“Ezber bozma” diye bir deyiş türedi son zamanlarda… Hemen her yazıda, özellikle akademik metinlerde yer almaya başlamıştır. Okuru meraklandırıp, “Dur bakalım, benim ezberlediğim şey neymiş?” diye tahrik eden bir şey olarak yararı var; insan saf aklın hürmetine bildiklerini bir kez daha süzgeçten geçirmeli, elbette…
“En çok, en iyi bildiğinizden şüphe ediniz” diyen Kant’ın bu işte evvel eski parmağı bulunuyor.
Ezberi bozup da yerine yeni bir ezber edinilecekse, bunca zahmete ihtiyaç yoktur.
Mesele, anlatılanı farklı pencerelerden görebilmektir.
İnsan zihninin bir Tabula Rasa olduğunu kabul edersek, kafası karışık hocanın anlattığını karatahtasında sık sık silip yerine yenisini koyması buna benzedir; yap-boza elverişlidir insan zihni…
Öyle ki, Fransız İhtilalinin insanlığın eşitlik-kardeşlik-dayanışma şiarına kavuşmasına neden olduğunu, 1789’dan beri insanlara artık siz eşitsiniz diye akıl verildiğini biliyoruz. Bu yönüyle 1789 bir milattır.
Öte yandan bu hazırlıksız yakalanılmış eşitlik furyası nedeniyle tarihin çağ atlayıp bir çöküşe yuvarlandığı, 1789’un kitlelerin ayaklanmasına yol açan tarihî bir kara delik olduğunu kimse konuşmaz.
Fransız İhtilali üzerinden bir okumayı, muhafazakârlığı şurada dursun, sıkısından bir kralcı-monarşist tarihçiye eğer kulak verip sürdürürseniz, işte bu yazıda yer alacak dipnotlarına erişir; biraz da dehşete düşüp şaşırırsınız.
Tarih, unutmayınız ki, hikâye anlatma sanatıdır ve anlatıcısının belâgatına bağlıdır.
Eric Hobsbawm’ın Devrim Çağı adlı eserinde kullandığı çifte devrim kavramı, 1640 İngiliz Burjuva Devrimi ve 1789’da başlayıp birçoklarına göre hâlen bitmemiş olduğu varsayılan Fransız İhtilaliyle örtüşür.
1871 Paris Komününe kadar süren ihtilaller dönemi, çifte devrim kavramıyla açıklanmaktadır.
Hobsbawm İngiliz adasındakinin alttan yukarıya, Marxçı bir kabullenişle, gerçek anlamıyla 1.biçimde bir devrim olduğunu söylediği bu çifte devrimin, Avrupa kıtasına geçildiğinde Fransa için belirsiz ve karmaşıklık gösterdiğinde hepimiz mutabıkız. Yukarıdan aşağıya doğru üretim biçiminin değiştirilmesine dayanır Fransızlarınki; hatta Almanya-Prusya örneğine baktığınızda tamamen mutlakiyetçı devletin kontrolünde bir tür çağdaşlaşma projesine benzediğini kavramak da mümkündür.
Bir bütün olarak İngiliz köylü sınıfını tarihten bir kalemde silen 1640 İhtilali ve sonrasına ait gelişmeler, İngiltere’yi burjuva demokrasisine taşıyorken, Fransa’daki kökleşmiş köylü sınıfı, hatta bugün bile varlığını koruyacak derecede devletle pazarlığını sürdürecektir.
Fransız burjuvazisi, aristokrasi-monarşi- mutlakiyetçi devlet ve sankülotlar [sans-culotte] dahil olmak üzere tüm sınıflarına ve halk kitlelerine nabza göre şerbet vererek durumu idare eder. Bugün aristokrasiyle kol kola girdiyse, yarın işçi sınıfına gülücük dağıtır; arada askerci, bazen kraldan fazla kralcıdır…
Hele Almanya’ya gelindiğinde burjuvanın vaziyeti daha berbattır, Marx’ın Alman burjuvazisi kadar daha aşağılığı yoktur, diyeceği kadar ileri gider. Alman burjuvazisine dönüşmeye aday toprak sahipliğinden evrilmiş Junkers’ler bir başka âlemdir; onlar, her şeyi devletten bekleyen, zenginliğini devlet arpalığından edinen millî burjuvazidir.
