Hovsep Hayreni uzun yıllardan beri Ermeniler’e yönelik soykırım ile ilgili tarihsel çalışmalar yapan bir yazar. Araştırmalarında aynı zamanda Ermenice kaynaklardan da faydalandığı için eksik kalan bilgilerin tamamlanması bakımından Türkçe tarih çalışmalarına büyük katkı sunduğunu söyleyebiliriz.
Belge yayınları tarafından yayınlanan iki kitabı bulunmakta. Bunlardan birincisi 2009-2014 yılları arasında internet ortamında yayınlanan makalelerinden oluşuyor ve “1915 Bağlamında Kürt-Ermeni Tarih Muhasebesi ve Güncel Tartışmalar” adını taşıyor. İkincisiye “Yukarı Fırat Ermenileri 1915 ve Dersim” adını taşımakta. Tarih çalışmalarında eldeki bilgilerin karşılaştırmalı analizini yapan Hovsep Hayreni ile 24 Nisan 1915’te başlayan soykırım hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.
Hovsep Bey 103 yıl önce 24 Nisan 1915’te İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin aldığı bir kararla yüzlerce Ermeni aydın bir gece içinde gözaltına alındı. Kimi işkence görüp hapsedilirken, kimi sürgün yollarında katledildi. Tabi bu durum aydınlarla sınırlı kalmadı. Bu yüzden 24 Nisan yıllara yayılan Ermeniler’e yönelik soykırımın başlangıç günü olarak biliniyor. Söyleşiye başlarken ilk olarak sormak istediğim, soykırımın neden aydınlara yönelik bir operasyonla başlatıldığı. Yani neden herhangi bir -ya da bir kaç bölgede toplu katliam olarak değil de aydınlara yönelik bir operasyon planlandı? Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Bildiğiniz gibi ister örgütlü ister örgütsüz olsun aydınlar bir toplumun beyni sayılır. Eğer genel olarak aydınlar hedeflenmişse, toplumun bilinci karartılmak istenmiştir. Bunu böyle düşünmek gerekir. Güncel durumla karşılaştırırsak, bugün de iktidarın baskı ve tasfiye uygulamalarında en başta aydınlar topun ağzında duruyor. Mesela HDP’li, -ya da örgütlü olmayan aydınların da tehdit altında olduğunu görüyoruz. Hatta mevcut hükümet reformlar vadettiği dönemlerde, kendisini destekleyen liberal aydınları da hedef göstermeye başladı.
İttihat ve Terakki’nin toplu katliamlara başlamadan önce, toplumun hareket yeteneğini zayıflatmak için, aydınlara müdahale ettiğini, onları etkisiz hale getirdiğini söylemek mümkün mü?
Tabii. Aydınlardan sonra herkesi hedeflemeye başlıyor. Yer yer olsa da direniş olabileceğini hesapladıklarından, İttihatçılar en başta direnecek, yol gösterebilecek olan kesimin engellenmesini sağlıyor. Düşünce şu olabilir:
“Bunu öyle yapalım ki, uygulama genişlediği anda öz savunma fırsatı olmasın. Direnme, kaçma, saklanma imkansız hale gelsin.”
Bunun baştan sistemli olarak planlandığı belli. Nitekim 24 Nisan’ı takip eden günlerde de -bazı istisnaların dışında- ciddi bir direnişten bahsedemeyiz. Ayrıca aydınların sadece İstanbul’da değil Anadolu’nun irili ufaklı yerleşim yerlerinde de çeşitli baskı yollarıyla tasfiye edildiğini söylemek gerek. Yani bu tasfiye sadece İstanbul’da değil, eş zamanlı bir şekilde her yerde yapıldı. Ermeni aydınları yoğun olarak İstanbul’da yaşadığı için orada sembolleşmesi normal. 24 Nisan eski takvime göre 11 Nisan’a denk geliyor. Aydınlara yönelik bu uygulamaya baktığımızda Nisan ve Mayıs ayları boyunca sürdüğünü görüyoruz. Ermeniler’in üniversite eğitimi kalitesinde olan kolejleri vardı mesela. Bu eğitim kurumlarında ders veren öğretmenler, profesörler de gözaltına alındılar. Aralarında öğrenciler de vardı tabi ki… İkinci kitabımda(Yukarı Fırat Ermenileri…), bu bölgedeki kolejlerden de bahsediyorum. Bunlardan biri Harpert’tir. Orada Yeprat (Fırat) Koleji’ndeyken gözaltına alınan profesörlerden bazıları da Taşnak ve Hınçak örgütlerine mensup. Ama örgütsüz olanların sayısı daha çok.
Ermenilere yönelik soykırım söz konusu olduğunda, resmi temsilciler tarafından ileri sürülen bir argüman var; “Ermeni çeteleri ayaklandı. İhanet ettiler. Ruslar’la işbirliği yaptılar. Türk-Müslüman köylerine saldırdılar.“ denir. Ancak tek başına 24 Nisan’da gerçekleşen bu operasyonlar bile, resmi temsilcilerin söyledikleri argümanın asılsız olduğunu gösteriyor sanki… Siz ne dersiniz?
