Alev Alatlı 2 Şubat’ta bu dünyaya veda etti. Onu seven, sevmeyen sosyal medyada, gazetelerde bir biçimde andı. Yazınsal ve düşünsel iniş çıkışlarına rağmen kendi fikrinin ve iddialarının peşinden gitti demek bir abartı sayılmaz. Birçok sanatçı, sinemacı ve yazar gibi iktidardan ve erkten yana olduğu da herkesin malumu.
Aralık 1986’da ilk, Şubat 2002’deyse 4. baskısı yapılan İşkenceci yayımlandıktan sonra ödül de aldı. Başka yayınevleri tarafından yeni baskıları da yapıldı ama pek tartışılmadı nedense. Ne eleştirmenler tarafından ne de edebiyat tarihçileri tarafından… Akademik çevrelerce fikirleri ve eserleri hakkında yapılan kimi çalışmalarda bu kısa metni için de birtakım saptamalar yapılmış, hepsi bu… İşte bence Yazko başkan yardımcılığından bugün pek çok kimsenin adeta uzak kaldığı Alev Alatlı’nın en azından siyasal düşüncesinin, yolunun başlangıcı diye düşündüğüm İşkenceci’sini ele alarak, ne anlatmak istediğine değinmek istiyorum.
Alev Alatlı’ya göre işkence eden, işkence edilen ve işkence ettiren de aynıdır: İnsandır yani. O, bu saptamasını yapıtının başından itibaren sezdirir okura. Hatta okurun gözüne sokar. Böyle bir ‘hümanizm’in ayaklarının yere basıp basmadığını bir kenara koyalım şimdilik. Âdeta bir değnekte üç boğum gibi işkence eden, edilen ve de ettiren üçlemesi başından itibaren üçayaklı bir masayı çağrıştırıyor bana. Bu yazıyı yazmamın ve Alev Alatlı’nın “işkenceci” adlı yapıtını yıllar sonra yeniden okuyup değerlendirmemin nedeni şu: Son zamanlarda gündemi yeniden bir bakıma işgal eden kimi iç ve dış sosyal etmenler. Önce Amerika’nın Raporu, ardından Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye’deki insan hakları konusunda yayımladığı ve çeşitli ajanslar aracılığı ile dünya kamuoyuna sunduğu rapor ve belgeler üzerinde en azından eğri oturup doğru düşünmemiz gerektiği düşüncesindeyim. İnsan hakları ihlalleri, yurdun her köşesinde Kürtlere ve siyasetçilerine yapılanları, BİK aracılığı ile kimi muhalif gazetelere yapılanlar; yerel ve ulusal medya yazar ve gazetecilerinin yaptıkları haber ve yorumlardan dolayı tutuklanmaları, gözaltına alınmaları… Bu ve benzeri çıkışlardan paniğe kapılmanın, herkes bize karşı, kimse iç işlerimize karışamaz türünden savunmalara girmenin bir yararı olmadığını söylemeliyim birçoğu gibi. Kendi dışımızdakileri toptan düşman görmenin ve o her kimse bize dediklerimize önyargılılar zaten demenin mantığı artık hiç kimseye, pek de inandırıcı gelmezken; hâlen görüntüyü kurtarmanın, kanıksanmış yanlışları ve gerçeklikleri savunmak, düz duvara tırmanmaya çalışmak kadar boş ve gereksiz olduğunu görmeliyiz. Çünkü bunlar hiç mi hiç işe yaramıyor. Bütün kurumlarla ve siyasi yapılarla topyekûn düşünülmesi gereken şu: Kendimize dönük olabilmeliyiz. Kendi yanlışlarımızı, çelişkilerimizi ve eksikliklerimizi başkalarından daha önce ve daha çok öne çıkarmalıyız. Kendimiz ve farklılıklarıyla kabullenip birlikte yaşamak istediğimiz herkes için… Karşılıklı ayna olmak, saklısız, gizlisiz ve de art niyetsiz, içten pazarlıksız üstelik… Kendimiz olabilmek ve kendi kalmak isteyene hoşgörülü ve saygılı olmak… Belki de bütün mesele bu. Çok sesliliği ve farklılıkları korumanın, geliştirmenin ve kalıcılaştırmanın temelinde bunlar da olmalı. Demokrasinin hâlen küçük mü küçük bir “d” ile yazılmaması, içimizden sessizce geçirdiklerimizi büyük harflerle ve gönül rahatlığı ile söylememiz gerektiğini ne zaman öğreneceğiz ve de kabul edeceğiz? Şeffaflaşmak aynı zamanda düşünen ve de üreten beyinlere güvenmeyi de içermelidir. Tabii ki olumsuzlukları gidermenin ve yeniden yapılanmanın, kendi kısmı haklarını içeren yasalara gerçekten sahip çıkmanın önünü açmak istiyorsak hepimize sorumluluklar, görevler düşmektedir.
