Kişiye sıkı surette bağlı temel hak ve özgürlüklerden,aile kurmanın yollarından biri evliliği geçersiz kılan koşullardan biri olan eşlerden birinin aldatılması. Bu aldatma biçimlerinden biri eşin mali durumu hakkında aldatılma.
Bu aldatılmanın evliliği iptal sebeplerinden biri olan namus ve onur hakkında aldatmanın kapsamına girip girmeyeceği de tartışmalıdır. Taraflardan birinin evlilik öncesi mali durumu hakkında zenginken fakir, fakirken zengin göstererek gerçek haline aykırı davranışlarda bulunarak diğer tarafı aldatmasıdır. Aile Hukuku Doktrininde bu iki örnek üzerinden baskın görüş zengin olan tarafın, kendisiyle bu sebeple evlenilme korkusu kaynaklı olduğuna dayanılarak bu davranışın onursuz sayılmayacağıdır. Her ikisinin temelinde yalan olduğu ancak kabul edilebilir olan ve olmayan ayırımı yapıldığı ve mülkiyete dayalı eşitsizlik halinin bir görünümü olması tartışmasını bir kenara bırakarak…
Bu örnek her seferinde, çocukluğumdan, annelerin misafirperverliğinin çok değerli olduğu yıllardan, hala unutamadığım bir anıyı canlandırır. Güzelliğine hayranlık duyduğum bir genç kızın, onu çok sevdiğini bildiğim annesinin, çok zengin bir aileden bir gençle evlenmesine, “ailelerimiz uyuşamaz” diyerek izin vermemesi. Daha dokuz yaşındaydım, zenginliğin evlilik engeli olabileceğini ve hayranlık duyduğum ablanın, ona değer veren annesi tarafından, daha refah içinde yaşama layık görülmemesini hiç anlayamamıştım.
Kadınların zengin erkeklerle evlenmesinin normal görüldüğü, erkeklerin zengin kadınlarla evlenmesinin ise erkekliklerinin eksildiğini ifade eden “iç güveysi” olarak kabul edildiği yıllardan geçerek, göreceli de olsa kadınların ekonomik gücü ve bağımsızlığını kazandıkça sınıfsal gönül ilişkileri daha karmaşık bir hal aldı.
İkinci bahar birliktelikleri bunlar içinde daha da soru işaretli olanları. Yaygın deyimle “kendi ayakları üstünde durabilen” bir kadınla ekonomik olarak daha avantajlı erkek eşit ya da ‘sürdürülebilir’ bir gönül ilişkisi kurulabilir mi? Elbette bu erkek için de geçerli, hatta hala “iç güveysi” yaftası yapıştırılabilme tehlikesi var. Tabii, zenginliği sebebiyle kendisine yaklaşıldığı korkusunda olma halini, hele ikilinin önceki evlilik ya da ilişkilerinden çocukları da varsa -biraz acımasız olmayı da göze alarak- çocukların anne babalarına olan sevgilerinin yansıması olabilecek miras beklentilerinin ilişkiyi daha da çıkmaza sokabilme hallerini bir kenara bırakıyoruz.
İki gönül bir olunca samanlık seyran olur için biraz geç. Birlikte oturulsa kimin evinde hangi koşullarda, oturulmasa mülkiyet temelli iki farklı yaşam tarzı nasıl ortaklaşacak ve nereye kadar gibi birçok soru…
İçine doğduğumuz beden gibi içine doğduğumuz sosyo-ekonomik-kültürel çevre birbirimize karşı en acımasız ayırımcılık zeminlerinden biri. İçine doğduğumuz çevrelerin ve kendi halimizin normallerinin karşılaşması. İşte burada Erich Fromm’un, Covid-19 un ortaya çıkmasından yıllar önce yazdığı, “(T)ehdit altındaki gezegenimizi kurtarmak için yeni bir sosyal ve psikolojik devrim manifestosu” olarak nitelendirilen “sahip olmak veya olmak (to have or to be)” bize kurtarıcı bir yol gösterebilecek görünüyor. Fromm’un tezi, insanoğlunun ruhu için iki varoluş tarzının mücadele ettiğidir: maddi varlıklara, güce ve saldırganlığa odaklanan ve açgözlülük, kıskançlık ve şiddet gibi evrensel kötülüklerin temelini oluşturan sahip olma tarzı; ve sevgiye, paylaşmanın hazzına ve üretken faaliyete dayanan olma tarzı.” To be, bizim -erozyona uğramadan önceki yaygın kültürümüze hiç de yabancı olmayan bir oluş hali. Tasavvufun “ölmeden ölme”, Yunus’un “kendini bilme” hali.