Elbette. Asılsız şeyler… Ermeniler’in beylik istediği falan söyleniyor. Ya da Ruslar’la işbirliği yaptıkları… 24 Nisan’da zaten bir direniş olabilecekse de baştan kırılmıştır. Bir de 24 Nisan’ı sadece bir gün olarak düşünmek eksik kalır. Çünkü o geceyi takip eden günlerde de toplu tutuklamalar ve katliamlar yaşanıyor. Mesela o dönemki operesyonlarda katledilen Krikor Zohrab var olan rahatsızlıkları daha çok diplomatik bir dille çözmeye çalışan tanınmış bir aydın ve politikacıydı. Tarz olarak iyimser yaklaşan bir özelliğe sahipti. Daha çok ikna edici bir dil kullanmaya çalışırdı. Hatta tehlikeleri görmeyecek kadar iyimser olduğu bile söylenebilir. Yani resmi söylemlerdeki “hain-işbirlikçi” tanımına hiç de uymayan birisi. Onun yanında bir de Jön-Türk hareketi içinde yer almış, desteklemiş olan Diran Kelekyan var mesela. Yani İttihad ve Terakki ile doğrudan politik bağı olduğu halde, onun da gözünün yaşına bakmamışlar. Yine bugünle karşılaştıracak olursak, Ahmet ve Mehmet Altan kardeşlerin hapse girmeleri de aynı devlet geleneğinin devam ettiğini gösteriyor. Yani ta başta AKP’ye karşı iyimser beklentiler içinde olan liberal aydınlar da, şimdi hayal kırıklığı yaşıyorlar.
Peki, tarihsel süreci fokuslamak oradan öğrenebilmek açısından tekrar 24 Nisan’a dönecek olursak; İki aylık bir sürece yayılan 24 Nisan uygulamalarından sonra ne oldu? Soykırım konsepti hangi adımla devam etti?
Evet. Aydınlara yönelik bu operasyonlar direnmeyi imkansızlaştırdı. Ondan daha önce bilindiği gibi seferberlik ilan edildiğinden “eli silah tutan erkeklerin“ askere alınması söz konusuydu. Ermeniler’in yaşadıkları irili ufaklı yerleşim bölgelerinde yani vilayetler, nahiyeler ve köylerde 45 yaşına kadar olan Ermeni erkekler de toplu halde askere alındı. Ama bunlar askere alındıklarından kısa bir süre sonra amale taburlarına gönderilerek yol yapımında çalıştırıldılar. İşte tam da bu uygulamada insanların tek tek değil; topluca -gruplar halinde katliamlara maruz kaldıklarını görüyoruz. Doğruluğu ispatlanabilen belgelere göre Ermeniler’in birçok vilayette yol yapımında çalıştırıldıkları, bu iş esnasında bir aşamadan sonra belli bir noktaya getirilerek katledildiklerinin kesin verileri var. Bunların bazılarının da ordu içinde tasfiye edilmesi söz konusu. Askere gitmeye zorlanan Ermeniler’in kimi kaçıyor tabi. Amale taburlarında çalışırken kaçabilenler de var. Bunlar da aranır duruma düşüyorlar. Kendi köylerinde, aile içinde yaşama şansları yok. Bu aşamaya baktığımızda da yine öncüler ve güçlü olanların ele geçirilip etkisiz bırakıldıklarına şahit oluyoruz. Yerine göre öğretmenler, söz sahibi olan zanaatkarlar ya da seçkin insanlar hedefleniyor.
Peki geride kalanlar ne yaptılar? Yani kadınlar, çocuklar, hasta ve yaşlılar? Bunlara hemen “tehcir“ uygulandı mı?
Erkeklerin sözde “askere alındığı” zamanlarda devlet bir de silah toplama gibi bir işe girişmişti. Kolluk güçleri Ermeniler’in yoğun olarak yaşadığı yerleşim bölgelerinde silah topluyordu. O aramalar sırasında silah bulunmayınca işkence kaçınılmaz bir şeydi. Öyle ki işkenceye maruz kalmak istemeyenler de gidip başka bir yerden kendi paralarıyla silah alıp teslim ediyorlardı. Hatta bunu bazan kolluk güçleri de talep ediyordu.
“Silah yok mu? Tamam o zaman kolayı var. Git paranla silah satın al, getirip ver.”
Buna yönelik belgeler var mı?
Tabii. Bu konudaki en somut bilgilere, yaşananlara tanıklık etmiş batılı misyonerlerin anlatımlarında ve raporlarında rastlıyoruz. Mesela Amerikan Konsolosu Leslie Davis’in tanıklığı var. Onun ifadelerinde de geçiyor. Sonra hayatta kalan Ermeniler’in aktardıkları… Hadi Ermeniler taraflı görülebilir diyelim, ama silah toplamayla ilgili kayıtları devlet arşivlerinde de bulmak mümkün. Ayrıca tutuklamaları da unutmamak gerek. Hapishaneler dolduruluyor, bunlar yeterli gelmeyince kamuya ait bazı binaları hapishaneye çeviriyorlardı. Mesela 100 kişilik bir yere 500 kişinin hapsedildiğini düşünün. Böylece aylarca insanlar kötü şartlarda işkenceye maruz kalıyorlar, infaz edilenler de birbirine bağlanarak kuytu boğazlarda ya da köprü başında öldürülüyorlardı.
