Geçenlerde bitirdiğim bir roman aklıma neler neler getirdi…
Kendine Tapan Kadın adlı romanında Suat Derviş toplumun farklı sınıflardan insanlarını, yeni zengin bir tüccar olan Nurullah ve sınıf atlama meraklısı karısı, güzeller güzeli Sara’nın dillere destan düğünü etrafında bir araya getiriyor. Davul bile dengi dengine diyoruz okudukça, ama biz bu lafı zaten duymuştuk. Neden bu romanı okuyalım düşüncesi hepinizin aklından geçiyor muhtemelen şu anda. Suat Derviş okumadıysanız, dönemin yaşantısını bir kadın yazarın gözünden görmek istiyorsanız, gazete tefrikalarının okuyucunun ilgisini tutmak için nasıl manevralar yaptığını görmek üzere geçmişe yolculuk yapmak için okuyabilirsiniz mesela. Bugünün dizi mantığıyla karşılaştırmak isteyenler için keşke tefrikaların bölümlemesini kitapta da korusalardı diye çok geçirdim içimden, belki bir sonraki basıma yaparlar.
Romana döneyim; Sara’nın geçmişi onu geldiği sınıftan, hatta ana babasından bile nefret ettirecek kadar kendisine yabancılaştırmış, filmlerde gördüğü bir eli yağda bir eli balda hayatın ışıltısına ulaşmak için sevmediği ve dünya çirkini bir adamla evlenmeye razı etmiştir. Nurullah’ın yaptığı yolsuzlukları yazar bir ara kulağımıza fısıldar fısıldamasına, ancak herkesin dilinde Nurullah’la evliliğini kabul edilemez yapan şey onun biçimsiz, çirkin bedenidir. Anlatıcının gözünden tanıştığımız roman kahramanlarını geçmişleri ve bugünleriyle tanıtan yazar hepsine eşit uzaklıkta duruyor, Sara’ya da; kendine tapma noktasına geldiğini birkaç anekdotla aktarırken Sara’nın zenginleşme arzusunun karşısında duvar gibi durur, onun iç sesini duymak ya da duyurmak istemez.
1947 yılında yazılan romanın dili hariç bugünün dünyasında anlaşılmayan, uzak gelen yanı yok. Kent hayatının nimetlerinin geniş bir alanda, kitlelere ulaşabildiği bir ortamda kahramanlarımız kentin anonimliği içinde özgürlüğün her türlüsünü, tabii ki paralarının yettiği kadarıyla yaşarken, aldıkları kararların kendilerine uygun olup olmadığını sorgulamaya pek de fazla fırsat bulamadan kendilerini briç partilerinde, Caddebostan sahilinde bulur, bazıları da zenginlere yardakçılık ederek içtikleri beleş içkilerle oyalanmaya devam ederler, zenginler ya da eğitimliler kulübüne girmek için hababam çalışırlar. Yarın yokmuşçasına tüketen otel müşterilerinin yaşadığı Truman Show’a girmeyi başaran Sara olmasa sanki sistem mükemmelen ve ilelebet sürecek gibi ihsas ettirilen okuyucu olarak arada isyan etsem de Suat Derviş’in hikayenin arasında anlattığı kısa hayat hikayeleri, dedikoducu muharrir gibi müdahaleleri anlatımı çok sevimli hale getiriyor, ‘eee sonra noolmuş’ hissiyatına sevk ediyor.
Suat Derviş adının edebiyatımızın büyük romancıları arasında sayılmamasının nedeni zannımca kadın olduğu kadar gözlem ve analizlerinin kimseye torpil geçmemesi. Truman Capote gibi o da ölümünden sonra kıymeti bilinenlerden. Romanla ilgili spoiler vermekten çekinmeden bugünün gerçeğine bu kadar yaklaşmış olmasının nedenlerini konuşayım istiyorum.
Kendine tapan Sara büyük umutlarını gerçekleştirmede başarılı olsa da içindeki boşluğu dolduramamakla cezalandırılır romanda. Saf sevgiyle sevmesini bilen iki genç de, kadının yaşça büyük ve dul olmasına ‘rağmen’ bir araya getirilir. Tefrika fazla uzamış olacak ki alelacele bir nişanla gelen bir mutlu son okuyucuya olumlu örnek olarak gösterilir gösterilmez roman biter. Ancak uzun uzun yapılan karakter tahlilleri ve yazarın kendi çağına düştüğü notlar nasıl bir dünya özlediğini gösterir. Hak edip etmediğini sorgulamadan sadece isteyen ve satın alan Sara’yı okurun gözünde mahkum eder Derviş. Yalısında verdiği davette açık büfedeki yemeklerin yabancı dillerdeki isimlerini bilen ve seven misafirleri karşısında yenildiğini hisseden Sara içi sıkılarak kendi evinden kaçmak ister. Para babası Nurullah Yurdakul ilk defa Sara’nın gözünde de küçülür.
