Eski İstanbullular için Boğaz’a gitmek denizaşrı seyahate çıkmaya benzer.
Günler evvelinden nevâle hazırlığı başlar.
Bir lojistik faaliyet ki, sormayın; askeriyede sahra mühimmatı bunun yanında esas duruşa geçer.
O vakitler deniz diye bilinen Boğaz’da tenezzühe çıkmak, bir büyük maceraya kalkışmakla, keşif yapmak üzere bilinmez bir yerlere gitmekle eş değerdi.
Besmeleyle gidilir selametle gelinir, konu komşuya haftalar boyu anlatılacak serüvenle eşdeğer eni konu sohbet malzemesi geri taşınır.
Denizle oldum olası alışverişi olmayan, ¨Karpuz kabuğu denize düşmeden de ayağını suya sokmayan¨ İstanbul halkının vapur sefası, güvertesinde oturup köpürtülü ve yer yer âdeta sıtmaya yakalanmış gibi titreyen suların seyrini ederek, bu arada denize bir faydası olur belki diye arada bir simit ufaraklarını martılara atıp bununla pek neş’elenerek sürerdi; hâlen de öyledir.
İşte bu yüzden eski İstanbul vakitlerini bir yana bırakınız, yakın zamanlara kadar Boğaz yerlisi için hafta sonları çekilmez bir vaziyet alır; ya sabır çekilir. Boğaz’da oturanların kıyılara işgal başlayınca kaçacakları geride bir toprak parçası iyi kötü vardır, kâh Kadıköyü’ne sığınırlar kâh Taşdelen’e gidip su küplerini doldurur ve bazen de hava iyiyse Çamlıca’lara çıkarlar.
Ama ya adadakiler öyle mi, çepeçevre suyla kuşatıldıklarından, şehirliler gelince evcağızlarına hapsolurlar.
İşte Boğaz yerine Büyükada’ya gidenlerin mahşerî kalabalığına her pazar katlanan sakinleri, hele 23 Nisan bir geldi mi, evlere kapanır, panjur indirir, perde çeker ve Hristiyan Aya Yorgi kutlamalarında dua edip dilekde bulunacak Müslüman halkın adayı işgalini tül arkasından izler; o gün örfi idare zamanlarının sokağa çıkma yasağı kendiliğinden ilan edilmiş olur.
Büyükada İskelesi de karınca yuvası gibi insan kaynar. 1899’da İzmitli Ermeni mimarımız Mihran Azaryan Efendi tarafından yapılan iskele binası birazcık kiliselere benziyorsa da camiyi andıran kubbesiyle gönülleri fetheder; sinagogların hatırını da Azaryan Efendi unutmamıştır.
İstanbullu için piknik âdetinde ilk istikâmet, ahaliyi kucaklayan pehlivan meydanı gibi kocaman çayırlığıyla, evvela, Küçüksu’dur.
Küçüksu Boğaz’ın Anadolu yakasında çamurlu su akıtan bir dereciğin çayırlık kısmıdır ki, buraya gelenler karaya çıkmış Penzance Korsanları gibi iyicil kalpleriyle çimene adım atar. Akşama kadar dünya vakit vardır, hepsi birden neşeyle çayır çimen yayılır.
Şehir Hatları vapurlarıyla Küçüksu’ya gelip, karaya ayak basar basmaz hemen mangalı tüttürüp, acıkmış mideleri doyurduktan sonra, evden bunca zahmetle taşınmış kilim üzerinde yan gelip yatmak için sabahın erkeninde yola çıkan ailelerin 1930’dan beri adım attığı iskele artık vapurlara merhaba demez.
Şimdi iyiden iyiye, halkın ilgisi AVM adındaki alışveriş mekânlarına döndüğünden olacak, bir daha hiç açılmamak üzere 1980’de kapatılmıştı; iskele babaları üzerindeki veranda çaycı oldu. Neyse ki birkaç yüz metre ötesinde Anadolu Hisarı iskelesi var da, deniz yoluyla gelmeyi bugün isteyenler oraya ayak basıyor. Çayırlığa kavuşmak hasretiyle gün çeken şehirli İstanbul insanı için karadan Küçüksu’ya gitmesi, evvel eski tatlı bir derttir.
İstanbullu evvela Pazar sabahları yola çıkıp Üsküdar’a varacak, sonra Vaniköy târikiyle kıvrım kıvrım Boğaz yollarını aşıp buraya ulaşmaya çalışırken, bu trafik niye böyle sıkışık diye feryat edecektir; figan kısmını da akşamları geri dönüş zamanına saklayacaktır. Bütün ezâsına rağmen yol yine de keyiflidir, köşkleri, malikâneleri, hele kasr’ları seyrede ede gidilir.