Bütün bu aksataların içinde, sadece, Fransız İhtilalinin kendisinden bunca söz ettirmesi on yıllarca süreye yayılıp, iki ileri bir geri adımıyla kendi çevresindeki çekim gücünden bir türlü kurtulamamasına bağlanmalıdır. Öyle ya, Alman devrimine ait çalışmaları Marx-Engels’den sonra neredeyse hiç görmedik… Zengin tarihî tecrübeleri arkasında bırakarak sahneye çıkan Fransız İhtilali insanlığa kanlı, giyotini bol, retoriği geniş, “ihaneti gördük” denilecek kadar bir akrep yuvasına el sokulmuşçasına herkesin herkesi arkadan vurduğu baş döndürücü serüveniyle biricikliğini, unicité hâlini apaçık kanıtlamıştır.
Bir de Fransız entelektüalizminin dünya edebiyatını taçlandıran eserleriyle, Aydınlanmacı gelenekten kaynaklanan bin bir söz söyleme gücü etkili olmuştur, sanıyorum. Bu kadar edebiyatçısıyla, ressamından heykeltıraşına kadar Paris kafelerine sığmayan yığınla velût entelektüeli bulunan bir toplumun söyleyeceği söz hiç kuşkusuz çok olmalı… Bu yönüyle hakkını verirseniz, Fransız İhtilali gibi uzun bir süreye yayılı tarihî hikâyeyi, başını giyotin halkasına sokmuş XVI.Louis’nin hayranı bir tarihçiden dinlemeniz de şart olur.
Eğriye eğri, doğruya doğru; Fransız İhtilalinin sol-radikalist devrimcilerin sayfalarında, en azından ilerlemeci siyasi görüşlerin hizmetinde farklı okunup ezber hâline geldiğini biliyoruz. Birçok eser okuduk, farklı yönleriyle Fransız İhtilalini takip ettik, ancak elli küsur yıldan beri böylesine rast gelmedik. Neredeyse unutulmuş bir kitabı takdim eden yazının amacı da zaten budur…
1962 yılında, Varlık Yayınları’nın “Faydalı Kitaplar” serisi dahilinde yayınlanmış bir eser, şimdilerde sahafların tozlu raflarında seyrek olsa da bulunabiliyor; yeni baskısı yok. Zira yazarı Kral yanlısı ve ihtilale şiddetle karşı, o nedenle Türkiye’deki yayınevleri solcu olup sağ gözünü kapatmışları kırmamak için kitaba yüz vermemiştir; ama zaten sırf bu yüzden okunması şart!
Kitabın yazarı Pierre Gaxotte, eserini Türkçeye Samih Tiryakioğlu tarafından çevrildiği o yılın yirmi sene sonrasında Paris’te hayatını kaybetmiş bir Fransız tarihçidir.
O kadar kralcı ve ülkesinin yayılmacı olmasından yanadır ki, Fransa’nın doğru dürüst, hatta İngiltere’yle yarışacak kadar sömürgeci olamayışına hayıflanır eserinde… “Montesquieu ile Voltaire başta olmak üzere bütün filozoflar sömürgelerin bir yük, memleket nüfusunun azalmasına ve haydutluklar yapılmasına bir sebep olduğunu söylemeleri yüzünden” kraliyet ülkesinin adam gibi sömürgeciliğin nimetlerinden yararlanmadığına üzülür; işte böyle yazar…
Aşırı sağcılığını ilan etmesi Le Figaro gazetesindeki sütunlarında yer almadan evvel, Fransız monarşizminin savunuculuğunu yapmasına karşılık bir de Académie Française‘e seçilmişti; öyle her babayiğidin adım atacağı bir yer değildir bu akademi… Fakat burada ne yapıyoruz, sağcı Başkan Charles de Gaulle’ün, solcu Sartre mahkûmiyet alınca, bu cezayı affına mahzar eyledikten sonra, “Fransa Sartre demektir!” diye gösterdiği hoşgörüyü biz de gösteriyor, kralcı Gaxotte’u okuyoruz; küsmek yok…
Gaxotte’un pek çok eseri var, ancak Türkçede salt Fransız İhtilali Tarihi başlıklı olanını rahmetli Samih Tiryakioğlu’nun çevirisinden okumaktayız. Samih Bey, tarihimizin unutulmaz şahsiyetlerinden Tiryaki Hasan Paşa’nın torunu torunuydu. Türkçeye Fransızcadan en temel eserleri kazandıran kıymetli bir üstat gazeteci, yazar, çevirmen, kültür adamıdır; 1995 yılında ömrü bu kadarına vefa etmiştir.
