İzzeddin Çalışlar’ın yazdığı, Arsen Gürzap’ın yönettiği, fotoğraf ve afiş tasarımını Şahin Turhan, ışık tasarımını Önder Arık, dekor tasarımı Ethem Özbora, stüdyo/ müzik kayıtlarını Berkan Kaya’nın üstlendiği ” İzninle ” adlı müzikal oyunla Işıl Yücesoy yeniden tiyatro sahnesine dönüyor.
Işıl Yücesoy; Yorumladığı şarkılarla hayatlarımızın, duygularımızın sözcüsü olmuş, rol aldığı televizyon dizilerinde canlandırdığı karakterlerle kitleleri etkilemiş gerçek bir sanatçıdır. Çağan Irmak imzalı “Unutursam Fısılda” filminde Hanife’ye kattığı sahicilik, pathos, yaşam ile sadece bugün değil, gelecekte de erişilmesi, aşılması imkansız bir başarı ölçütü olmuştur. Ama Işıl Yücesoy, önce ünlü bir tiyatro aktristidir. Devlet Tiyatrosu ve özel tiyatrolarda pek çok eserde rol almış, oyun yönetmiştir.
Yeryüzü Cenneti, Kanlı Düğün, Haydutlar, Yedi Kadın, Giydirici, Küçük Adam Ne Oldu Sana?, Sarı Naciye, Yaşar Yaşamaz, Abdülcanbaz, Saksağandı Juliet, Orkestra, Çardaş Fürstin… ve daha nice oyun.
Işıl Yücesoy ile geçtiğimiz hafta bir söyleşi yaptık, konumuz tabii ki tiyatroydu.
Işıl Yücesoy kelimenin tam anlamıyla sanatın içine doğmuş. Öyle bir aile ki, dedeniz Girifzen Asım Bey, amcanız Musa Süreyya Bey, bir halanız besteci ve piyanist Nihal Erktun, diğer halanız Muazzez Kurtoğlu, yeğeniniz Cem Kurtoğlu, eski enişteniz Haluk Kurtoğlu, babanız Selahattin Bey Ankara Devlet Konservatuarı Piyano Bölümü mezunu… Sanatın içinde nasıl bir çocukluk yaşadınız?
Muhteşem, diyebilirim. Şanslı çocuklardandım. Şimdi daha iyi anlıyorum bu gerçeği. Sanatın her dalından birileriyle beraber olmak insana mutlaka büyük bir derinlik katıyor ya da ben öyle sanıyorum… Yalnız sanat açısından ya da dünya görüşü açısından değil, şanslı bir çocuktum çünkü, çok liberal, hak tanıyan bir ailenin içinde büyüdüm. Babam da annem de gerçekten, ama bilerek ama bilmeyerek benim ve kardeşimin iyi yetişmesi, düzgün birer insan olabilmemiz için ne gerekirse, yaptılar. Bugün ikisine de minnet borçluyum. Tabii, daha sonra, iş, meslek seçimine gelince ve sanatçı olunca bu defa başarılı olmuş, sorumluluk almış bir ailenin içindeki sanatçıların da sorumluluğunu alıyor insan üstüne ve itiraf etmem gerekir ki, bu biraz zorlu bir yük oluyor, hayatınızı, giderek hep gerideki insanların adına leke getirmemek, onların çabalarını boşa çıkartmamak için ağır bir yük gibi taşıyorsunuz omuzlarınızda. Ve olayı adeta bir bayrak yarışı gibi yorumluyorsunuz ister istemez.
Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrenciyken, hocanız Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun sözleri bir kırılma noktası olmuş sanırım… Neydi o olay ?
Kırılma noktası olarak kabul edilir mi bilmiyorum, ama bir gerçek var ki, yol ayrımındaki Işıl’ı doğru yola sokmuştur, kuşkusuz. O yüzden, belki de haberi bile olmadan, bana büyük bir iyilik etmiştir. Ailemizde ressam Asım Yücesoy da var, belki ondan biraz bir şeyler kapmışımdır falan diye düşündüm ve Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdim. Gel gör ki, ilk girdiği derste Sayın Bedri Rahmi Eyüpoğlu “Yavrum çok yeteneksizsin!¨ dedi. Düşünebiliyor musunuz, o anda beynimden aşağı kaynar sular indi, ama ben enteresan bir kadınımdır… Tuvali orada bıraktım, çantamı alıp sınıftan çıktım. Bir daha da asla ressam olacağım, diye tutturmadım.