Düşüncelerinden, yazdıklarından dolayı cezaevine alınan aydınların, yazarların, gazetecilerin, sendikacıların, şairlerin vs. yaşadıkları karşısında kafalarını âdeta kuma sokanların, nemelazımcıların, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasıncıların bu gerçeklerden kaçabilmeleri olanaksızdır. Bu gibi gerekçelerin arkasına sığınmak, saklanmaya çalışmak da sorunları çözmez, çözemez. Böylelerine duyarsız olarak yaklaşmak da işe yaramıyor, yaramayacak da. Ülkemizin kanıksanan gerçekliklerinden kaynaklanan ekonomik dengesizliklerin sunî çarelerle çözümlenemeyeceğini bilmeliyiz. Bunun için olması gereken toplumsal örgütlü mücadelelerin alanları, sınırları ve politikaları daha net, daha geniş ve daha kalıcı olmak zorundadır. Kendimiz olmanın ve böyle kalmanın, bilinçlenmenin, örgütlü direnmenin ve mücadelenin, daha da insanlaşmanın engellenmeye, durdurulmaya ve bastırılmaya çalışıldığını, üstelik de çok yönden çok örgütlü, güçlü biçimde yapıldığını yadsıyabilir miyiz? Bu çabanın tümel araçlarından biri de “zor” dur. “Zor”un parçası olarak işkence ve işkenceciler sırf bu yüzden bile olsa bu denli hafife alınabilir mi hiç? Suni ve birbirine pamuk ipliği ile bağlı dayanakların doğasının bir sonucudur işkence ve işkenceci. Sistemleştirilmiş olsun ya da olmasın işkencenin var olması günümüzde hayatın her alanında varlığını vahşice, sistemli sürdürmektedir.
Klasik işkencehanelerin ve işkencecilerin yöntemlerini, araçlarını kullanmasalar da, bu vahşilik eskiden olduğu gibi babadan oğula geçmese de, toplumun bir bakıma paryalarından olmasalar da (bu konuda Osmanlı’nın işkencecileri olan cellâtlarını ve yaşamlarını anımsamamız yeterli olacak kanısındayım.) her sınıftan ve meslekten işkencecinin olduğunu biliyoruz. Askeri faşist dönemlerin açığa çıkan belge ve arşivleri bunun kanıtlarıyla dolu… Yani yaşama biçimlerini, tekniklerini geliştirdikleri ve geliştirmeye de devam ettikleri acı bir gerçeklik olarak çıkıyor karşımıza.
Günümüzde asıl işkence ve işkencecilerin duvar altında kalmadıklarını gösteren ne yazık ki kanıksadığımız, üstelik de canımızı çok acıtan örnekler var. İçine doğduğumuz kültürün ve yaşama biçiminin bir sonucudur “işkenceci” yazara göre. Alev Alatlı, bu olguya farklı bir bakış getirmiş kendince. İşkenceciyi Türkiye gerçekliğinde ve özelinde “tip”leştirmiş. O, ülkemizin sosyokültürel gerçekliğinde itilmiş, kişilik edinmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin “ilk egemenleri” iktidarlarını (1923 -1950) güçlendirmek için “zor”u kullanmak zorunda kalmışlar. (Yani zor onların seçimi ve isteği değil sebep-sonuç ilişkisi gibi, zorunluluktan, mecbur edilmişler zor kullanmaya vs.) Ama başvurdukları “zor” sonunda “işkenceci”nin ortamını, doğumunu (ekleyelim serpilip büyümesini, okula gitmesini, işini daha iyi yapmayı öğrenmeyi…) hazırlamıştır. Yazarın bu saptamasını güçlendiren detay birinci bölümde verilmektedir. “İlk egemenler”in “zor”lu sürecinin sonucu olan “işkenceci”nin genetik yapısından tutun da onu sosyalleştiren birçok etkene kadar olgular da ballandırılarak anlatılır. Ama yazara göre, “işkenceci” salt bunlardan oluşmamıştır. Yazar, 1950’ye kadar var olan “zor”lu sürecin bitmesiyle birlikte “işkenceci”nin karşı atağa geçmek zorunda kaldığını belirtiyor.