Roma’nın çöküşü ardından Avrupa’da parçalı ve bazen bir bütün olarak görünen Eski rejim – Ancien Régime zamanlarındaki, şöyle böyle bin beş yüz yıl boyunca diye adlandırdığı, bu hesaba bakılırsa elli kuşağın içinden geçtiği bir zaman dilimini kutsayarak eserini yazmaya başlamış bulunan Gaxotte, eskiye ait muhafazakârlığın en üstün hitabetini şöyle kurar:
“Fransa, çok büyük ve çok eski bir bina idi. Bu kuşaklardan her biri onun üzerine damgasını basmış, bu binadan hiçbir şeyi yıkmaksızın ve çıkarmaksızın, boyuna geçmişe ilavelerde bulunmuştu. Bu yüzden de binanın planı karışık, üslupları dağınık, parçaları intizamsızdı. Yüzüstü bırakılmış birkaç bölük yıkılmak üzereydi, bazıları rahatsız, bazıları daha lükstü. Fakat netice itibariyle binanın bütünü zengindi, cephesi heybetliydi ve içinde, başka yerlere göre daha iyi ve daha kalabalık hâlde ömür sürülüyordu.“
Burada bir edebiyat diliyle, bize kalırsa gayet mükemmel biçimde anlatılan coğrafya, merkezi Paris ve Fransa olmak üzere Batı Avrupa’nın Alman prenslikleri sınırlarından İspanya Krallığı ve İtalya şehir devletlerine kadar olan bir kıtadır. Gaxotte, daha baştan Fransa’nın kraliyete ait tarihini, geçmişi şanlı ve kutsal bir kimliğe büründürerek, hamasî sözcüklerle uzun uzadıya anlatır. Buradan anlarız ve emin oluruz ki, Fransız İhtilali denilen fesatlık zamanına kadar her şey, bazı sorunlara rağmen, bir gül bahçesi serinliğinde sürüp gitmiştir. Gaxotte, Kilisenin bu coğrafya ve toplumdaki önemini, bilimlerin ve sanatın korunmasında yararlılığını da anlatır.
Hatta Kilisenin siyasete ait ağırlığına, uzun uzadıya daha birinci sayfada yer verirken, topluma ait iç kargaşaları ve huzursuzluğu [sınıf mücadelesi diye Marxçı bir kavram olduğunu bu kitabı okurken geçici olarak unutmanız gerekir, sonra hatırlamak üzere bir kenara not alınız] yatıştırması bir yana dursun, eğer dışarıdan gelen bir işgal olursa “Kilise istilacılara karşıcı gidiyor, onları elde edip yatıştırıyor, dinlerini değiştiriyor, dalgalarına yön ve nizam veriyor, yakıp yıkmalarını sınırlandırıyordu.“
Böylesine ağız tadıyla afiyet içinde yaşanırken, ne olduysa, devlet birden zayıfladı ve köylüler kendilerine sığınacakları yer aradılar. Arayan bulur, bu kez tarih sahnesine, Gaxotte’a bakılırsa, birden derebeyi adı almış toprak sahipleri çıktı. Boşuna iş yapacak değillerdi ya, her şeyin bir bedeli var; “Bir şatosu, savaşçıları, bir hazinesi olan derebeyinin çevresinde köylüler çarçabuk toparlanıveriyorlardı. Onun korumasına ve adaletine karşılık kendisine emeklerinin bir parçasıyla ürünlerinin bir parçasını veriyorlardı.“
Gördüğünüz gibi, feodal üretim sisteminde her şey gönüllüce sürüyor, serf olarak yarı köle hayatı yaşayan köylüler emeğin ve ürünün birazcığını derebeyine, hem de can atarak, “Aman bende durmasın, alın sizin olsun!” diye veriyordu; alan memnun, veren mesut idi!
