Eşim birkaç yıldır takip altında olan “iyi huylu” beyin tümörünün büyümeye başlaması üzerine İzmir Ege Üniversitesi Radyasyon Onkolojisi bölümünde Gamma Knife tedavisi oldu. Tedavi seansları yaklaşık 10 dakikada bitiyor, bir sonraki seans için de 24 saat geçmesi gerekiyordu.
Sevgili akademisyen dostum Ragıp Taranç’ın yönetmenliğini yapmış olduğu “Giovanni’s Smyrna” belgeselini İzmir İtalyan Kültür Merkezinde izlemek dışında pek insan içine karışamadık, adı dinlenme olan epey boş vaktimiz de oldu. Bu süreçte verdiğim kararlardan bir tanesi “umut” üzerine düşünmek ve yazmak, ikincisi de senede en az bir iki kez fırsat yaratıp bir hastanenin onkoloji servisine giderek birkaç saat vakit geçirmek oldu. Bu nedenle bu yazının öznesi benim. Kendime yazıyorum.
“Zaman Makinesiyle 1924’e Yolculuk: Yönetmenin Büyülenişi”
Günümüzde artık bir insan ömür süresi kadar olan 100 yıl öncesine hayali bir zaman makinesi ile yolculuk etmek için gözlerimi kapattım. Açtığımda, dünyanın rengi değişmişti. Hava, günümüzün keskin beton ve egzoz kokusundan arınmış, taze çimenle karışık bir soba dumanı kokusuyla doluydu. Renkler daha solgundu ama her şey daha “gerçek” görünüyordu. Zaman makinesinin metalik yankısı hâlâ kulaklarımdaydı, ama gözümün önünde beliren manzara zihnimi o yankıdan çekip alıverdi.
Karşımda, kasaba irisi şehrin tozlu caddelerinde tahta tekerlekli at arabaları yavaşça ilerliyordu. Ellerinde gazete taşıyan çocuklar, “Büyük Haber! Almanya’da ekonomik kriz büyüyor!” diye bağırıyordu. İnsanlar fötr şapkalarıyla, uzun paltolarıyla sokaklarda dolanıyordu. Üzerimdeki mont, kot pantolon ve spor ayakkabılar bana uzaydan düşmüş bir varlık gibi hissettirdi. Elimde tuttuğum küçük cihaz “akıllı telefonum” bu çağın en bilge bilim insanı için bile Tanrı’nın bir mucizesi olurdu.
Adımlarımı yeni yürümeye başlayan bir çocuk tedirginliği ile atmaya başladım, yavaş ve temkinliydim. Kimse bana dikkat etmiyordu, ne de olsa “gariplik” bu dünyada henüz her gün karşılaştıkları bir şey değildi. Birkaç çocuğun top oynadığı köşe başına yaklaştım. İçlerinden biri, topu duvara çarptırdı, ama top değil, zamanın kendisi yankılandı sanki. Top da top değildi zaten bildiğimiz, plastik ya da meşin değildi, çaput parçalarından yapılmış sıkıca bir yumaktı. Çocuklardan biri beni farkederek yanıma geldi.
“Bayım, bu ne biçim kıyafet?” dedi gözlerini kocaman açarak.
Gülümsedim. Ne söylesem yalan olurdu, bu yüzden sustum.
“Bu elinizde tuttuğunuz şey nedir?” dedi diğer çocuk, gözleri şüpheyle kısılmıştı.
“Bu mu? Bir tür… sihirli kutu,” dedim. “İçinde kitaplar, filmler, oyunlar, haritalar, hatta müzik var.”
Gözleri parladı. “Bu mümkün değil,” dedi inatla.
Gülümseyerek uzaklaşırken “ama bir gün mümkün olacak,” diye düşündüm. “Ve bu sihirli kutuya ‘akıllı telefon’ diyeceksiniz.”
Köşedeki gazete bayisinin önünde birkaç adamın tartışmasına kulak verdim. Birinci sayfada büyük harflerle yazan başlığı gördüm:
“Yeni Buluş: Sesli Filmler Geliyor!”
İçimden güldüm. “Keşke görebilseniz,” dedim kendi kendime. “Sadece ses değil, renkler, dijital efektler ve hiç doğmamış aktörlerle filmler çekeceğiz. Hepsini cebimizde taşıyacağız.”
içlerinden biri konuşuyordu:
“Bu sesli filmlerle dünya daha hızlı yozlaşacak. İnsanlar artık kitap okumayacak. Herkes aptallaşacak.”
