Tunç Şahin’i film ithalatına başladığımız 2012 yılının başlarında tanıdım. Engin sinema bilgisinden etkilenmiştim. Genç kuşak sinema entelektüeli olarak sinema alanındaki üretimleriyle de önemli işler yapacağı çok belliydi. Bir Film’in kurucu ortağı olarak ülkemizdeki sinema seyircisiyle birçok önemli filmi buluşturmaya devam ediyor.
Yoğunluğu arasında bu söyleşi uzaktan sorularım ve cevapları şeklinde gerçekleşti. Kendisini takipte kalacağım, sizlerin de takip etmenizi öneriyorum. Teşekkürler Tunç…
Sevgili Tunç, elektrik mühendisliği, işletme yüksek lisansı eğitimin var. Bir filmin kurucularındansın ve son dönemde yaptığın sanatsal üretimlerinle adından söz ediliyor, kendini tek cümle ile nasıl tanımlayabilirsin?
Çok zor bir ilk soru ile başladık. Tek cümle ile ifade edeceksem; sürekli öğrenmeye aç ve kendi sınırlarını ve başkalarının hikâyelerini merak eden birisiyim.
Farklı alanlarda eğitimi olanların sinema sektörüne yönelmesi hep ilgimi çekmiştir. Bu bağlamda senin hikâyeni merak ediyorum. Sinema sektörü maceran nasıl başladı?
Ben fen lisesi mezunuyum. Benim liseden mezun olduğum yıllarda lisans için mecburen mühendislik ya da tıp fakültelerinden birisini seçmem gerekiyordu. Rastgele bir tercih sürecinin sonunda İTÜ’de Elektrik Mühendisliği bölümüne yerleştirildim. İlk birkaç ay içinde mühendisliğin bana göre olmadığını anladım ama tam o sırada okulda kendime uygun başka bir topluluk buldum. Okulun Sinema Kulübü’nde benimle ortak ilgi alanları olan arkadaşlarım oldu. Bu arkadaşlarımın bir kısmı ile yolumuz hiç ayrılmadı. Aramızdan, şu an hâlâ sektörde aktif şekilde var olan sinema yazarları, oyuncular, reji asistanları, stüdyo yöneticileri çıktı. ¨Bir Film¨de ortaklarım olan Kemal Ural, Kaan Ege ve Ersan Çongar’la da yolum aynı kulüp sayesinde kesişti. 2002 yılında kariyerime nasıl bir yön vereceğimi düşündüğüm sıralarda aynı ekip Bir Film’i kurduk.
Bir film web sitenizde bugüne kadar sekiz yüze yakın sinema filmini farklı mecralarda izleyici ile buluşturduğunuzdan söz ediyorsunuz. Sayı olduğu kadar içerik olarak da çok önemli bir şey bu. Bir Film nasıl kuruldu, o dönem motivasyonunuz neydi?
Henüz broadband internetin evlerimize girmediği 2002’de bu işe başladığımızda Türkiye’deki seyirci alışkanlıkları bambaşkaydı. Filmlerin internete düşüp kolayca bulunamadığı bir ortamda festivallerde bir filmi yakalamak çok daha önemli bir hale geliyordu. İşe başlarken film ithalatı adına hiçbir şey bilmiyorduk ancak festivallerde çok izlenen bazı sanat filmlerinin seyirci ile buluşması konusunda büyük bir açık olduğunun farkındaydık. Tamamen amatörce hislerle beğendiğimiz ve başkalarının da beğeneceğine emin olduğumuz ¨Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca¨, ¨Tez¨, ¨Bebekler¨, ¨Donnie Darko¨, ¨Temmuz¨da gibi filmleri vizyona sokmaya karar verdik. İlk birkaç yıl vizyona soktuğumuz filmlere seyirci büyük ilgi gösterdi.
Evet hatırlıyorum o dönemleri, getirdiğiniz filmlerin gişede iş yapması size ivme kazandırdı kuşkusuz. Bizim gibi sürekli değişken şartların olduğu ülkelerde yirmi yılın üzerinde bir şirket yönetmek, ayakta tutmak, aynı kurucularla- sanıyorum, devam etmek az rastlanılası bir durum. Sizlerin özelinde bu işin sırrı sana göre ne?