Tiyatroya olan yeteneğiniz nasıl ve kim tarafından keşfedildi ?
Halam, Devlet Tiyatrosu sanatçısı Muazzez Kurtoğlu bir gün beni karşısına aldı ve dedi ki, ” Kalabalık bir aileyiz bir sürü yeğenim var, kendi kızım var ama ben senin tiyatro mesleğini yapabileceğine inanıyorum, en azından deneyebilirsin… Sen de o sebatı, özveriyi ve çalışkanlığı, ışığı görüyorum, istersen bir düşün.” Şaşırdım, çünkü hayatımda tiyatroyla ilgili hemen hiçbir şey bilmiyordum. Halamın bir, iki oyununu seyretmişim o kadar. ” Ben bu mesleğe ait hiçbir şey bilmiyorum ki, ” dedim.” Önemli değil, konservatuara girince onları öğrenirsin, ” dedi. “Asıl olan konservatuara girmeden evvel sende var olan özellikler. Bunlara güvenerek böyle bir öneride bulunuyorum. Yerinde olsam denerim.¨ dedi. Hayatıma ait bir planım yok. Çok gencim, üstelik aşk acısı çekiyorum ve İstanbul’dan kaçmak istiyorum. Bir fırsat olarak gördüm konservatuvarı, o kadar. İşin buralara geleceğini hiç hesaba katmadım… Ama benim yerime bunu dikkate alan biri vardı, o da halamdı. Her dakika ona dua ediyorum, beni var eden ve bana inanan kişidir .
Derken konservatuar… Biraz o günlerden bahsetsek. Nasıl bir öğrenciydi Işıl Yücesoy ?
Biraz titiz, biraz çalışkan, biraz dost, biraz arkadaş canlısı, biraz haylaz her öğrenci nasılsa işte öyle bir Işıl’dım. Söylemem gerekir ki, hayatımda yaşadığım en güzel beş yıldır. Orada kurulmuş olan dostluklar o kadar değerliydi ki, üstüne 60 yılları devirdik hâlâ birbirimize en ufak bir kırgınlığımız yoktur. Şanslı bir devreydik. Çalışkandık. Birbirimizden çok şey öğrenirdik. Örneğin Brecht adını, kim olduğunu, neler yaptığını Yücel Erten’den öğrendim. Devlet Tiyatrosu’na ikinci defa döndüğümde,1989 da oynadığım ilk oyun, Berthold Brecht in “Üç Kuruşluk Operası”ydı ve Yücel Erten koyuyordu sahneye. Bunların hiçbirisi rastlantı değil… bunlar, bizim belki de kaderimizde yazılan şeyler. Yani sizin anlayacağınız, bugün bir sürü tiyatro oyununda ya da dizilerde seyrettiğininiz, hocalık yapan, gençlere yol gösteren hocalar, o gün benim sınıf arkadaşlarımdı ya da devre arkadaşlarım… Hangi birini sayayım size, Can Gürzap, Arsen Gürzap, Alev Sezer’i mi, Münir Canar, Yücel Erten’i mi, İstemi Betil, Cihan Ünal’ı mı? Hangi birini? Eğer araştırırsanız, o devredeki öğrencilerin bugün tiyatronun nabzını tutan sanatçılar olduğunu görürsünüz.
Ve Cüneyt Gökçer’den gelen talimat...