Buraya gidenlerin yol boyunda önüne çıkan Küçüksu Kasrı, Sultan Abdülmecid’in isteğiyle Balyan Ailesinin ünlü mimarlarından Nikoğos Ağa‘ya yaptırılmıştır.
Göksu deresiyle Küçüksu deresi arasında yer alır ve demek ki, biz oraya gidince iki dereyi birden görürüz; fakat Küçüksu deresini bahar mevsiminde iyice aramalıdır, biraz su birikintisi görürsen gördün, buldunsa buldun, işte o deredir; yoksa yazları kurur gider.
Küçüksu’ya pikniğe gelenler evvela çayırda yer kapmak için telaşe gösterdiğinden, ne dereye ne Kasr’a bakmayacak, en münâsip yere bir an evvel hasır serecektir. Mesele azıcık olsun toprak benim olsun kaygısıdır. İlk yerleşmenin ardından nevâle sepeti açılır, akşamdan hazırlanmış ne varsa ortaya dökülür. Bu hazırlığı yapmamışların gideceği lokantalar, sıkı bir cebe ve azıcık kalın cüzdana bakar. Lâkin bütün bütün hakkını da yememeli, halk için dumanı bacasından tüten köfteci arabalarından tutunuz, türlü seyyar satıcılar ortalığa yayılıverir; iyi biliriz.
Salatalık soyup tuzlayanı, midye dolması satanı, mevsime göre mısır kaynatanı, taze badem getireni, bunlar hiç olmasa lahmacuncusu dahi boldur.
Akşam olup çayır boşaldığında, ortalık Belediyenin temizlik işçilerine kalır.
Sanki Küçüksu böyledir de, hemen tam karşısına kerteriz alırsanız bodoslama gidip iskelesine yanaşacağınız, çayıyla meşhur Emirgân pek mi farklıdır?
Emirgân’a karadan, Boğaz’ın sahile yanaşık asfaltını izleyerek gitmenin heyecanı şurada dursun, asıl denizinden gitmek en makbulüdür. Ne var ki, bir müddet kapalı kalan iskelesine vapur yanaşmamıştır; şimdilerde püfür püfür vapurlar alabanda iskele yapıp çıma bağlamaktadır.
1851’de açılan iskeleye o zamanlar Mirgün İskelesi denmekteydi; bu adı niye verdikleri de hiçbir yerde yazılı değildir. İsmi bir yana dursun, iskele binası eski İstanbul’un tarihî eserleri arasında bayrağı çeker.
Buradan karaya ayak basıp, karşınıza çıkan kocaman bir dev gibi birkaç yüzyıllık heybetli çınara doğru yürüdünüz mü, fokurdayan semaverler, kaynayan cezveler, kırmızı beyaz puantiyeli veya kareli patiska örtülerin kapladığı masalarla dolu bir çay bahçesi görürsünüz. Girip oturun, çayınızı höpürdetin.
Lakin Emirgân’a gidip şairimiz Attilâ İlhan‘ı anımsamamak olmaz; ¨Beni bir kere dövdüler¨ şiirinde der ki:
¨Emirgân’la aramız eskiden beri yok,
niye ölmedim diye bana bozuluyor…¨
Bununla yetinmez merhum Attilâ Bey, ¨Emirgân’da Çay Saati¨ başlıklı bir şiiri de bize okutur.
¨ Bir çay yalnızlığı Emirgân’dan öteye
değdikçe ısındığı yaldızlı bardağın
Nedim’den yansıması Tatyos Efendi’ye
Tenha bir genç kız sesiyle Hicazkâr’ın…¨
Etekleri kırmızı beyazlı çay tabaklarında eliniz değdikçe yaldızlı ve ince belli bardakta ısınan çayınızı Emirgân’da yudumlarken, dilerseniz Hüsnü Arıkan‘ın Emirgân’da Makes Hanımla şarkısını da mırıldanırsınız.
¨Bir keresinde biz Mâkes Hanımla Emirgân’da hiç çay içmedik…
Bir akşam üstü olsun hiç öpüşmedik…¨
Çayınızı içtiniz; oh, afiyet olsun!
İsterseniz şimdi aşağı yukarı, sonra yukarı aşağı, ufaktan bir yürüyüş de yaparsınız Emirgân’daki Mihrâbat Korusu’nda; iyi gelir.
Tarihi çeşmeyi de görünüz ve unutmayınız, sizin için 1783’den beri suyunu akıtır; Şehzade Mehmet yaptırmıştır, hayrına ve sevabına…
Daha vakit var! Nereye gidiyor, yoksa geri mi dönüyorsunuz?