Uzak bir akrabamın, hadi ona da Serap diyelim, genç kızlık hayallerini hatırladım Sara’yı okudukça. Anneanneme misafirliğe geldiği zamanlarda saatlerce aynanın karşısında taranır, evde kimse yoksa giysilerini çıkarıp iç çamaşırlarıyla kalıp (küçük -çocuk olduğum için önemsemezdi beni), vücudunu seyrederken arabesk çalan tek tük radyolardan birini açar, hayallere dalar, makyaj yapardı. Çirkin ve zengin bir Nurullah yerine kaba saba, işsiz güçsüz bir delikanlıya kaçtı ve ona yıllarca Clark Gable’ım diye seslendi. Evliya hikayelerine karışmış Hollywood filmleriyle büyümüş Serap ablanın tanıdığı kahramanlar zaten o kadardı.
Serap abla içindeki boşlukla ne yapacağını bilemeyen bir kadın olarak çok ezildi, çalışmayan kocasının sorumsuzluğu yüzünden aç açıkta kalmaktan memurluk yapan ablası sayesinde kurtuldu. Çocukları da tıpkı ana babalarına benzedi, okullarını yarım bıraktılar, kızı kendinden çok yaşlı ama hali vakti yerinde bir adamla evlendi, oğlu bir tarikata girdi ve kendisine münasip görülen bir kızla baş göz edildi. Bu hikayede de mutlu son olmadı velhasıl.
Giderek taşralaşan İstanbul’un tektipleşen binaları, otobanları, alışveriş merkezleri içinde kendisine daha rahat yer bulan Serap ablalar için hayat epey kolaylaştı galiba. Girilecek ‘yüksek tabakanın’ görgüsü ve eğitiminin değersizleştirilip yalnızca parası göz alıcı kalınca ihtiyaçlar değişti. Televizyondaki hayaller kısırlaşıp kaynana-gelin-görümce muhabbetleri hayatın tek gerçeği gibi dayatıldıkça olan bitenden mutsuzlaşanların sesi cılızlaşmaya, giderek ayrıksılaşmaya başladı. Bir gelinlikçi 2000’li yıllarda “Tek Emelim” adında bir marka üretmeyi düşünebildi mesela. Bugünün Behire’leri taliplerini televizyon kanallarında aramaya başladılar. Sara’ya utanç ve rahatsızlık veren sınıf bilinci eksikliği ve fakirlik baki kalsa da kültür sanat, medya ve eğitimin yerlerde sürünen hali başka bir dünyanın varlığını hayal etmeyi uzak ufuklara çekti. İstanbul kasaba ahlakına teslim olurken bazılarımız durup bakıyor, çoğumuz da çekip gidiyoruz.
Romanın bugünle bir başka benzerliği de sistemin bütün çarpıklıklarını kadınların omzuna yüklemesi ve kadınların mutlak surette güzel olmalarının önemi. Ahlaklı, sevecen, cömert, dürüst, diğerkam olmanın hep kadınlardan beklenmesi gerektiği bugün de sıklıkla ve yüksek sesle dile geliyor. Dolayısıyla yazarın kadın olması yapıtın mizojiniyle flörtünü engelleyemiyor. Sevmeyi, yetinmeyi bilmeyen kadınlar yüzünden gelen felaket hikayelerini Nuh tufanından bu yana dinlemekten bıkmamışlığımıza hayret mi etsek, yeni hikayeler mi yazsak sorusunu buraya sessizce bırakırken bir tesellim var. Neyse ki feministler o günden bugüne kız kardeşlik üzerinde çok çalıştılar ve çalışmaya devam ediyorlar. Kadınlar da artık hikayelerini bambaşka yerlerken okuyup yazmaya başladılar.
Romanın sonunda Suat Derviş’in aldığı eğitimin kendi sözleriyle alıntılandığı kısmı okuyunca neden kendisi gibi bir kadının romanda olmadığını düşündüm, belki utangaçlık, belki kendisini o kadar da beğenmemekten ötürüydü. Yazdığı kitapların tam listesinin bile tutmamış bu verimli yazarın hayatına bugünden bakmak birçok açıdan değer taşıyor: “Elifbayı Ali Rıza Efendi adında sarıklı bir hocadan, Fransızcayı da kızkardeşimle beni yetiştirmek için Fransa’dan getirtilmiş bir Fransız mürebbiyeden öğrendim. Birinci Cihan Savaşı’ndan sonra mürebbiyemiz Fransa’ya gittiği için yerli bir mürebbiyemiz oldu ve Almancayı hususi bir hoca ile öğrendim. Sonraları Abdülhak Hamit Bey’in ağabeyi Abdülhak Nasuhi Bey’le halamın torunu olan ve Ferciati’nin genç ölmüş bir şairi bulunan Abdülhak Hayri Ağabeyimden Edebiyat, Türkçe, Arapça, Farsça, Tarih dersleri aldık. Babamız kız kardeşimşe bana hikmet, kimya, hayvanat, nebatat, teşrih, fizyoloji ve coğrafya, kozmografya, mantık öğretti. Amcamız Tevfik Derviş Bey de riyaziye derslerimizle meşgul oldu. Mütareke sıralarında İstanbul’da bulunan ve evlerinde hususi ders görmüş genç kızları darülfünuna, imtihana hazırlayan bir hususi mektepte bir sene zayıf olduğumuz derslerden kurslara devam ettik. O zaman bazı derslerde tıbbiye 1 seviyesinde olduğumuz, bazılarında çok daha zayıf bulunduğumuz meydana çıktı. Fakat sene sonunda imtihan verdik ve Bilgi Yurdu’ndan belge aldık.” S. 344 |