Cüneyt Hoca’nın hayatımda çok önemli izleri vardır. Kendisine hoca olarak çok şey borçlu olduğum gibi, azıcık tartıştığımız, azıcık karşı geldiğim, prensiplerini biraz sarsaladığım bir hocaydı. İlk talimatı, daha öğrenciyken, opera bölümüne de girmemi istemesiydi… Çok gayret ettim ama olamadı, itiraf etmem gerekir ki, operayı sevmedim… Hâlâ da çok fazla sevmem doğrusu. “Hocam, ne olur beni bu işten affedin başarılı olamıyorum, başarılı olamadığım yerde de ben olamıyorum,” dedim. Ne yapsın, hiç sesini çıkartamadı. İkinci talimatı, beni ısrarla İzmir Devlet Tiyatrosu’nda tutmak istemesiydi. “Hocam alın beni buradan,” dedim.” Bu labirentte boğuluyorum… Hep aynı oyuncular, aynı rejisörle. ” Dinletemedim. Ankara’ya almadı beni ve istifa ettim. Sonra, tam on altı yıl sonra yolumuz tekrar kesişti. Refik Erduran’ın “Tamirci “oyununda onun rejisinde çalıştım ve orada bütün sanatçıların huzurunda, “Vaktiyle istifanı kabul ettiğim için özür dilerim,” dedi ve kendi eliyle Devlet Tiyatrosu’na dönüş dilekçemi yazdı. Uzun bir süre cevap gelmedi Devlet Tiyatrosu’ndan. Sonundan Trabzon’a tayinim çıktığını söylediler. Hiçbir şekilde Trabzon’a gitmem mümkün değildi. Hayatımı kuruyor, evleniyordum, yani gidemezdim. Hocam gene devreye girdi. Ve İstanbul Devlet Tiyatrosu’na tayinim çıktı. Bu durum şimdi size, Işıl Yücesoy’a torpil yapılmış duygusu verebilir. Hayır, ben konservatuar mezunuyum… Beş yıllık eğitimi almışım, bir o kadar oyun oynamışım Devlet Tiyatrosu’nda ve o devrede konservatuar mezunu olmayan Devlet Tiyatrosu’nda hiçbir deneyimi olmayan sanatçıları ne yazık ki, kadroya alıyorlardı. Yani sizin anlayacağınız, hak benimdi onların değil. Kendisine her zaman minnet borçluyum .
Yıl 1969. Ankara Devlet Tiyatrosu, “Yeryüzü Cenneti ” adlı oyun desem…
“Yeryüzü Cenneti” Devlet Tiyatrosu’nda oynadığım ikinci oyun… inanılmaz bir deneyim çünkü benim için çok önemli iki ustayla oynadım, sevgili Baykal Saran, sevgili Nurtekin Odabaşı. İkisi de öyle ustaydılar ki, tiyatrodaki amatör adımlarımı onlarla attım… O kadar ağır bir rol ki, eğer onlar olmasaydı, o deveye hendek atlatmak biraz zordu, altında kalabilirdim. Ama hocalarım iyiydi. Her ikisine de Allah rahmet eylesin, diyorum. O oyunla ilgili o kadar çok anım var ki … Birini anlatayım. Çünkü gülmekten perde kapattık.
Hale Eren yapıyor kostümleri. “Seni sahnede çok seksi yapacağım,” diye tutturmuş. İyi de çok gencim, dal gibi bir genç kızım, ne göğüs var, ne kalça benden nasıl seksi biri olacak? Takma göğüsler, hafif kalçalar yapıldı… Bir müddet sonra ben bütün bu detaylardan çok sıkıldım. Onları kafama takmaktan oyun oynayamıyorum… O zaman sahnede makyaj örtülerimiz var aynanın önüne serdiğimiz. Makyaj malzemelerimizi koyuyoruz üstüne. Ben o örtüleri teker teker sütyenin içine yerleştiriyorum, böylece daha hafif oluyor, hem de daha rahat ediyorum. Derken bir gece oyunda Baykal Saran, rol gereği beni kolumdan tuttuğu gibi fırlatıp atıyor.Fakat benden önce göğsümden o bez parçası fırlamasın mı? Size anlatamam, o anı. Seyirci görmesin diye bezin üstüne atlıyorum adeta ve Baykal’ın sesini duyuyorum arkadan, krize girmiş bir şekilde gülüyor… Mümkün değil kalkamıyorum iki elim yerde bezin üstünde sadece gülüyorum ve perde kapanıyor. Tabii rapor edildik, soruşturmalar falan filan…
Peki ya “Boyalı Ayşe” ?
