendimi değerli hissettirdi bu oyun bana” diyen de oluyor, “oyunda kendimi, yaşadıklarımı buldum” diyen de… “Kadın-Erkek konulu bir oyun olduğunu düşünerek ve biraz da ön yargıyla geldim, hiç böyle ters köşe olmayı beklemiyordum” diyen de oluyor, “anlamadım ama çok zevk aldım, mutlaka bir daha izleyeceğim” diyen de… “Oyuna gelmenin” ya da “oyuna getirildiğini” düşünmenin kızgınlığını yaşayan da oluyordur belki. Varsa ne mutlu! “Otelde” en çok onların ruhuna dokunuyor demektir bu benim için. Tiyatro bu değil mi zaten? Birbirimizin ruhuna dokunmayacaksak niye tiyatro yapalım, niye tiyatroya gidelim ki? Oyunun hikayesine yüzeyden baktığınızda aşk, ihanet, intikam üzererine kurulu olduğunu söyleyebiliriz “Otelde”nin. İlişkiler üzerine kurulu bir oyun… Bu ana damar, oyun içinde oyun kavramı sarmalında gelişip derinleşirken, bugüne kadar yazdığı hiçbir romanı tamamlayamamış bir yazarın, ilk kez tamamladığı (Ve belki de son kez…) “Oda No:11” adlı romanının sayfaları arasında bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Oyunun 3.Kişisi olan Polis için ise başlangıçta belki sadece bir delil bu roman. Polis’in bir cinayetin izini sürmek için okumaya başladığı “Oda No 11”, oyun ilerledikçe seyirci için, oyundaki Erkek’in ve Kadın’ın hikâyelerinin izini sürdüğü, insanın varoluş meselesinin kimi duraklarına uğradığı bir araca dönüşüyor. İnsanın varoluş meselesi deyince benim için öne çıkan kavramlardan biri “hikaye” olmuştur hep. “Hikâyeleştirme” ya da… Hikâyeler olmadan, hikâyeleştirmeden yaşayamazmışız gibi geliyor bana. Buradan sonra yol çatallanıyor.
Yaşadığımız hikâyeler, uydurduğumuz ama gerçekmiş gibi inandığımız hikâyeler, duyduğumuz, anlattığımız, başkalarından sakladığımız ya da kendimize sakladığımız, hayal ettiğimiz, inandığımız, aldandığımız, çözmeye çalıştığımız, unutmak istediğimiz, yarım kalan, kafamızda tamamladığımız hikâyeler… ve niceleri! Tek başımıza ya da bir grup insanla birlikte inandığımız, peşinden koştuğumuz hikâyeler! “Otelde” için söyleyebileceğim en önemli şey şu olabilir. Kendi hikâyesini anlatıp kenara çekilen bir oyun değil bu! Seyircisine izlediği hikâyeyi yeniden yazma olanağı sunan bir oyun. Seyirci söyleşilerinden birinde oyununda anlatılan hikâye ile ilgili, kendi “okumama” dair birkaç cümle kuracak oldum. Bir seyirciden anında itiraz geldi. “Keşke bunları söylemeseydiniz. Çünkü ben bu anlattıklarınızı başka türlü algılamış, başka türlü kurgulamıştım kafamda. Ama siz ‘oyunun yazarı olarak’ bu cümleleri kurduğunuzda beni sınırlandırmış oldunuz.” Çok haklı bir uyarıydı bu. Aldığımız geri dönüşlerde bana en büyük keyfi yaşatan şey, seyircimizin izlediği oyundan yola çıkarak kendi hayal gücünde tamamladığı hikâyelere sahip çıkması oluyor diyebilirim bu yüzden. “Otelde” bir vesileye dönüşüyor böyle anlarda. Tüm bu geri dönüşlerden anlıyorum ki oyun bittikten sonra seyirciye birlikte yeniden yazmaya başlıyoruz oyunu. Bu benim için benzersiz bir deneyim. Yola çıkarken yapabilmeyi istediğim öncelikli şeydi bu. “Otelde” ekibi olarak bize büyük bir mutluluk yaşatıyor seyircimizle oynadığımız bu “oyun içinde oyun…”
“Otelde” izleyici için sıradan olmayan, sorgulatan, düşündüren bir oyun. Oyunla gerçek birbirine karıştırılıyor, etkileyici. Sürükleyici. Eseri yazmaya / yönetmeye başladığınızda kurduğunuz hayale eriştiniz mi?
Bu soruya yukarıda cevap vermiş oldum aslında. Herkesin kendince uzman olduğu(!), çok şey bildiğini düşündüğü, çok şey yaşadığı, söyleyecek çok şeyi olduğu bir konuda söz almak ve oyun sonrasında seyirciden “sahneden bir an bile gözümü alamadım, şimdi eve gidip yastığa başımı koyduğumda uzun uzun düşüneceğim” gibi geri dönüşler almak, hayal ettiğimin ötesine geçen bir durum.
Bir oyunda hem yazar, hem, yönetmen, hem oyuncu olmamın zorlukları neler?
Bunu yıllar önce Murathan Mungan’ın “Binali ile Temir” adlı öyküsünü sahneye uyarladığım zaman yaşamıştım. Ortaya çıkan sonuç anlamında beni mutlu eden bir işti o. Ama açıkçası yine de pek tercih ettiğim bir şey değil yönettiğim oyunda oynamak. Bunların her biri farklı işleyiş biçimleri. Farklı konsantrasyon alanları… Benim için şimdi yönetmen şapkasını çıkardım oyuncu şapkamı taktım basitliğinde değil! Zorlayan tarafları pek çok. Yol arkadaşlarıma güveniyor olmam, tüm bu zorlukları onlarla bölüşebileceğim bilgisi çok belirleyici oldu. Bu konunun bir boyutu da şu. Daha önce de söylediğim gibi “Otelde” iki oyunluk bir projenin ilk ayağı. Yola çıkarken bir görev dağılımı yaptık aramızda. İlk oyunu ben yöneteceğim, ikinci oyunu Okan. Her ikisinde de Ebru, ben ve Okan oynayacağız. Yani buradan başlayarak tam anlamıyla bir ekip çalışması… Bunun sağladığı konfor olmasa kabul etmezdim muhtemelen. Asıl Okan ve Ebru için daha zor olmuş olabilir. Yönetmen yetmiyormuş gibi bir de yazarın her oyunda, bırakın sahneyi, salonda, seyircinin arasında olmasını bile, bir oyuncu olarak ben pek tercih etmem doğrusu.
– Peki ya kolaylıkları ?
– Kolay bir tarafı yok bana göre.
“Otelde” oyununun alkışı da, sezonu da çok olsun… başarılar diliyorum.
OTELDE
- Yazan – Yöneten: Yıldırım Fikret Urağ
- Dekor-Kostüm Tasarımı: Hüseyin Çamur
- Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan
- Aikido Eğitmeni: Atakan Utku
- Fotoğraf: Banu Kaplancalı
- Afiş Tasarımı: Sinan Aksu
- Yönetmen Yardımcısı: Nihal Usanmaz
- Reji Asistanları: Ayyüce Kar, Dilay Yıldız, Ferdi Taşkın
- Oyuncular: Ebru Unurtan, Okan Bayülgen, Yıldırım Fikret Urağ