Bir Film’in çekirdek ekibi ilk günden beri neredeyse hiç değişmedi. Ekipte bizimle çalışan çoğu arkadaşımızla da en az on yıldır birlikte çalışıyoruz. Bu süreç içinde çeşitli organizasyon değişiklikleri oldu. Sektör şartları değiştikçe biz de bu şartlara adapte olmak için yeni yapılanmalardan geçtik. 2008’den beri Bir Film’in aktif olarak yürüyen bir yapım departmanı var. 2013-2019 yılları arasında bir DVD üretim dağıtım şirketi kurduk. Aralıklarla sinema işletmeciliği yaptık. Bizi başka şirketlerden ayıran nedir, onu içeriden bakan biri olarak tespit etmek güç. Ancak görece hızlı karar verdiğimizi, sonuç odaklı olduğumuzu ve yönetim anlamında mümkün olduğunca demokratik bir süreç işletmeye çalıştığımızı söyleyebilirim.
Türkiye’ye film ithal etmek, getirmek, nasıl bir iş? Bir Film’in içerik bölümün yöneticisisin aynı zamanda. Dünya Sineması’nda o yıl yapılan binlerce film arasından filmlerinizi nasıl seçiyorsunuz?
Yirmi yıldan uzun süredir Türkiye’de gösterilmek üzere yabancı filmleri lisanslıyoruz. Zaman içinde kendi film zevkimiz ve Türkiye’deki sinema seyircisinin sinema zevki arasında bir paralellik oluşturduk. Kendi izlemek isteyeceğimiz türden bir filmin, buradaki seyircide bir karşılığı olacağını düşünüyorsak, riske girerek bir lisans ücreti ödüyor ve o filmin Türkiye’deki lisans süresi boyunca çeşitli mecralarda gösterimini üstleniyoruz. Dünya sinemasında her yıl binlerce film yapılıyor, bu doğru. Ancak daha yapım koşulları ve pazara ulaşım şartları nedeniyle çok az film uluslararası dağıtım ağına dahil olabiliyor. Bir Film olarak, çeşitli yönetmenler, türler ve zaman zaman ülke sineması üzerine eğiliyoruz.
Ülkemizde bağımsız yerli film üretimini destekleyecek bir seyirci potansiyelimiz yok gözüküyor. Ayrıca bu filmlerin sinema dışı gösterim alanları da son derece sınırlı. Uluslararası dolaşım ise yok gibi. İthalatçı, dağıtımcı, aynı zamanda da kendi filmlerini üreten bir yapımcı/yönetmen olarak bu konularda görüşlerini alabilir miyim?
İçinde bulunduğumuz ekonomik şartlar nedeniyle bağımsız film yapmak giderek daha zor bir hal alıyor. ‘Sanat Sineması’ denen filmler dünyanın her yerinde, devlet desteğine ihtiyaç duyuyor. Türkiye’deki destek mekanizmaları hem sayıca az hem de verdikleri destek bir filmin yapım bütçesini rahatlatmaktan çok uzak. Ekonomik göstergeler düzelmeden yakın zamanda bu sorunun çözülebileceğine inanmıyorum. Öte yandan bağımsız film yapımcıları olarak bizim de kendimize dönüp üretimimizi sorgulamamız gerekiyor. Hikâyenizi, rejinizi ne kadar küçültürseniz küçültün sinema yapmak çok pahalı bir iş. Ne gişede ne festivallerde, ne platformlarda ne de uluslararası pazarda görünürlüğü olmayan eserler üreterek bir çıkış yolu bulabileceğimize inanmıyorum.
* Tespitlerine katılıyorum. Film üretiminde yeni bir yaratıcılık vizyonu geliştirmemiz gerek bence de…
Birçok yerli/yabancı endüstri profesyonelini tanıyorsun. Film endüstrisini yakından takip eden, içinde olan birisi olarak Türk Sineması’nın yakın dönemi ve bugünü hakkındaki düşüncelerini merak ediyorum; neler söyleyebilirsin?