Değişen dünya konjonktürü ile birlikte “ilk egemenler”in yerini alan “ikinci dönem egemenler”in karşı şiddetiyle karşılaşıyorlar. “İkinci dönem egemenleri” (DP) iktidarı ile birlikte egemenliği kaybeden “ilk egemenler”in ardılı olanların yaşamları zorlaşıyor. Çok partili dönemle dış koşulların ve iç koşulların etkisiyle güçlenen yeni siyasi oluşumların neredeyse tümü “işkenceci”nin karşı atağa geçmesinin altyapısını hazırlıyorlar.
“Zor”lu sürecin ürünü “işkenceci”yi kullanmaktan geri kalmıyorlar. Acılandıran bir araç olması hızlanıyor bu yüzden. “İlk egemenler”in anti-emperyalist çizgisi 1945 yılından sonra sapmaya başlayınca, iç gelişmelerden dolayı perişanlığın sınırındaki insanların tünelin ucunda gördükleri ışığa dönüşen “Amerikancı” “İkinci dönem egemenleri” umut olur onlara.
(1950 – 1960) süreci, erkin militarist yapısını da tehlikeye sokunca bütün bu olumsuzluklardan dolayı “ilk egemenler”in yandaşlarının, destekçilerinin ve sevenlerinin ekonomik çıkarlarını da engellemeye başlayınca “ilk egemenler”i de kurtaracak bir “ara süreç” gönüllüleri “zor”a başvurur. Bir Başbakan ve iki Bakan asılır. Yine zaman içinde bozulan ekonomik ve siyasi yapılar dengeleri altüst eder. “Ara süreç” gönüllüleri kurtarıcılığa soyunurlar. Her iki grubun egemenleri için oluşturdukları bu “ara rejimler” de “zor”u kullanırlar. Bu “ara rejimler” diğer süreçler gibi “işkenceci”nin işine yarar. “İşkenceci” bir bakıma, “ara rejimler”le kendini yaratanları cezalandırır.
(1961-1980) “ara rejimler”inde isteğe göre iş gören “işkenceci” artık yeni bir kimlik edinir. (İşkenceci bir bakıma Frankenstein’in yaratığıdır. Çünkü bilinenin aksine Frankenstein yaratığın değil yaratıcısının adıdır. Yaratığın bir ismi yoktur. Romanda toplum dışına itilen, kendi savaşını veren ve bu savaşta yenilen farklı insanların acıklı öyküsü anlatılmaktadır. Ve işkenceci’lerin adları yoktur.) Bu yeni kimliği onun kişiliğini hiç değiştirmez. Çünkü ‘görüntüyü kurtarmaya’ bile yaramamaktadır bu yeni kimlik. Güdümlü ve dizginli olması için yapılan çalışmaların tümü onu frenleyemez. “İşkenceci”nin münferit olaylardır diye kılıflandırmaya çalıştıkları davranışları karşısında bile kendisine ihtiyacı olanlardan kuşkulanmasına yeterli gerekçedir.
