Tunahan Atalay’ın ilk kitabı Fikrimin Çivisi Çıktı okuru ilk sayfadan sıcak ve samimi bir birlikteliğe davet ediyor. Yazar, “Kısa bir hayatın özeti” diye tanımlıyor anlatacaklarını… Her bölümde farklı bir hatıranın peşine düşüyoruz.
En zorlayıcı yazı biçimlerinden birinin yazarın kendi yaşamından kesitler sunarak bunları bir dizin haline getirmesi olduğunu düşünüyorum. Eksiksiz ve okuyucunun ilgisini canlı tutmayı başaran bir kitap oluşturmak için sağlam bir örge, merak unsuru ve olayların birbiriyle anlamlı bağlantıları gibi birçok faktörün ustaca bir araya getirilmesi gerekiyor. Örgenin tanımını şöyle yapıyor yazar Cengiz Gündoğdu; “bir ya da birçok olayın, nedensel ilişkiler gözetilerek örülmesine örge denir. Yapıttaki konuşmalar, eylemler örgeden çıkmalıdır.” [Estetik Kalkışma, sf. 245] Kitapta içsel konuşmaların ve anlatıların birbirini takibi yer yer okuyucu için zorlaşsa da Tunahan Atalay bu güçlüğün altından başarılı bir şekilde kalkıyor. Tabii bu saydıklarımın yanında eksikliği durumunda bir kitabın değerini bir anda alaşağı eden bir önemli bir unsur varsa, o da imladır. İmla kurallarının hiçe sayıldığı bir kitap, edebî değeri ne kadar yüksek olursa olsun, hep kanadı kırık bir kuş gibi kalacak ve yükselemeyecektir.
Bazı büyük yazarların, bazı eserlerinde imla kurallarının dışına çıktıkları görülmüş bir durumdur fakat bunun benimsenmesi için yazarın öncelikle doğru olanı bildiğini ve buna önem verdiğini okura kanıtlaması gerekir. Oğuz Atay, Jose Saramago gibi deneysel yazımlarda veya Attilâ İlhan’ın, Hilmi Yavuz’un şiirlerindeki gibi kasıtlı bir edebî amaç olmadıkça noktalama ve dil bilgisinin önemi bir kitap için, hele ki genç bir yazarın ilk kitabında yadsınamayacak kadar büyüktür. Ancak belirli bir yetkinliğe ulaşıldığında, okur artık yazarının kural dışı oyunlarını tevazu ile karşılar, hikâyelerine kendini gönül rahatlığıyla kaptırabilir.

İskenderiye Yayınları,
160 sayfa, 2016
İskenderiye Kitap yayınevinden çıkan Fikrimin Çivisi Çıktı’yı okurken kendimi olayların akışına kaptırmam işte tam da bu yüzden biraz zaman aldı… Dahi anlamındaki –de –da eklerinin hazin durumu, “nerede, orada” gibi kelimelerin “nerde, orda” gibi konuşma biçimleriyle yer alması, virgüllerin asla olması gereken yerlerde olmaması gibi hususların öncelikli nedenlerini yazardan önce yayınevine sormak gereklidir. Özensiz bir “edit” çalışması yazar tarafından incelikle işlenen edebiyat metnine yazık eder ve her yönüyle sınıfta kalmış bir çalışma yapıldığını gösterir. Kitabın bundan sonraki basımlarının işine önem veren hatta işinin ne olduğunun gerçekten farkında olan bir yayınevi tarafından yapılması çok daha sağlıklı sonuçlar verecektir.
Tunahan Atalay’ın da kitabın başında belirttiği gibi kısa bir hayatın özeti olan kitap, kötülerin ve hak yiyenlerin dünyasında tanrıya isyan eden içsel konuşmalar ve saf, temiz kalabilmiş düşünceler ekseninde filizlenip gelişiyor. Bir lise öğrencisinin aklındaki tüm sorular, öfke, yedirememişlik, üzüntü, pişmanlık, özlem, tek bir soru çatısı altında birleşiyor: Neden?
Okuldaki her dersin başlığında, içeriği de şekillenen sorular git gide bütün bir yaşamın sorgulanmasına dönüşüyor. Bir anlamda, temiz kalabilmiş bir ruhun cesaretle sorabileceği tek ve en güçlü sorunun “neden” olabileceği vurgulanıyor. Bununla birlikte soruların felsefi açıdan başlangıcı güzel olsa da altının yeterince dolu olmadığı hissi içimde uyanıyor. “Atomu bulup bomba yapan benden daha az mı günahkâr şimdi, sırf ağzına içki vurmadı diye?” [sf.12] Yaşamın sorgulanışında bu cümleden daha gerçekçi ve geçerliliği olan örneklerin kullanılabileceğini düşünüyorum.
Bunun yanında “Denizde dalga yoktur. Rüzgârdadır dalga” [sf.81] cümlesi yine gerçeklikten uzak ve sadece kulağa hoş geldiği için yazıldığı izlenimi vermekte. Benzer şekilde “Nobel ödülü almış bir film gibi izlerdim” [sf.13] cümlesi, gerçeği yansıtmamasının yanı sıra basit bir yanlışın pençesinde kıvranıyor. Zira yazar, her okuyucunun filmlere Nobel ödülü verilmediğini bildiğini varsayarak yazmak zorunda. Yazarın birincil görevi, okurun her bilgiye hâkim olduğunu veya olacağını unutmamak ve araştırmayı hafife almamaktır.
Kendi hayatından yola çıkan yazar okurun kendiyle bağdaştırabileceği noktalara etkileyici bir şekilde değiniyor. Elbette bunu yaparken “Bir şeyin sonunu görmek diğer her şeyin başlangıcını görmekten iyidir.” [Sf.122] veya “Bir ömür süren Cumartesi Pazar gibisin” [sf.114] veya “Gözüme bir sen kaçtı…” [sf.101] gibi buram buram aforizma kokan cümleler yerine, daha özgün, kalıplardan uzak ve edebî kaygı taşıyan cümleler kullanılırsa, zaten kendi başına güçlü olan düşüncelerin okuyucuya daha etkili bir şekilde taşınabileceği kanısındayım.
Anlık durum betimlemelerinde karşılaştığım “Büyümeyi beceremedik. Belki de en büyük hatamız çocuk kalmamak” [sf.94] gibi birbiriyle çelişkili cümleler ve “Stabil sohbetler edip durduk” [sf.62] gibi günlük konuşma dilinin yazarın kelime dağarcığında hiçbir filtreden geçirmemesi akıcılığın pürüzlenmesine sebep olan diğer etkenlerden.
Fransız edebiyat eleştirmeni Suzanne Bernard’ın “Sonuçta bir roman da güçlü bir düzenleme içeren bir evren değil midir?” sözünden yola çıkarsak bu kitapta birbiri ardına sıralanan olay bağlantıları daha belirgin olsaydı ve devrik cümlelerin art arda sıralanmasıyla katlanan dramın boyutu biraz daha düşük tutulsaydı çok daha güzel bir kitap okumuş olabilirdim. Fakat yine de yazarın anılarını samimiyetle ve tam bir açıklıkla anlatış tarzını cesaret örneği olarak görüyor, ileride yazacağı kitaplarında kitap-kahve klişelerinden tamamen sıyrılarak kaybedenlerin sesini çok daha etkili bir şekilde duyurabileceği inancını taşıyorum.