Son yirmi yıl içinde gördüğüm en büyük değişiklik birbirimizle dayanışabileceğimiz alanların daralması oldu. On yılı aşkındır Kadir Has Üniversitesi, Sinema-TV bölümünde yarı zamanlı ders veriyorum. Orada öğrencilerime söylediğim önemli bir şey var. Bizler burada ne anlatırsak anlatalım, bu bölümün size katacağı en önemli şey birbirinizin arasında geliştireceğiniz arkadaşlık, iş birliğiniz olacak diyorum. Yukarıdaki sorunun cevabında da bahsettiğim gibi ben de sektör içindeki var oluşumu, yolumun doğru insanlarla kesişmesine, onlarla yaptığım yol arkadaşlıklarına borçluyum. Benim sektöre dahil olduğum dönemde festivallerden, dergilerden, basın gösterimlerinden birbirini tanıyan geniş bir genç kesim vardı. Mithat Alam’ın Boğaziçi Üniversitesi’ndeki film merkezi pek çok kişinin kariyerinin başlamasına olanak sağladı. Bugün değerleri ve ilgi alanları ortak kişileri bir araya getiren bu alanlarda bir daralma olduğunu düşünüyorum. Sinemaseverleri bir araya getirmek, geleceğine endişe ile baktığım film festivallerimizin en önemli faydalarından birisiydi. Twitter, instagram gibi platformlar da maalesef sinema severlerin arasındaki mesafeyi azaltmak yerine artırdı. Yeni kuşak sinefillerin bir araya gelip bir şeyler yaratma yerine, birbirlerinin beğeni ve birikimlerini eleştirmeye daha hevesli olduklarını görüyorum.
Yazar/yönetmen olarak kısa filmlerle başlayan ve uzun metrajlarla devam eden bir kariyerin var. Sektörün bu tarafında üretim yapmaya seni iten sebepler neler? Film ithalatı yapan bir şirkette içerik bölümün başında olman bu sürecini tetikledi mi?
Kendimi bildim bileli çok okuyan, çok izleyen birisiydim. Ne amatör ne de profesyonel olarak sinemayla ilgilenmeye başladığım ilk yıllarda yönetmen ya da yazar olmak gibi bir hayalim yoktu. Sektöre girdiğim ilk yıllarda işim gereği sayısız senaryo okumam gerekiyordu. Pek çoğu usta isimlere ait ve henüz çekilmemiş filmlerin senaryolarını okuyarak, farkında olmadan kendimi eğitmeye başladım. Bunun yanı sıra, o yıllarda vizyona giren pek çok filmin altyazı çevirilerini de ben yapıyordum. Çeviri işi, neden bazı filmlerin diyaloglarının diğerlerinden daha iyi olduğunu merak etmeme sebep oldu. 2000’li yıllarda yurtdışında film yapımı ve senaryo doktorluğu ile ilgili kapsamlı iki eğitime katıldım. Senaryonun teknik bir metin olduğunu fark etmem ve kendi içinde kuralları ve grameri olduğunu keşfetmem bende kendi hikâyelerimi yazmak için büyük bir itici güç oldu.
* Ülkemizde film üretimi zor ve sancılı bir süreç, birçok yetenek bu konuda sonuca ulaşamıyor.
Bir film gibi önemli bir sektör kurucu ve oyuncusunun ortağı olmanın sana filmlerini üretirken katkısı, avantajı oldu mu?
Şüphesiz Bir Film’in varlığı benim senarist ve yönetmen olarak ilerlememde büyük bir etken oldu. Bu iş sayesinde yeteneğine imrendiğim pek çok isimle doğrudan ya da dolaylı şekilde çalışma şansım oldu. Aynı zamanda sektör içinde karar verici pozisyonda bulunan insanlarla tanıştım. Film üretimi için ihtiyaçların ne olduğuna ne tür senaryoların kabul görüp, hangi üretim yapısındaki işlerin daha kolay finanse edileceğine ilişkin çok uzun bir gözlem sürecim oldu.