Diğerleri başını salladı. İçlerinden biri söze girdi:
“Belki de eğlencelidir. Ama nereden bileceğiz ki? Belki de bir süre sonra insanlar bir odada yalnız oturup, hiç kimseyle konuşmadan, sadece bu sesli filmleri izlerler.”
Sözleri kafama bir ok gibi saplandı. “Keşke o kadar basit kalsaydı,” diye düşündüm. “100 yıl sonra yalnızca odada oturmakla kalmayacaksınız. Her biriniz elinizde bir ekranla dünyanın derdini omuzlarınızda taşıyacaksınız.”
Yavaşça oradan uzaklaştım. Bu sırada, bir doktorun, kolu sarılı bir adamı tedavi etmeye çalıştığını gördüm. Adamın yüzü acıyla buruşmuştu. Doktor, gazlı bezle yarasını temizleyip, üstüne alkol döküyordu. Bu sahne, zihnimin derinliklerinde bir şeyleri ardına ardına tetikledi.Bir hastane odasında, robot kollarıyla gerçekleştirilen bir beyin ameliyatı izlediğimi hatırladım. O an, bu sahneye tekrar baktım.
“Evet, doktor bey,” dedim içimden, “ İnsanlık tarihinin bilinen en büyük salgınından yeni kurtuldunuz, yakın zaman da penisilini bulacaksınız, bir gün, robotlar beyin ameliyatı yapacak. “İnsan elleri” bile titreyemeyecek kadar hassas olacak. Bir gün, hastalıkların kaynağı olan DNA’yı çözeceğiz. Ve daha da ötesi, bir gün genetik hataları düzeltmekle kalmayacağız, DNA’ya bilgi aktaracağız. Belki de o bilgiyi bir gün buradaki insanlara fısıldamak isterdim.”
Ama o gün, o doktor, elindeki tek çareyle umudunu yitirmemişti. 1924’te, o küçücük bir müdahale yapıyordu. Ama bilmeden, 100 yıl sonraki genetik devrimini de başlatıyordu. O doktorun o anda yaptığı her müdahale, gelecek yüzyılın temellerine bir tuğla ekliyordu.
Biraz ilerideki bir köşede, adamlar ellerindeki kâğıtlarla hesap yapıyordu. Hesap makinesi yoktu, kağıt-kalemle sürekli sayılar ekliyorlardı. Onları izlerken, aklım 2024’e gitti. “Beyler,” diye düşündüm, “Bir gün, sizin bu hesaplarınızı saniyenin milyonda birinde yapacak makinelerimiz olacak. Ama ne tuhaf, o makineler bir süre sonra sizin yerinize düşünecek. Evet, yapay zekâ diyeceğiz onlara. Ve insanlar, o zekânın tehlikeli olup olmadığını tartışacak.”
Bir an için bu insanların yüzlerine baktım. Kaygılıydılar. Kaygılar tanıdıktı. “İşlerimizi kaybedersek ne yaparız?” sorusu 100 yıl önce de aynı soruydu, 100 yıl sonra da aynı olacak. Ama bir şey fark ettim: Onlar çalışmaya devam ediyordu. Kaygıya rağmen, hesapları tamamlıyorlardı. Tıpkı bugün olduğu gibi.
Bir süre ara sokaklarda dolaştım. Gözlerim bir kadına takıldı. Tahta bir leğenin başında, kolları sıvalı, elleri suyun içinde sabunla çamaşır yıkıyordu. Yüzü ter içindeydi.
Ellerimle bir zaman kapsülü açabilseydim, ona bir çamaşır makinesi getirir. “Artık ellerinle yakmana gerek yok,” derdim. Ama o gün, o kadın, elinde olanla çamaşır yıkıyordu. Ve o an fark ettim ki, döktüğü her bir ter damlasıyla bir umudu temsil ediyordu. Bilmeden, bir gün çamaşır makinelerinin geleceğini inşa ediyordu.
Gökyüzüne baktım. Bugün olduğu gibi maviydi. İnsanlar, hâlâ hayatta kalmak için çaba harcıyordu. Ellerini ile çamaşır yıkayan kadınlar, yarayı saran doktorlar, topa benzer toplarını duvara vuran çocuklar…
Hepsi bilmeden geleceğin tuğlalarını diziyordu. Tünelin sonundaki ışığı aramıyorlardı. O ışığı kendileri yakıyordu. Bilerek ya da bilmeyerek…
Zaman makinesine geri döndüm. Metalik sesler, titreşimler ve gözlerimdeki ani bir karanlık… Gözlerimi tekrar açtım Her yer dijital ekranlarla doluydu. Bir bildirim geldi: “Yapay zekâ destekli kanser tedavisi %98 başarı oranına ulaştı.”