Tatlı bir hayat- dolce vita yaşanırken, Gaxotte’ye göre, birden nifak tohumları serpen, kışkırtıcı, kötü kalpli münafıklar ortaya çıktı ve huzuru, işte onlar bozdu. Bu aşağılık insanlar Aydınlanma dönemiyle başlayan Tanrı’yı dahi sorgulamaktan çekinmez, utanması arlanması olmayan entelektüellerdi; sanatçılar, edebiyatçılar, düşünürler ve bilim adamlarıydı. O zamanlara varıncaya değin, “Derebeyi ile köylüler panayırlarda buluşuyor, gün iyi geçmişse meyhanede oturup kadeh tokuşturuyorlar, açık-saçık şakalar yapıyorlar, birbirlerinin sırtına samimi tokatlar indiriyorlardı. Gece olunca derebeyinin belinde kılıcı ve koltuğunun altında bir somun ekmekle ve mağrur bir tavırla atına bindiği, köylülüyü de atının terkisine oturtturduğu görülüyordu.“
Bu göz yaşartıcı samimi tabloyu hayalimizde canlandırdıktan sonra, topluma ait muhabbeti bozan entelektüellere kızmamak ne mümkündür!
Bourbon Hanedanın 14 numaralı Louis’inden başlayarak on altıda sonlanan hükümdarlar vaktinde, aslına bakarsanız, herkes homurdanırdı ama devlet bir asalet yuvasıydı. Mesela, “Hiçbir devlet bakanı hükmetmiyor, emir vermiyor, yasak etmiyordu. Sadece tavsiye ediyor, öğütlüyor, ricada bulunuyordu. Öteden beri, minnettarınız olurum diye yazmayı âdet edinmişlerdi. Şöyle yazıyorlardı: ‘Efendim, geçen ay bana yazmak lütfunda bulunduğunuz mektupla birlikte, her madde üzerinde görüşlerinizi aldım. Bu yeni sevgi delilinden dolayı size teşekkür ederim.“
Şimdi, gelin de tiyatrocu Moliere Efendi’nin eserinde aktarıldığı gibi, böylesi Mösyö Jourdain misali kibarlık budalasına örnek olacak konuşmaların, yazışmaların geçtiği bir devleti, krallığı yok etmeye kalkışın. Bunu yapsa yapsa, entelektüeller yapar!
Henüz o vakitler komünizm heyûlası Avrupa üzerinde dolaşmadığından, gerçi Babeuf adındaki erken ötmeye kalkışmış horoz misali bir komünistin zamansız çıkışını şu kenara bırakırsanız, kabahat defterine yazacağınız bir komünist bulunmaz. Zengin memlekette bürokratlar ve bir avuç yiyici takımı yüzünden yoksullaşmış halkı kandırmaya kalkan Babeuf’ten evvel, bir de Jacques René Hébert vardır ki, tarihçimiz Gaxotte’a göre hainin, üçkâğıtçının, ahlaksız ve şerefsizin, hatta hıyanet akrebinin ta kendisidir. Hébertism diye adlandırılacak bir hareketin kurucusu olan Mösyö Hébert, aslında bir gazetecidir; zaten bütün bela gazeteci milletinden çıkar.
Ama biz okurumuzu Hébert’in kapısına getirmeden evvel daha pek çok meydanda dolaştıracağız; o sokak bu cadde diye Paris’in altını üstüne getirecek ve böylece insanlığın bu yüce devrimi sanılan-sayılan ihtilali biraz anlatacağız.
Bir kere, Gaxotte’a bakarsanız, iktisat bilimine merak salan aydınlar yüzünden Fransa’daki köylülüğün vaziyeti kötü gösterilmişti. Şöyle yazıyor:
“İktisatçıların yazılarından da köylerdeki yaşayışı korkunç bir şekilde tasvir eden yazılar bulup çıkaranlar olmuştur. Fakat bunların çoğu, köyleri ancak ünlü iktisatçı Quesnay’nin [Fizyokratçıların başında gelen iktisat ekolü kurucusudur] eserlerini okuyarak tanımış, dört duvar arasına kapalı kimseler tarafından rençberlerin saf faziletlerini övüp yem kıtlığı ya da merinos koyunlarının sıskalaşıp ölmesi dolayısıyla sel gibi gözyaşı dökmenin moda olduğu bir çağda yazılmışlardır.”
