Varlığımız kadar farklı özlemlerimiz var elbet. Ama bir de ortaklaşabileceğimiz hasretler bulunur. İhtiyaç anlamındaki hasret. İşitilmeyi ister misal insan çünkü ses vermek zaten başlı başına zorlu bir eylemdir. Hikâyemizi emanet etmeyi ve güvenebilmeyi dileriz. Bu gök kubbede hoş bir sadâdan daha fazlası olarak baki kalabilmeyi…
Resmî anlatıları sadece devletler oluşturmaz. Tıpkı faşizme de sadece makro politikada rastlanmadığı gibi. Hatta ne kadar alıntılasak o kadar yetmeyecek olan Ingeborg Bachmann’ın dediği gibidir: “Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar.” Hâl böyle olunca, toplum hafızasındaki ezber söylemleri yıkmak için biricik insan hikâyelerine, çatlaktan sızan hakikate bakmak gerekir. Patikalar: Resmi Tarihe Çentik kitabının yaptığı tam da bu işte.
Patika dediğin engebeli bir keçiyolu. Dahası verili, yapılı bir yol değil. Sen onu ısrarlı ayak izlerinle aşındıra aşındıra çizersin. Bu kitapta sesini duyduğumuz herkes işte o patikayı ayrı ayrı ve birlikte örenlerden. LGBTİ+lar’ın duymazdan gelinmiş, dahası tahrif edilmiş ya da ahkâm kesilmiş hikâyesi.
Burada birinci elden özneler var. Kendi varoluşu için bin bir ayrımcılığa, cehalete, önyargıya karşı mücadele vermek durumunda kalanlar “Hazırsanız başlayalım” diyor adeta. Siz kulak verebildiğiniz, dinlemeyi öğrenebildiğiniz ölçüde
ulaşacak bu hikâyeler yerine. O yüzden sadece anlatılana değil, tatlış, yani, hani, şey kelimelerine, ünlemlere, iç çekişlere, susuşlara ve üç noktalara da talip olmanız şart.
Son otuz yılımıza, gıyaplarında örülen eğreti anlatıları parçalayarak bakan, baktıran on yedi insan… Hareket tarihi açısından dönüm noktası olan olayları anlatırken bile kendi küçük hayatlarının koca ayrıntılarını paylaşan, bu şekilde seslerden örülü yepyeni bir tarih ve arşiv sunan on yedi insan… Ve elbette hafızaya, tarihe ve arşive bambaşka bir yerden bakılması gereğinden yola çıkan, başta kitabı yayına hazırlayan, projeyi doğuran Yıldız Tar olmak üzere bütün bir ekip… Hepsine ayrı ayrı minnettarım.
Burada hatrı olan mekânlar ve insanlar var. Hayatın o tuhaf karşılaşma ve tesadüfleri. Çocukluk ve ilk gençlik yalnızlıkları. Kendine norm diye dayatılan düzen içerisinde biçili hiçbir rolü yakıştıramayanların sahiciliği. Siz hiç ansiklopediden bir tanım arayıp benden başkaları da varmış diye sevindiniz mi? Hayvanlar gibi adeta koklaya koklaya kavimdaşınızı aradınız mı? Mutluluk ve ıstırap, coşku ve öfke, hayal kırıklığı ve umut iç içe.
Svetlana Aleksiyeviç, sözlü tarih ve edebiyatın sınırlarını bulanıklaştırarak yepyeni bir tür ve dil yaratırken bir meramı vardı: “Tarih sadece olgularla ilgilenir, duygular güverteye alınmaz. Onlar tarihe de alınmaz. Ben zaten dünyaya insancıl bakıyorum, tarihçi olarak değil… Ruhun tarihçisiyim. Bir yandan, belirli bir insanı inceliyorum evet, ama diğer yandan ondaki ebedi insanı da görebilmeliyim. Ebediyetin titreşimini. İnsanda her daim mevcut o şeyi. Duygularımızdan mabetler inşa ediyorum… Arzularımızdan, hayal kırıklıklarımızdan yaşanmış ama elimizden kayıp gidebilecek şeylerden.”
Svetlana Aleksiyeviç bu kitabı okusa, nasıl da etkilenirdi diye düşünmeden edemiyorum. Anlatıcıların ilk gençlik hevesiyle paylaştıkları o bir dönem elden ele çoğaltılmış fanzinler gibi bu kitabı sokaklara, bekleme salonlarına, esnaf lokantalarına, kantinlere, otobüs duraklarına bırakmak istiyorum.
Sesler hem birbirine hem bize konuşuyor. Hatırlayanlar, anılarını sil baştan temize çekerken, yılların deneyimiyle bugünü de yaratıyor. Zamanın döngüselliğini görüyoruz bir kez daha. Döne döne yaşadıklarımızı. Ayıranlara inat buluştuklarımızı.
İnsan en çok neyi özler? Kendini açıklamak, savunmak zorunda kalmamayı. Doğrusundan anlaşılmayı. Başka hikâyelere teğellenmeyi. Hayatla bir olmayı. Ve elbette varoluşundan taviz vermemeyi.
Kimi zaman mutant hikâyesi gibi tınlıyor anlatılanlar. O derece yabanıl, kendiyle ne yapacağını bilemeyen bir hâlden farklı olan her şeyinin aslında kudretin ta kendisi olduğunu keşfedenler… Sakınmadan anlatıyorlar her şeyi. O yüzden
bir imtihandır artık dinleyebilmek de.
Tam da transfeminizm ve HIV+ tartışmalarının orta yerinde afili cümlelerle bilmediğin hayatlara dair ahkâm kesmenin nasıl bir utanç kaynağı olduğunu da gösteriyor bu hikâyeler. Görmek isteyene tabii.
Muhalifim derken faşizmi yeniden üretenler için tokattır bu kitap. Öyle olsun, suratta patlasın, fena utandırsın isterim. Ha kimsenin zerre serzenişte bulunduğu bile yok. Nefret dilinden en çok çekmiş, hedef gösterilmiş, sokak ortasında öldürülmüş, cenazesine sahip çıkılmamışlar; tekmili birden hayat diye bedel ödemişler insanın her hâlini anlar. Güler geçer hoyratlığınıza son kertede. Usul usul, ince ince anlatır derin derin susar. Muhatabını bekler dinlemeye.
Muhatap mısınız bu hikâyelere? Hazırsanız, başlayalım o hâlde.