Kafamı kaldırdım ve içimden şu cümleyi geçirdim:
“Tünelin sonunda ışık aramayı bırakın. O ışık sizsiniz. Çamaşır yıkayan o kadın, yara saran o doktor, top oynayan o çocuk… Her biri birer umut meşalesiydi. Bugün de öyle.”
Ve işte o gün, umutla ilgili en önemli dersi aldım.
“Umudu aramak değil, umudu inşa etmek gerekiyordu.”
Umut, gerçeklikten kopuk bir hayalperestlik mi? değil elbette. Aksine, insanın direnç gösterme gücünü ve yaratıcı potansiyelini ortaya koyduğu bir tutumdur. Umutlu olmak, geleceği kör bir iyimserlikle beklemek değil, karşılaşılan zorluklara rağmen çözüm üretme cesaretini taşımaktır..
Sorunlar ne kadar büyük olursa olsun, umut, çözüm yollarını keşfetmek için yakılan bir meşaledir. Bu nedenle, umutlu olmak pasif bir bekleyiş değil; insanın kendine, çevresine ve geleceğine duyduğu inancın bir yansımasıdır. Bireysel/toplumsal geçmişimizde de büyük başarıların ardında, umudun bu dönüştürücü gücü yatmıştır ve gelecekte de böyle devam edecektir.
İnsanlar, tarih boyunca hayatta kalma güdüsü nedeniyle sorunlarına odaklanmaya meyilli oldular. Tehlikeye odaklanmak, ona çözüm bulmak için gerekli çünkü. Ancak bu durumun ciddi ve genelde farketmediğimiz bir bedeli de oldu. “Başarılarımızın ve ilerlemelerimizin farkına varmakta güçlük çekmek ya da farkına varmamak/varamamak”
Günlük hayatımızda genellikle elde ettiklerimizden çok kaybettiklerimize odaklanırız. Toplumlar da krizlerin ve zorlukların tartışmasını yaparken, başarıların bir sis perdesi ardında sessizce kaybolmasına istemsizce izin verirler.
Bugün, karanlık bir tünelin içinde olduğumuzu derinden hissediyoruz. Sorunlarımız geçmişimize göre daha karmaşık. Soru şu: Tünelin sonunda ışık mı arıyoruz, yoksa kendi ışığımızı yakmayı mı öğrenmeliyiz?
İnsanlığın umudunun ilk sembollerinden biri bir mağarada yakılan ilk ateşin kıvılcımı değil mi? Mağarada ilk ateşi yakan insan, o kıvılcımı yalnızca ısınmak için değil, karanlığı yenmek için de kullanmadı mı?
Yüzyıllar boyunca savaşlar, salgınlar, doğal felaketler ve ekonomik krizler, hep bu ateşi söndürmeye çalıştı. Ama ne olursa olsun, birileri hep o ateşi canlı tuttu. Umut, insanlığın değişmeyen yoldaşı oldu.
Umut, Mandela’nın hapiste geçirdiği 27 yıldır. Yalnızca özgürlük hayaliyle değil, özgür bir toplum inşa etme planıyla geçen 27 yıl. Umut, bilim insanlarının Covid-19 aşısını rekor sürede geliştirmesidir. Bu, sadece bir sağlık kriziyle değil, umutsuzlukla da mücadeleydi. Umut, beklemek değildir. Umut, harekete geçmektir. Umut direniştir.
Sanat, umudun en güçlü anlatıcısıdır ve olmaya da devam edecektir. Van Gogh’un yıldızlı geceleri, yalnızlık ve acının içinden bir ışık yansıtır. Victor Hugo’nun “Sefiller”i, adaletsiz bir dünyada bile iyiliğin var olabileceğini hatırlatır. Albert Camus, “Sisifos Söyleni”nde, insanın saçmalık içinde bile anlam yaratabileceğini ifade eder. Sisifos’un kayayı bir dağın tepesine tekrar tekrar taşıması, her şeye rağmen bir başkaldırıdır. Victor Emil Frankl, “İnsanın Anlam Arayışı” kitabında, en zor şartlarda bile anlam bulmanın insanın ayakta kalmasını sağladığını vurgular. Bu anlam ancak başarıların fark edilmesiyle beslenir.