Projeleri aynı zamanda kendin yazıyorsun. Önemli bir özellik bu. Genç kuşak sinemacı Tunç Şahin nasıl bir yazar/yönetmen? Kendini sinemamız içinde nerede görüyorsun? Referans aldığın, etkilendiğin yerli, yabancı yönetmenler var mı?
İnsan kendi yaratım sürecini dışarıdan değerlendiremiyor. On yıla varan yazarlık, yönetmenlik sürecimin sonunda kendine özgü bir hikâye dilim ve sinema hissim olduğunu düşünüyorum. Ancak bunun adını koymak konusunda zorluk çekiyorum. Kendime örnek aldığım en önemli isimler aslında günümüz sinemacılarından ziyade klasik Yeşilçam’dan ve Hollywood’dan… Sadık Şendil’in yeterince takdir edilmemiş bir senaryo dâhisi olduğunu düşünüyorum. Hitchcock, Kieslowski ve Bergman sinema zevkimi oluşturmamdaki en önemli isimler oldu. Her üç isim de hikâyenin ve dramatik tansiyonun önde olduğu filmler çekerken, yönetmen dokunuşlarıyla filmlerini ayrıksı işlere çevirebilmişler.
Dijital platformların hayatımıza girmesi ile seyirci majör kanallarda göremeyeceği yerli dizi ve film içerikleri izleme şansını yakaladı. ¨BluTV¨ için gerçekleştirdiğin ¨7 Yüz¨ de bunlardan birisi. Döneminde izlemiş ve etkilenmiştim. Bu projenin nasıl oluştuğunu ve gerçekleşme süreçlerini anlatabilir misin? Dizi üretmeye devam edecek misin?
İlk uzun metrajım Karışık Kaset’ten sonra bir süre umutsuzluğa kapılmıştım. Yerli sinemanın bir tarafında sanat filmi tabir edilen hikâyeden önce atmosferin ve sinema dilinin baskın olduğu filmler var. Öte tarafta ise tamamen gişeye yönelik işlerin olduğu komedi ve aksiyon filmleri sektörü domine ediyor. Bu şartlar altında benim yapmak istediğim sinema için geçerli bir mecra olmadığını düşünürken, dijital platformlar çıktı. 7Yüz, her biri en fazla altı mekân ve altı oyuncu için yazılmış metinlerden oluşuyor. BluTV böylesi bir üretim için yeşil ışık yaktığında aslında sektörde oyuncusundan, yönetmenine pek çok kişinin bu tür bir hikâye anlatımı arayışında olduğunu fark ettik. Açıkça projeye giriştiğimizde seyirci anlamında bu kadar büyük bir kabul göreceğimizi beklemiyordum. Ama 7Yüz gösterildiği ilk andan itibaren beğeneni, beğenmeyeni ile referans olarak alınan bir işe döndü.
Son filmin ¨İnsanlar İkiye Ayrılır¨ 2020 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yarıştı ve En İyi Senaryo Ödülü aldı. Hak ettiğini düşünüyorum. Filmle ilgili röportajlarından “Gerçek bir hikâyeden” yola çıktığını biliyorum. Pandemi dönemi hemen sonrası filmin yeteri kadar izleyiciye ulaşamadı. Filmin vizyonunu daha ilerleyen bir tarihte yapabilseydiniz daha geniş bir kitleye ulaşacağını düşünüyor musun? Vizyona o dönemde çıkmak bir hata mıydı? Çok tecrübeli bir dağıtım şirketisiniz aynı zamanda, hep merak etmişimdir bu konuyu?
