İnsan var olmak yahut yok olmamak için yok etmez, var etmek için yok eder. Karnını doyurmak için değil, tekrar acıkabilmek için yer. Tüm çabası daha fazlası içindir. Peki ama daha fazlası ne için?
Platon’un Kriton adlı kitabı Sokrates ile Kriton’un diyaloğuyla ilerler. Sokrates devletin tanrılarını inkâr ettiği ve gençleri yoldan çıkardığı gerekçesiyle mahkûm edilmiştir ve ölümle cezalandırılacaktır. Kriton onu kurtarmak ister, parayla Sokrates’in kurtulabileceğini ona anlatır ve onu ikna etmeye çalışır ancak başaramaz. Sokrates’e göre, yasaların doğruluğu veya yanlışlığı bir insana verdiği fayda veya zararla ölçülmez. Eğer yasa yanlış olsaydı daha en başında ona karşı durulurdu; durulmadığına göre, yasanın doğruluğu kabul edilmiş demektir. Ancak buna göre herhangi aksi bir durumda da yanlışlık yasada değil onu uygulayan kişilerde aranmalıdır. Demokratik toplumlarda yasalar toplumun kendisini ifade ettiğinden, yasaya saygı göstermemek kendine saygı göstermemek olur. O halde Sokrates kendisini ölüme mahkûm edenleri dayandıkları yasaya boyun eğip hapishaneden kaçmamakla kendi düşünce ve gerçeklerini çiğnemekten kaçınmıştır; yasaya saygı göstermekle kendine saygı göstermiştir.[1] Kriton’un kitap boyunca en büyük savı Sokrates’in doğru davranmadığı, çünkü kurtulma şansı varken ölümü tercih ettiği ve böylece kendi kendine ihanet ediyor oluşudur. Ayrıca gayet tabii insan olduğundan, “…herkes sanacak ki seninle ilgili bütün bu olaylar hep bizim korkaklığımız yüzünden oldu…” (sf. 23) diyerek kendini de düşünür, korkak görünmek istemez. Sokrates ise “…yaşamaya değil, iyi yaşamaya önem verilmeli…” (sf.33) der. Kriton, Sokrates’in ulaştığı gerçeklere ulaşamamıştır. İyi yaşamaktan ziyade hayatta kalmanın, sosyal çevresinin parçası olarak canının daha uzun süre var olmasının peşindedir. Sokrates ise canının uzun sürmesinden çok benliğini, fikirlerini, saygısını, ideolojisini hayatta tutmanın, sonsuz kılmanın peşindedir. Sokrates için zamanın uzun ya da kısa oluşu, iyiliği, bundan geçer. Görünüşe göre onun zamanı algılayışı ve bu bağlamda önündeki belirsizlik, onu -muhtemelen istemeden ve farkında olmadan- düşünsel savaşa yöneltmiş ve bu durum birçok başka görüşün bastırılmasına veya yönlendirilmesine sebep olmuştur.
Fahrenheit 451’de ise kocaman bir toplumun sahip olduğu tüm kitaplar yakılıyor, resmen toplumun hafızası siliniyordu. Bu yapılıyordu çünkü bu ideolojiyi topluma yerleştirmiş olan, kitap okumanın insanın sorgulamasına sebep olduğunu ve bunun da bireyin bilinçlenmesini sağlayarak mutsuz ettiğine inanan birileri vardı. İşte o birileri, gerektiği yerde kitaplarla birlikte kendi düşüncelerine ters düşen, kitapları isteyen ve saklayan insanları da yakarak yok ettiler ve kendi istediklerini elde ettiler. Bu distopyanın kurucuları -distopya egemenin ütopyasıdır- hiç kuşkusuz ki kendilerini iyi hissetmek, güçlü olmak, doğru olduğunu düşündükleri dünyayı var kılabilmek, devam ettirebilmek ve ölümsüzleştirebilmek için bunu yaptılar. Onlar için yaşanabilir olan buydu. Bu nokta “daha fazlanın” belki de “en fazla” olduğu noktaydı.
Cesur Yeni Dünya, 1984, Hayvan Çiftliği gibi daha çok fazla sayıda bir düşüncenin yahut ideolojinin devamlılığı, sonsuzluğu işlenmiş kiminin distopyası, azının ütopyası olan kitap örneği veya Montaigne, Schopenhauer, Aristotales, Platon, Nietzsche, B. Fuller ve daha nice yazarın/filozofun/düşünürün kendi doğruluğuna inandığı düşüncenin devamlılığını ve sonsuzluğunu sağlarken çokça insanı yönlendirdiği örneği verilebilir.