Felsefi bir çerçevede konuya baktığımızda ise, insanlığın sorunlara odaklanmasının bir eksiklik değil, bir kapasite olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Odak aynı zaman da İnsanoğlunun eşsiz adaptasyon ve dönüşüm yeteneğini ortaya koyar. Nietzsche, “Kaderini Sev” anlayışıyla, hayatın zorluklarını kucaklamanın kişinin büyümesi için bir araç olduğunu savunur. Heidegger, insanın “fırlatılmışlık” durumunda olduğunu, yani sürekli olarak bir varoluş mücadelesi içinde bulunduğunu ifade eder. Bu mücadele, aynı zamanda insanın yaratıcı potansiyelini de açığa çıkarır. Soren Kierkegaard, umudun inançla bağlantılı olduğunu ve belirsizlik içinde bile var olabileceğini söyler.
Tüm bu felsefi anlayışlar, özünde insanlığın kendi ışığını yakması gerektiğini vurgular. Sorunlar her zaman olacaktır. Umudun en ağır koşullarda bile nasıl yeşerebileceğinin kanıtı olan Anne Frank’in günlüğü, inanılmaz zorluklar ve çaresizlikler içerisinde parlayan yıldızlar gibi değil midir?
Her felaket, aynı zamanda bir dönüşümün eşiğidir. Tarih bize bunu hatırlatır. Çöküş anlarında bile yeniden doğma gücümüzün olduğunu hiç ama hiç unutmamalıyız.
1347’deki Kara Veba sırasında Avrupa’nın üçte biri hayatını kaybetti. Ancak, bu yıkımın ardından gelen Rönesans insanlığın kültürel ve bilimsel yükselişini başlattı. 20. yüzyıldaki iki dünya savaşı, insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden biri oldu. Yine de bu dönemin ardından gelen barış projeleri, “umudu” kurumsallaştırmayı hedefledi.
Sorunların gölgesinde, başarıları fark etmenin zor olduğu bir gerçek. Bu, günümüzde daha da belirgin. Ancak Teknolojik ilerlemeler, tıbbi buluşlar ve kültürel gelişmeler, gündelik sorunların gölgesinde kaybolmayı hiç ama hiç hak etmiyorlar.
Tarih, insanlığın büyük zorlukları nasıl aştığına- savaşlardan, salgınlardan, krizlerden -dair ibretlik derslerle dolu. Bu başarıları hatırlayarak/unutmamaya çalışarak geleceğimize dair güvenimizi arttıralım.
Öte yandan toplumlar genellikle korku ve olumsuzluk odaklı anlatılarla yönlendirilirler. Bu etkiyi kırmak için ısrarla Umut dolu hikayeler anlatmalı yaymalı.
En önemlisi, insanlar umut etmeyi öğrenebilir ve bu duyguyu besleyebilir.
Umut sadece pasif bir bekleyiş değil, aktif bir çabadır da. Tünelin sonunda bir ışık aramaya gerek yok. Çünkü insanlık, bu ışığı kendi içinde taşıyor. Bu ışık, yenilikte, dayanışmada ve birbirimize olan inancımızda parlamaya devam ediyor/edecek.
Tarih, krizlerle yoğrulmuş bir hikâye kitabıdır. Umut ise bu kitabın dipnotlarında değil, ana cümlelerinde gizlidir. “Ateş bizim elimizde”
Bunu bana ilk öğreten eşim ve sevgili doktoru Prof. Dr. Emine Serra Kamer oldu. İlk tanıştığımızda söylediği şey beni çok etkilemişti. “Benim için hastalık yok hasta vardır ve her hasta özeldir. Siz de öylesiniz demişti eşime. Eşim ve doktoru el ele inandılar, çok güzel yemekler yapan aynı zamanda gurme olan eşim üç hafta boyunca tuzsuz ve şekersiz yemek yiyerek doktorunun söylediklerini tamamen yerine getirdi. Ne mutlu ki bir çok hastanın yüz yüze kaldığı kortizon alma durumunu iradesi ile savuşturdu. Bu umut değil de neydi.
Başlangıçta kendime yazıyorum demiştim, ben panikli bir insanım, hatta eşim bana yıllar önce bir oto plakacıya gibip bir plaka yaptırmıştı, üzerinde “34 Mr. PANIC 04” yazıyor ve hala ofisimin baş köşesinde bana sakin olmamı hatırlatıyor. Umut biraz da paniklemeden çözüm aramayı sakin ve analitik olmayı içeriyor. Sınırlarımızın karman çorman bir halde olduğu şu günlerde sessizce ve düşünerek ama sakin sakin panik yapıyorum. Umuduma tutunmaya çalışarak. Herkese umutlu günler diliyorum.