Henüz akşam olup sular kararmamıştır, Boğaz’ı tekrar iskele iskele gezip, geçmeye zaman çok…
Şimdi Şehir Hatlarının vapuruyla Kanlıca’ya geçip yoğurt yeme zamanıdır.
Fakat aldanmamalı, bugün artık Kanlıca’da eskisi gibi mandıra bulunmadığı gibi yoğurthane de yoktur. Dışarılık yerlere yaptırılır bugünün Kanlıca yoğurdu ama siz buna aldırmayınız. Eski zamanlarda bir yalının rıhtımına yanaşıyordu vapurlar, sonradan ihtiyaç hasıl olunca iskelesi, 1914’de yapıldı.
O iskele, bugünün iskelesidir. Ayak bastınız sağsalimen, şimdi doğru rıhtımdaki kahvehaneler semtine gitmelisiniz. Burada birçok tabela görmek şaşırtmasın; her biri birbirinden tarihî, en eski, en muteber olduğunu söyler ya, siz Boğaz’a karşı üstüne pudra şekeri serpilmiş bir plastik kâsede iki üç kaşıklık yoğurdunuzu afiyetle yer, sabah çıktığınız bu seyr-i seyahati tamamlarsınız.
Yoğurda Çengelköy hıyarı doğramak, sonra azıcık tuzlu suyu çalkalayıp bundan cacık yapmaya heveslisi varsa, Çengelköyü’ne, bostanlarına buyursun. Eskiden hep öyle yapılırdı.
Üzümünü ye, bağını sorma gibi her derde devâ, bin türlü soruya cevap sayılacak bir veciz sözü olan halkımıza hıyar lazımdır, iskelesinin tarihi değil.
Tarihini bilmeyen, merak da etmeyen halkımızın Çengelköyü İskelesinin ne vakit inşa edildiğine dair bir sorusu olmayacağından, biz de arasak bile bulamayacağımız için, dilimiz lâl kalır, sus pus olur. ¨İşte bir vakitler yapılmıştır,¨ deriz ve geçeriz; bununla yetiniriz. Allah için güzel binadır, yazları serin kışları ılıca gibidir.
Boğaz’ın iskeleleri say say bitmez ki! Bunun Arnavutköyü var, Kandilli’si var; daha bitmedi, Ortaköy’ü, İstinye’si, Bebek’i, Sarıyer’inden kalkınca Beykoz’u, sonra Çubuklu’su… Haydarpaşa’sı, Eminönü ve Karaköy’ü… Birçoğu da yolcusuzluktan siftahsız gün geçirir, memurları sinek avlar.
Mesela Beylerbeyi İskelesi Üsküdar’dan sonradır, kapısı açıktır, pek geleni gideni olmaz; tarihi de hiç bilinmez.
Kapatılanları da saymadan şuradan buraya gitmeyiz: Salacak’ı, Yedikule’si, Tarabya’sı, Kireçburnu’su, Yemiş’i, Kâğıthane’si, Zeytinburnu’su, Cibali’si ve Boyacıköy İskelesi…
Haliç’teki Fener, Balat, Hasköy, Sütlüce gibileri bir açılır bir kapanır; şimdilerde açıktır.
İskele gişelerinden biletimizi alıyor, memurlarına selam veriyor, çımacılara göz ucuyla bakıyor, sonra sancak tarafından yanaşmış gemilere alıcı gözle bir bakıp, hani batar mı çıkar mı gibisinden tartıyor, kaptan efendinin köşkün camekânından iskeleyi temâşa edişini görüp kaptanımızdan emin oluyor ve Boğaz sularına tekrar karışıyoruz.
Evim evim güzel evim, evli evine ve köylü köyüne misali Boğaz macerasını tamamlamış İstanbullu şimdi mahallesine dönmektedir.
Dönüşünüz Beşiktaş İskelesi üzerinden olacaksa 1851’de Şirket-i Hayriyye tarafından Kirkor Ustaya yaptırılan iki katlı binası sizi bekler, içinden geçersiniz, çıktığınızda Tophane simit fırınlarından gelen akşam çıtırında gözünüz kalır; alın, yiyin, afiyet olsun…
Kadıköyü’ne denizden gidenleri ise o vakitler 1846’da yaptırılmış eski iskele binası bekliyordu, şimdiyse birkaç farklı iskelenin direkleri midye bağlar, durur; gemiler de yanaşır yanaşır, yolcu taşır.
Yaradan dağdaki kurdun kısmetini de düşünürmüş, iskele midyelerini hiç düşünmez mi!.
Midyeler dahi bir iki açılıp kapanarak yapıştıkları iskele direklerinde günlük iaşe bedellerini denizin bulanık suyundan elde ederler.
İskele mimarlarına, oraya taş taşıyıp döşeyen emekçilere dua ederler.