Edebiyatın yanında, fiilen içinde bulunduğumuz hayat da aslında bir ütopya-distopya döngüsüdür. Kendi fikrinin, hedefinin, istediği hayatın, arabanın, kahvenin, kitabın, yazının, çevresini kalabalık tutmanın, adını yüzyıllarca kalıcı kılmanın, paranın, yatın, uçağın, iyi giyimin, modanın, iyi vücudun, sağlığın, doğanın, felsefesinin veya birçok siyasi lider/çok sayıda düşünür gibi kalıcı bir ideolojinin peşinde koşan milyarlarca insan; her biri kendi zaman diliminde, kendi hayalinin ötesinde, kendi felsefesiyle/hedefiyle/ideolojisiyle bu hayal çerçevesinde, kendini özelleştirerek ve kurguladığı dünyanın, güç gördüğü öğelerin ve çevrenin tek sahibi, en büyüğü, karizmatik-güçlü lideri, kralı gibi görerek resmen kendi “ütopyavari” yerini yaratamaya çalışır. Hiç kuşkusuz birilerinin bu devasa arzusu, kendi için hep “daha” arayışı; kimisinin çevresini de en istemeyeceği, korkunç, dayanılmaz, kendi düşünceleriyle en çelişkili hâldeki kâbus gibi “distopyavari” bir yere/çevreye dönüştürür. En çok para isteyenlerin birilerini yoksul bıraktığı, en iyi arabayı isteyenlerin birilerini arabasız bıraktığı, fikir ve düşünce savaşlarında birilerinin birilerini yönlendirdiği, sesini bastırdığı ve fikrini ve düşüncelerini manipüle ettiği, birilerinin kendi “daha”larıyla, kendi hedefleri ve ideolojileri doğrultusunda kendi “ütopyavari” yerlerini yaratırken, başkalarına yarattıkları “distopyavari” yerlerin bulunduğu, kiminin ütopyasının başkasının distopyası olduğu yani Hegel’in efendi-köle ilişkisine dayanan bir dünyadayız. Ve mutlaka; her distopyada bir umut, bir çıkış kapısı olduğu gibi, “distopyavari” yere hapsolan kişiler de bu çıkışı zorlayacak, kendi “daha”larıyla, kendi “ütopyavari” yerleri için koşturacak ve birçok başkasının haklarını, hedeflerini, hayallerini, hayatlarını, “ütopyavari” yerlerini cehenneme çevirecektir. Hiç dinmeyen haz duygusuyla, doyumsuzlukla ve hep “daha” fazlasıyla; insan, insanla olduğu sürece insan olmaya devam edecek,[2] biri diğerini yok ederek, bir diğerine kapı açacaktır.
Öyle ya da böyle insanların hepsi aslında aynı şeyin, kendilerini var edene zaman kazandırmanın peşindedir. Çünkü zamanları bittiğinde ne olacağı belli değildir. İşte o belirsizlik; belki de dünyadaki tüm canlılar arasında başlangıcı ve bitişi henüz onunla yüzleşmeden en çok anlamlandıran canlı olan “insan” için bile hiç kuşkusuz her canlıda olduğu gibi en değişmez, en zorunlu, en temel görevini, “yaşamayı” yerine getirebilmek adına aşılması gereken bir engeldir.
Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi bir piramitle ifade ediliyor, oysa bana göre hiyerarşik bir düzenden çok sürekli döngüyle anlatılabilir. Çünkü insan hayata tutunabilmek için, yaşamını anlamlandırabilmek ve yaşayabilmek için her şeyden evvel o belirsizliği, boşluğu doldurmalı, anlamlandırabilmedir. Yoksa insan ne için yemek arayacak, temel fiziksel ihtiyaçları peşinde koşacak ki? O belirsizliğe bir karşılık bulamayan insan, kendini ona yakın hisseden insan ne için yaşamak ister? Belki; insan o belirsizliği doldurabilmek, o boşluktan uzak kalabilmek adına önünde kalan zamanı elinden geldiğince çok dilime bölerek ondan uzaklaşmaya ve zaman kazanmaya çalışır, “daha” fazlası bunun içindir.
“Niçin hayat sofrasından karnı doymuş bir davetli gibi kalkıp gidemiyorsun?
Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak; yine boşuna geçip gidecek başka günler katmak istiyorsun?”[3]
Lucretius
[1]Platon, Kriton, Çev.:Filiz Öktem-Candan Türkkan, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2005, s. 10-11
[2] “İnsan, diğer insanlar olduğu sürece insandır.” anlamında, Zuluca bir deyiş: “Umuntu ngumuntu ngabantu.”
[3] Michel de Montaigne, “Ölüm”, Denemeler, Çev.: Sabahattin Eyüboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2011, sf.111