Gaxotte, Fizyokratlar diye anılan iktisatçı ekolle anlaşılan dalgasını geçiyor; kinayesi, sinik tarzda hicive dönük kalemi takdir edilmelidir, ben pek hoşlandım. Dönemin bütün krallarının hoşgörüsü yüzünden, bu aydın takımı, bizim deyişimizle enteller-entelektüeller, şair ve edebiyatçısından filozofuna kadar tümü bu yüzden şımarmış, ne dediğini bilmez hâlde kalıp değerli olan Fransız tarzı Saraya bağlı sanatçıları, bilimadamlarını bile dışlamışlardır. Zira Fransız dehası, kargaşadan ve ihtilalden nefret eder, evrensel ve kararlı olanı sever… “İhtilalden evvel Fransa hiç de mutsuz değildi, şikâyet edeceği konuları vardı ama ayaklanması için bir sebep yoktu. Zihnî ve manevî tarzda bir sunî kriz yaratılıp ihtilale sebep olundu.” Gaxotte, bu sonuca aydınların haddini bilmemesi yüzünden gelindiğine kânidir.
Bu entelektüel “takımı” öylesine tuhaf şeyler yapmaktadır ki, artık aşırılığın sonu gelmez olur. Mesela, “Montesquieu’nün deneyleri insanı güldürür. Bir ördeğin başını suya daldırıp ne kadar zamanda öleceğini hesaplamaktan ibarettir. Diderot’ya ve J.J.Rousseau’ya gelince, bunların birincisi her şeyi kendi kendine öğrenmiş bir fesatçydı, ikincisi ise pek az şey biliyordu. Voltaire ise, şaşırtıcı derecede çocuksu kanıtlar ileri sürmekteydi. Spallanzani’nin sümüklü böceklerle ilgili deneylerini o da tekrarlayarak oyalanıyorsa da bunu sadece din aleyhinde bir yergi yazmak için yaptı.“
Kafası kesilen bir sümüklüböceğin bir ay içinde tekrar kafasına kavuştuğunu kanıtlamakla dine karşı çıkmak arasında bir bağ kurmaya çalışan Voltaire’in, Ansiklopedist Diderot ve ötekilerinin bu haylazlıkları yüzünden ihtilalin doktrini yavaş yavaş kitlelerin ruhunu kemirmeye, insanları her zaman ve her şeye, her biçimde isyan etmeye zorladı.
Hele, 1789’da kurulan İhtilal Meclisinde, kısa süre geçer geçmez söz sahibi olup giyotine epeyi adam gönderen avukat Robespierre’in başını çektiği Jakobenler’den, Gaxotte hiç hoşlanmaz. “Ve böylece Jakoben yazarlar toplumun, toplumlar yazarların üzerinde etki yapa yapa, ihtilalci kardeşlerin şûursuz topluluğu gittikçe çabuklaşan bir hareketle ‘hiçbirinin önceden kestiremeyeceği, her birinin ayıplayacağı fakat hepsinin hazırlamakta olduğu belirli bir entelektüel ve manevi tipin ortaya çıkmasına doğru gelinecektir, ki bu tip 1793’ün sosyalist Jakoben tipidir.” Şimdi günâh keçisi bulunmuştur; sosyalist ihtilalciler…
Frengili, sık sık belsoğukluğuna yakalanan, hastalıklı ama pek sevilen gazeteci Jean-Paul Marat’nın da bu işlerde parmağı bulunur. Onun gazetesi hepi topu 1 milyon nüfusu aşmayan Paris’te 200 bin civarında satıyormuş; bunu da not ediyoruz.