Bu yüzden “işkenceci” yaptıklarından pişmanlık duymasını açıklamasını isteyenlere ve kendisine gem vurmaya çalışanlara öfkelidir. “İşkenceci” eski İstiklal Madalyası sahibi toprak ağası Abdurrahman’ın oğludur. Kırsal kesimin verdikleri ile kent yaşamının vermeye çalıştıkları onu bambaşka biri yapar. Her şeyden önce çok uyumsuzdur. Kimlik ve kişilik kazanmak çabasındadır. Sonunda “zor”un ‘acılandıran aracı’ olur. Çünkü içine doğduğu kültürün ve ortamın okullarına gitmiştir, ama Mefaret Öğretmen onu istenilen kalıba sokamamıştır. Kısacası içine doğduğu yaşamın her şeyi “işkenceci”yi bu yönde sosyalleştirmiştir.
‘Ya Reis Bey’ dedi Abdurrahman Ağa ‘yıl 1948, duydum ki bizim Cemal Paşa’nın torunları Ankara’da yaşarlarmış. Gidip bir hatır sorayım. Bir ihtiyaçları olur. Bin bir dert, meşakkat Ankara’ya vardık da, İsmet sokmadı bizi içeri. Jandarma tutmuş garajları nüfus kâğıdı sorar, nereye gideceksin sorar, niçin geldin sorar (…) Şimdi öyle mi ya? Kaymakamlar ayağımıza gelir. (sf.13) “İşkenceci”nin annesinin hiç baygın gözleri olmadı. Dizleri hazla titremedi, saçları dalgalanmadı… Bin bir kat giysi engelledi tenini bulamadı. (sf. 19) Her an kararacak bir sıkıntı yaşadı (sf. 22) İşkenceci hiçbir zaman hiçbir kol olmadı, hiçbir bayramda şiir okumadı. Kırmızı kurdele takınmadı. (sf. 55) “Çok geç“ dedi İşkenceci konjonktür değişti. Asmazlar artık… Avrupa Konseyi’ne yaranacaklar’ öfkeyle tükürdü. “Allah kahretsin’” (sf. 102)
Alev Alatlı’nın “işkenceci”si ülkemizin yeni cumhuriyeti ile şekillenen ve kendi halkına, dönem dönem de kendisini kullanan iktidar sahibi güçlere “zor”u sistemleştirmemiş de olsa kullanmaktan geri durmayan biridir. Oysa eklenmesi gereken bir şey var: İşkenceci ve dolayısı ile her kesimden ve meslekten işkenceci, yaşamın tüm alanında var. Varlığını sunî dengelere göre biçimlendiren ve yaşamak için “zor”dan başka dayanağı olmayan tüm erklerin varlık nedenleridir. Ve bunlar ancak yaşamın tüm insanlığı kucakladığı ve kabullendiği zaman ortadan kalkacaklardır. Aksi olan tüm önermeler ve çözümler kendimizi kurtarmak için “dışa dönük” dayanaksız dışavurumlarımız olarak kalır. Ve Demokles’in Kılıcı gibi başımıza bela olurlar. İşkence eden, işkence edilen ve işkence ettiren de aynıdır tartışmalı hümanizması yazarın bir noktaya kadar kabul görebilir belki ama bu gerçekliği salt devletin oluşması süreci içinde birbirine karşı güçlerin erk olduklarında kullandıkları bir ‘araç’ olarak değerlendirmek en azından hafife alarak anlam ve içeriğini kaydırmaya çalışmak hiç doğru değil. Çünkü erkin ve egemen sınıf/lar/ın doğasındaki bir “zor”un sonucu olan bu acımasız kırbacın erke karşı olan ve yaşamı güzelleştirmeye çalışan her insanın yüzünde iz bırakmaya çalıştığını unutmamalıyız. Bu yüzden günümüzde egemenlerin elinde vahşice şaklayan bir kırbaç olan “işkence”yi ve bu kırbacı kullanan kırbaççıları (işkenceciler) erkin varlık, iktidar ve yaşamını sürdürmenin de vazgeçilmezi olarak düşünüyorum. Doğalarında olan bu araçtan ve araççılardan da ne sebeple olursa olsun vazgeçmeyeceğini biliyoruz. İşte özetlemeye çalıştığım bu gerçekliklerden dolayı Alev Alatlı gibilerin örtü olarak kullandığı tuhaf ve dayanaksız bir hümanizmanın gerçek hayatta hiçbir karşılığı yok.
* İşkenceci, Alev Alatlı Alfa Yayınları 4. baskı, Şubat 2002