Ahhh, Recep Bilginer’in “Sarı Naciye” si. Oyun, müdüriyet tarafından “Sarı Naciye”yi oynamam üzere bana gönderildi. Fakat ne oldu, ne bitti ise birden bire rol elimden alındı ve Boyalı Ayşe karakteri verildi. Ben meslek hayatım boyunca ne yazık ki hiç diyalekt olan bir rol oynamadım. Hiç deneyimim yok, hiç beceremem. Oynayabilenleri de çok kıskanırım. Bunun üzerine Müdür Ragıp Haykır’ın yanına çıktım “Lütfen bunu alın benim üstümden,” dedim. ” Hayır, bunu oynayacaksın!” dedi. Derhal boş kâğıtları imzaladım, “İstifa ediyorum!” dedim ve tiyatrodan ayrıldım. Provalar devam ediyor, fakat ben resmi yazıyı beklediğim için İzmir’den ayrılamıyorum ve provalara da gitmiyorum. Bir akşam sevgili Bayazıt Gülercan ve rejisörümüz Tekin Akmansoy bana geldiler. Sohbet sırasında, bir ara, Tekin “İstifa etmişsin öyle mi?” diye sordu. “Evet,” dedim. “Çok iyi etmişsin. Senin gibi bir sürü sanatçı var Devlet Tiyatrosu’nda. Halbuki senin sesin, soluğun var gider şarkı söylersin, kendine başka bir yol seçersin tiyatroda pek bir şey olamazsın zaten“ dedi. Vallahi çıldırıyordum. Bayağı bir tartıştık. “Sen bana karışamazsın,” diye kıyameti koparıyorum. En sonunda mahsus böyle yaptığı anlaşıldı. Meğer, beni istifadan vaz geçirmeye çalışırmış. Ondan sonra Allah razı olsun, Allah rahmet eylesin beni çalıştırdı ve ben Boyalı Ayşe’yi oynadım ve işin ilginç tarafı, ne olur bunu bir megalomani olarak kabul etmeyin, ama işin gerçeği bu… “Sarı Naciye” lafı kalktı ortadan. İlle “Boyalı Ayşe’ye yer var mı?” diye soruyordu seyirciler. Benim için gurur verici bir hikâyedir bu da…
Devlet Tiyatrosu’ndan bir kaç kez istifa ettiğiniz doğru mu ?
Evet, iki, üç kez. Ama her seferinde istifam kabul edilmedi. Son kez hariç.
Okuduğuma göre ” Tamirci ” oyununun provalarında rejisör Cüneyt Gökçer’e karşı geliyorsunuz…
Recep Bilginer’in “Tamirci” adlı oyunun oynuyoruz Zafer Ergin, Korhan Abay filan… Şimdi hatırlayamıyorum, çok geniş bir kadro. Bir gazeteci kadını canlandırıyordum…
İşte, o günkü şartlarda oyunun içinde, tamirci hayatı farklı bir noktaya getirecek falan filan… Finalde Cüneyt Hoca “Tamircinin önünde eğil,” dedi. ” Aa, neden hocam, niye tamircinin önünde eğiliyorum. Anlatın lütfen, bu kadın çok kişilikli bir kadın. Öyle yorumladık neden tamircinin önünde eğilsin ki ? ” diye üsteledim.O ısrar ediyor, ben ikna olmuyorum bir türlü. Baktım iş çok uzuyor hocanın istediğini yaptım.
Aslında amacım, belki hoca doğru söylüyor diye, düşündüğüm içindi. Ama gene ikna olmadım. Prömiyer gecesi son sahneye geldik, ben oyunu ayakta bitirdim, eğilmedim. Gerçekten inanmadığım hiç bir şeyi yapmadım bu güne kadar.
Macide Tanır ile yaşadığınız bir anekdot var ki, adeta bir ders notu, başlı başına bir eğitim semineri…
Macide Hanım gerçekten çok özel bir sanatçı, çok yetenekli, çok titiz, prensipleri olan bir insandı.