Marat’nın kışkırtmadığı kimse yoktur, herkesin yuvasına ihanet ateşini sokar, elinden gelse güzel güzel geçinen karı-kocaları bile birbirine düşman edecektir ve sonunda kendi düşmanları da çok olduğundan, onu öldürmeye yeminli olanlar bir genç kızı bu işe razı eder. Bugüne ait adlandırmayla söylersek, tetikçi kız tarafından banyosuna davet edildiğinde öldürülür; birkaç hançer darbesiyle… Marat’nın banyoda katliamı klasik eser olarak müzeyi süsleyecektir; Paul Baudry fırçasından 1860’da çıkmış tabloda, suikastçı Charlotte Cardoy ve banyo küvetinde kanlar içinde kalan Jakoben ihtilalci Marat’yı görürüz…
Alt alta, yan yana sıralanacak bunca entelektüel kışkırtma sonucunda Fransa’da ayaklanmalar başlayacaktır, Gaxotte’a göre… Aslına bakarsanız daha 14.Louis zamanında, 1635’de başlayan Fronde ayaklanması gelecekte uç verecek diğerlerinin ilk işaretidir; artık Fransa ihtilaller çağına girmiştir. Ama bütün bunların müsebbibi entelektüeller, Gaxotte’a göreyse, ‘yazarlardır.’
Şöyle ilave ediyor: “XVIII. yüzyılda menfaat gütmeyen edebiyatın yerini, yükselme hırsı besleyen, tecavüzkâr, mücadele edebiyat aldı. Yazarlar ıslahatçılığı meslek edindiler, fakat yeni rollerini yaparken kendilerinden öncekilerin çevrelemiş olduğu saygı ve hayranlıktan yararlandılar. Pudralı perukalar takmış binlerce güzel baş sonradan bunların cellat Samson’un sepetine yuvarlayacak teorilerle sarhoş oldu.“
Dikkat etmek gerekiyor ki, sıra Fransız İhtilalini giyotin ayaklanması diye adlandırmaya geliyor. Zira on dördüncüden on altıncıya kadar Lui [Louis] devirlerinde giyotin yerine insanları darağacında sallandırırlarken, aldığı fizik bilimi derslerini kafa kesmeye ait bir makineyi icat etmek yönünde kullanan, Joseph-Ignoce Guillotin adlı fizikçinin icadı olan cinayet aleti revaç görecektir. Bu kadar çok “kelleyi” ipte sallandırmak masraflı ve zahmetli olacağından giyotini icat etmek, sonra aynı isim altında piyasaya tıraş bıçağını-jiletini sürmek akıllıcadır.
İşte bu ihtilaller çağına sebep olan entelektüeller kabahat ve günâhlarını birer birer giyotine gönderilmekle ödeyecektir. Mesela Diderot, kendisini giyotine gönderen İhtilal Meclisini cellatların arasında terk ederken, buna sebep olan eski arkadaşı Robespierre’e söylediği söz pek meşhurdur; defterin bir kenarına not edilse yeridir: “Dikkat et Robespierre, sen de benim arkamdan geleceksin!“
Tanrı onları affetsin! Robespierre de kısa süre sonra Direktuvar adlı faşist yöneticiler zamanında giyotine gönderilir.
Bu ihtilal sapkınlığı sadece Fransa’nın entelektüellerini sarmamıştır, mutlakiyetçi devleti kurup tepeden inme endüstri devrimi yaparak milli burjuvazi yaratma derdindeki Prusya-Almanya’sına kadar uzanır. Orada Mozart’ın bestelediği Figaro’nun Düğünü operasının 27 Nisan 1784’te verilen galasında, sahnede sokak fahişeleriyle beraber görünen işçiler, “emekçiler” asillere ağza alınmaz şeyler söylemiyorlar mıydı?
“Kendinizi [asillere hitaben] büyük bir dehâ mı sanıyorsunuz, siz? Bu kadar mal mülk edinmek için ne yaptınız? Doğmak zahmetine katlandınız sadece, o kadar…” Buradan anlıyoruz ki, Mozart da, entelektüel aşırılığın bir üyesi olup çıkmıştır.