İnsanlar İkiye Ayrılır’da pandemi süreci ile ilgili ne kadar zorluk varsa hepsini yaşadık. Sete girmemize üç gün kala ilk kapanmayı yaşadık. Planladığımız tarihten üç ay sonra motor dediğimizde, Türkiye’de sete çıkan ilk film ekibiydik. Covid’in yarattığı korku henüz çok yeniydi. Çekim süresince mümkün olan maksimum önlemi almaya çalıştık ancak bu çalışma koşullarını çok zorladı. Filmi bitirdiğimizde birkaç ay içinde hayatın normale dönmesini bekliyorduk ancak vizyon için bir buçuk sene beklememize rağmen sinemalar normal çalışma şartlarına dönemedi. Filmin bakanlık desteği ve BluTV finansmanıyla çekilmiş olması bizi belli noktada filmi vizyona sokmaya zorladı. Bildiğin üzere filmler vizyona girdikten sonra en az beş ay başka bir mecrada gösterilemiyor. Filmin vizyona girmesi geciktikçe, BluTV gösterimi de gecikiyordu. Aylar süren ertelemeler neticesinde en sonunda 2021 Eylül ayında filmi vizyona girdik. Filmin ne doğru dürüst bir galası olabildi, ne tanıtımı yapılabildi. Buna rağmen İnsanlar İkiye Ayrılır önce BluTV’deki gösterim ardından Netflix’teki yayını ile geniş kitlelere ulaşabildi. Covid dönemi sinema ve diğer performansa dayalı sanat dalları o kadar ağır bir şekilde etkilendi ki, bu yüzden ben yine de bu süreci olası en az zararla atlattığımıza inanıyorum.
* Sinema filmi ya da dizi üreten yerli yönetmenler genelde tiyatro ile izleyici olarak ilgilidirler. Film yönetmenlerin tiyatro oyunu yazıp yönetmeleri biz de nerdeyse yok gibidir. ¨Canavar¨ isimli bir tiyatro oyunu yazdın ve sanıyorum iki sezondur sahneleniyor ve takip ettiğim kadarıyla da başarılı bir oyun. Yaşadığım yere henüz gelmediği için izleyemedim. Üretimlerini farklı disiplinlerde çeşitlendirmeni önemli ve kayda değer buluyorum. Niye tiyatro? Yakında roman da mı göreceğiz yoksa? Ne dersin, sevgili Tunç…
Ben hikâyelerimi sahneler halinde düşünüyorum. Bu yüzden roman yazacağımı sanmıyorum. Ancak ben farklı disiplinler için görsel-işitsel hikâyeler üretmeyi seviyorum. 7Yüz dizi ile sinema arasında bir işti. Hikâyemi bir saat içinde anlatıp bitirme fikri bana heyecan verdi. Benzer şekilde yakın zamanda ilk kez kendi yazmadığım bir öykünün, podcast dizisi yapılmasında yönetmenlik sürecini üstlendim.
Oyun yapmak yıllardır aklımda vardı. Son on yıldır, iyi bir sinema izleyicisi olduğumdan daha iyi bir tiyatro izleyicisiyim. Canavar’ı da ilk kez 2018 yılında defterime not aldığımda bir oyun olarak hayal etmiştim. Tiyatro zorlukları olmakla birlikte sinemaya göre daha özgür bir alan. Süresinden, biçimine sonsuz versiyonu var ve bu üretimlerin hepsi tiyatro olarak kabul görüyor. Oyunu çıkarırken, finansman, zaman, bütçe gibi konulardan uzaklaşıp sadece dramaturji çalışmak, oyuncularla daha ilk günden hikâyenin içine düşmek bana bir yazar olarak çok iyi geldi.
Her söyleşiyi bu son soru ile sonlandırıyorum. Son okuduğun kitap, film ve dinlediğin müzik albümü hangileri? Ve nedenleri…
En son Kemal Tahir’in Kurt Kanunu’nu okudum. Cumhuriyet’in ilk yıllarında tıpkı şu an yaşadığımıza benzer bir siyasi atmosferde geçen, polisiyesi, dili, olay örgüsü çok kuvvetli muazzam bir metin. Sinemada en son Kuru Otlar’ı seyrettim ve bayıldım. Uzun zamandır müziği albüm şeklinde tüketmiyorum ama bu soru sorulduğunda aklıma ilk gelen Sufjan Stevens’ın Carrie & Lowell albümü. Tamamı kayıp ve kabullenme üzerine, çok derin, çok etkileyici bir çalışma.