Kendisiyle Federico Garcia Lorca’ nın “Kanlı Düğün”ününde birlikte oynama şansım da olmuştu. Ben onu çok sevdim ve saydım, o da beni gerçekten çok önemsedi. Bizim işimiz usta çırak ilişkisidir. Hiçbir okulda öğrenemeyeceğiniz şeyleri, bir bakarsınız ki, bir ustadan fark etmeden öğrenivermişsiniz. Arthur Miller’in “Orkestra” adlı oyunu çalışıyoruz. Rejisörümüz Arsen Gürzap benden bir çığlık istiyor… Bana inanın, bir ay kadar o sesi aradım. Olmuyor, bir türlü olmuyor derken günün birinde “Tamam!” dedi Arsen, ” Tamam işte bu çığlık…” Haydi, bu defa onu oturtmak falan filan… Akşama kadar inanılmaz derecede yoğun bir tempoyla çalıştık… O gece ben de, Allah rahmet eylesin çok yakın dostum Devlet Tiyatrosu sanatçısı Umut Demirdelen’ in evine davetliyim. Umut’un yaş günü. Neyse kalktım davete katıldım; kalabalık bir ortam… Bir baktım, Macide Hanım baş köşede oturmuş en kraliçe haliyle. Elinde bir kadeh içki… Selamlaştık, geçtim oturdum yanına.” Ay,” dedim ” Macide Hanım ya, bugün başıma gelenleri bir bilseniz ne meslek seçmişiz biz, Allah aşkına bir çığlık için taş üstüne taş koyabilmeye uğraştım bütün bir gün ve şükür sonunda bulabildim”. Şarabından bir yudum aldı, arkadan sigarasının dumanını yüzüme doğru usulca savurdu. “Maşallah, ne kadar yeteneklisiniz Işıl Hanım, biz hayatımız boyunca kum üstüne kum koymaya çalıştık, maşallah siz taşa kadar gelebilmişsiniz.” Aman Allahım, nasıl büyük bir hakaret, ne diyeceğimi, ne söyleyeceğimi şaşırdım o an. Çok sinirlendim ve masada oturamadım. Evli barklıyım, çoluğum çocuğum var bu nasıl bir hakarettir, yaşımı başımı almışım, kendimce fena olmayan bir tiyatro oyuncusuyum… O gece, vallahi bilmiyorum ama, o kadar tadım kaçtı ki, anlatılır gibi değil. Ama ertesi sabah uyandığım zaman ayağım suya ermişti. Macide Hanım’ın bana ne anlatmak istediğini anlamıştım ve hemen telefon açtım kendisine. “Macide Hanım,” dedim, “Çok özür diliyorum, bana atmış olduğunuz bu tokatı ömür boyu unutmayacağım bana öylesi bir ders verdiniz ki, ‘ben oldum’ demenin bu meslekte hiç de yararı olmadığını öğrettiniz, teşekkür ederim.”
Doğru biliyorsam, yaklaşık on üç yıl önce, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda yönettiğiniz “King Kong’un Kızları”ndan sonra oyuncu ve rejisör olarak bir daha tiyatro sahnesinde olmadınız. Bu sizin tercihinizdi sanırım. Film, diziler ve müzik daha ağır bastı belki de. Tiyatroyu özlemediniz mi ?
Benim tercihim değildi. O sahneden, o sahneye savurdular oyunu. Adeta sakladılar. Bu konuda çok konuşmak istemiyorum. Ama bir şeyi bilmenizi istiyorum. Ben bunca yıldır tiyatrodan hiç kopmadım. Yaptığım her şeyin altında tiyatro var… Şarkıda, dizide, sesli kitap okumalarımda, sinema da… Vurgularımla, tonlamalarımla, anlattığım hikâyedeki yorumumla zaten tiyatro yapıyorum. O artık benim kanıma işlemiş bir şey. Tiyatrodan kopulur mu ?
Işıl Hanım, sizin gibi efsane katına ulaşmış gerçek bir sanatçıyla bu röportajı gerçekleştirmek benim için bir mutluluk, bir onurdur; çok teşekkür ederim.