Bütün ayaktakımıyla birleşen entelektüel yazarlar, müzisyenler, sanatçılar Gaxotte’un yazdığına göre, “Krallığı hem felce uğratıyor, hem de hareketsiz kalıyor diye bar bar bağırıyorlardı. Hem ayaklanmayı teşvik ediyor hem de bu ayaklanmaya çare bulmuyor diye krallığı suçluyorlardı.“
Gaxotte halkın sürü hâline geldiğine emindir… “Toplanan sürüler sokakları doldurdu…” der, sonra bu sürüye güvenen bir generalin, “Ben halkıma güvenirim” demesinden sonra konağının yağma edilmesinden bahseder. İşte bu kalabalıklar nihayetinde sokaklardaydı; 1789’un başlarındayız henüz…
“Burjuvalar evlerine kapanmıştı, sokak ise en korkunç ve en aşağılık halk tabakalarının elindeydi. Bastille kalesine akın etmeye başladılar. Bastille kalesi kumandanı Mösyö Launay felsefe meraklısıydı, hümanizm filan diye kafası karışmıştı ve kendisini filozofiye vermişti, bu azgın kalabalığı dağıtmadı…“
Böylece öğreniyoruz ki, 1789’un sembolik işgali olan Bastille’in ele geçirilmesi aslında kumandanın hümanistik rızasıyla olmuştur. O hâlde Bastille kalesine girenler, bizlere tarih boyunca anlatıldığı gibi büyük zafer kazanmış sayılmazlar.
“İçeride yedi mahpus vardı. Bunlardan dördü kalpazan, biri ailesinin isteğiyle oraya kapatılmış genç bir ahlaksız – cinsi sapık- , ötekileri de deliydi. Kalpazanlar fazla bir şey soruşturulmadan sıvışıp gittiler. İşkence meraklısı Marki de Sade’nin çömezi olan ahlaksız genç halk tarafından büyük törenlerle karşılandı, orada istibdata, krallığa, despotizme karşı göz yaşartıcı nutuklar verdi. İlkin aynı çoşkuyla karşılanan iki deli, ertesi gün, dayanılmaz olunca tımarhaneye gönderildi.“
Gördüğünüz gibi tarihe Bastille’e hürriyet baskını diye geçen olay bir komediden ibarettir; aksini söyleyenler entelektüellerdir, ama gelin görün ki tarih hikâye anlatmaktan başka nedir!
Bastille’in zaptından sonra Büyük Korku diye anılan bir kargaşa dönemine girildi; birisi ihbar etmesin, giyotin derhal çalışıyordu. Gaxotte, bu tarihten itibaren başlayan uzunca ihtilal tarihini kitabında bir hikâye anlatıcı tadıyla aktarır. Bu yönüyle, Osmanlı tarih anlatıcıları olarak isim yapmış Feridun Fazıl Tülbentçi’den, Reşat Ekrem Koçu’dan, hele Ahmed Cevdet Paşa’dan, dahası Enver Behnan Şapolyo’dan, tarih mecmuacısı Yılmaz Öztuna’dan pek farkı yoktur; Evliya Çelebi tarzı abartıya dayanan anlatısına da dikkat çekmeliyiz…
Gaxotte hiç kuşkusuz tarih anlatımında Annales Ekolü olarak bilinen yöntemin yanındadır ve aktardıkları insanların özel tarihleri üzerinden aktarılır ki tarihte kişinin rolüne ağırlık veren bu ekol yabana atılamaz. Uydurma suikastler, iftiralar, yakıştırmalı söylenceler, yapma cinayetler, gizli komplolarla bezenmiş bir Fransız İhtilali tarihinden bahsetmesinde elbette birçok doğru taraf bulunmaktadır; zaten sırf bu nedeniyle okunsa yeridir.
İhtilal 1789’da sonlanmayacaktır, bilindiği gibi… 1793’de pek kanlı bir köylü isyanı olur; Vendee ayaklanması adıyla tarihe geçer. Bazı kayıtlara göre kırk beş bin civarında köylü, en azından üç misli diğer halktan insan katledilir. 1874’de, Victor Hugo, Sefiller’i yayımladıktan hemen sonra bu isyanın romanını yazacaktır; 1793 adıyla basılır…
İhtilal Meclisine gelip hükümet darbesi yapan general Napoleon’a kadar akıcı bir tarih hikâyesi Gaxotte’de baş döndürücü hızla akıp gider; Gaxotte anlattığına doyamamış gibi önüne geçilemez bir hazla detaylara kadar inerek anlatacaktır.
Kitabın tümünü, elinizde kalem masanızda not defteriyle okursanız, literatüre ait birçok şeyi buradan devşirirsiniz. Mesela, Türkçeye trikotajcı diye çevrilmiş bulunan el emeğiyle dokuma yapan, yün ören anlamındaki sözcüğün aslı, Fransız İhtilali Meclisinde Jakobenci-sosyalist tarafın yanında oturan Parisli işsiz güçsüz kadınların ellerinde tığlar, şişlerle giriştikler işe aittir. Tricoteuse-örgücü kadınlar, tek kelimesini anladıklarından hep şüphe edilmesine karşılık Meclisteki hararetli ve entelektüel düzeyi yüksek tartışmaları bir yandan dinliyor, öte yandan sokaklardaki ihtilalci-ayaklanmacılara Phrygian beresini, bir ters bir düz diye ilmik ilmik örüyorlardı. Phrygian beresi-başlığı Antik Yunan’da mitolojiye kadar giren konik biçimde komik bir ponponla sonlalnan şapkaydı; Fransız İhtilalinin kırmızı-beyaz-mavi renkleriyle beraber sembolü oldu. Gerçi bu bedavaya çalışan trikotajcılar Napoleon döneminde dayak yiyerek Meclisten kovulacaklardı ama bu başka bir tarihî hikâyenin mevzudur. Zaten tarih dediğiniz baştan sona hikâyedir…
Hâsılı, Napoleon’un imparatorluğu tekrar üstlenişine kadar son Fransız kralı olan 16.Lui’nin giyotine yatırılması dahil olmak üzere yüzlerce hikâyeden oluşan insanlığın bu tarih sahnesinin, Gaxotte’nin sayfalarında tekrar okunması şarttır. Böylece öğreniriz ki, 1789 İhtilali aslında bir entelektüel kışkırtmadır; o hâlde bir burjuva devrimi sayılamaz.
Fransız İhtilalinin Marksçı anlatımla sınıfa ait üç devrim içerdiğini Gaxotte’da okuyamazsınız; varsın olsun. Birincisi, fizyokrat entelektüellerin ukâlaca vergi düzenlemesine karşı çıkan aristokratların [Genel Meclis] Etat Generaux’u toplayıp gerçekleştirdiği devrimdir; diğeri daha sonra bu meclisi ele geçiren küçük burjuva ve sankülot-halk tabakasını yöneten malî burjuvanın kazanımlarına ait devrimci kalkışımdır; üçüncüsü ise taşrada/kırsalda ayaklanan köylülüğün Fransa tarihine damga vuracak devrimci kalkışmasıdır.
Kafanız karıştı değil mi, haklısınız, zaten Fransız İhtilalinin henüz çözümlenmemiş olması da işte, tam burada yatar… En düzgün açıklama için, bkz.Marx’ın Fransa’da İç Savaş ve Fransa’da Sınıf Savaşımları kitapları; Sol Yayınları…
Tarihin sınıflar mücadelesi üzerine kurulduğunu, elbette tarihte insanın-kahramanların-liderlerin rolünü ve hatta tesadüfleri de tablodan silmeksizin ele aldığınızda Fransız İhtilalinin tüm kusurunu, kabahatini Aydınlanmacı gelenekten gelen, hatta Mozart gibi saray hayatından hoşlanıp gayet mesut kalarak hedonizminin en ucunda yaşayan birine, bu isime benzer hiç kabahati dahi olmayan sanatçılara, aydınlara yüklemenin sosyal bilimleri okumak adına bir gerçekliği bulunmaz.
Fakat olsun, ne gâm! Tarihi bir de bu gözle okumanın türlü türlü yararı vardır.
Zira unutulmaması gerekir ki, ihtilal denilen şey bir toplumun cinnet geçirmesidir; sâralı olmasıdır; düşüp bayılıp ayılmasıdır…
İhtilal bir delilik hâliyse kralı tahtından, burjuvayı kasasından, aristokratı malikânesinden eden bu sâralıya soğan koklatması gibi, entelektüelin de aklına turp sıkmak gerekir.
Bu delilik hâlinin, Gaxotte’a göre tek sorumlusu vardır ki, işte onlara entelektüel denir.
Hem kabahatli, hem de terbiyesizlerdir…
Hepsi kabahatlidir, fakat kabahat samur kürk olmuş kimse üzerine almamıştır.