Soykırımın sistematiğini anlamaya çalışırken katliamların niteliksel olarak birbirinden farklı olduğu farkediliyor. Örneğin bazı bölgelerde insanlar bir meydana ya da kiliseye toplanıp hemen orada doğrudan yok edilirken, bazı yerlerde sürgüne gönderilmişler. Ama bir de az da olsa toplu halde İslam’ı kabul edip müslümanlaşarak kurtulmaya çalışan Ermeniler var.
Müslümanlaştırma’ya yönelik özel bir çalışma yapmadım. Ama o süreçteki olayları yaşayanların yani tanıklık edenlerin anlattıkları bazı olaylar var tabi. Yer yer tehcire gitmek istemeyenler gruplar halinde ya da aile olarak, ölmemek için müslümanlaşmış. Adıyaman, Kahta, Malatya, Van gibi bölgelerde böyle şeyler yaşandığını görüyoruz. Burada ya ölüm ya müslümanlık anlayışı var. Başlarda böyle bir şey olsa da, belli bir süre sonra devlet politikası değişince müslümanlığa geçmek de artık hayatta kalmaya yetmiyor. Mesela Talat Paşa’nın telgraflarında bununla ilgili satırlar var. Yani tehcirin dolayısıyla soykırımın ne olursa olsun uygulanması yönünde ifadeler göze çarpıyor.
Süreç noktalandığında, yani yaklaşık iki milyon insan öldürüldükten sonra, herşeye rağmen hayatta kalanların çoğu da kendi kimliklerini gizleyerek yaşamışlar. Bu konuda ne söylenebilir?
Tabi bu en son aşama olarak görülebilir. Hayatta kalabilmek için insanlar kendini kamufle etmek zorundaydı. Bunun tek yolu da tabi ki müslümanlaşmaktı. Kendi memleketlerine dönmeyi başarabilenler de zaten sürgüne gönderilirken el konulan mallarını geri alamadılar. Bunun altını çizmek gerek. Ailelerinden sağ kalanları aramak, ya da sürgün ve katliamlardan kurtulduktan sonra hayata tutunmaya çalışmak daha önemliydi. Kimi hem sürgün sırasında hem de sürgünden sonra çocuklarını müslüman ailelere vermek zorunda kaldı.
Hayatta kalan Ermeni yetimlerin devlet tarafından asimilasyona uğraması da sözkonusu. Bunlar da belgelerde yer alıyor.
Evet, tabii.
Bir de özellikle sözlü tarih çalışmalarında dile gelen, çocukken yaşadıklarını anlatan yaşlı kadınlar var. Yani genç kızlar ve kız çocukları müslüman erkekler ya da kolluk güçleri tarafından ganimet gibi kaçırılmış ya da alıkonulmuş. Bu durum; taciz, tecavüz ve talanla birlikte aklımıza linç geleneğini de getiriyor. Sizin çalışmalarınızda da linçe rastlayabilir miyiz?
Tabii bunlar benim çalışmalarımda da var. Hem de çok var. Mesela soykırım başlamadan önce 1895-96 yıllarında Ermeniler’e karşı Abdülhamid döneminin pogromları var. Devlet linç sırasında müdahale etmediği gibi teşfik edici de oluyor. “Gavurun“ malını, karısını-kızını almak mubah sayılıyor. Elleri sopalı, ırkçı, saldırgan, her an her türlü kötülüğü yapabilecek olan tehlikeli kalabalıklar, ki bunlara güruh deniyor, ortalığa salınıyor. Ve bunlar yer yer kışladan ya da camiden verilen boru sesiyle şiddete başlıyorlar, aynı boru sesiyle de bitiriyorlar. Bu da linç girişimlerinin kendiliğinden oluşmadığının ispatı. İttihat ve Terakki döneminde de bu sıkça kullanılan bir şey, hem 24 Nisan’dan önce hem de sonra linç olayları yaşanıyor. Şimdi savaş sırasında askere polise ihtiyacı olan devletin bütün bunları sadece kendi kapasitesiyle yapması mümkün değil tabi. Doğal olarak güruhları harekete geçiriyor.
Peki, devletin kendi katliamına suç ortağı yaratmak için linç girişimleri örgütlediğini de söyleyebilir miyiz? Nitekim 1909’da Nisan ayında gerçekleşen Klikya katliamında yaklaşık 30.000 Ermeni sadece linç edilerek katlediliyor. Yine yakın tarihteki Alevi katliamlarında(Maraş, Çorum, Malatya…vs.), Sivas’taki Madımak yangınında ve hatta 15 Temmuz 2016’daki sözde darbe girişiminde “demokrasi nöbeti(!!)“ tutan güruhlardan da söz edilebiliriz.
Tabi ki böyle de yaklaşabiliriz. Daha fazlasını söylemek de mümkün. Aslında meselenin özünde bi de şu var, ne kadar toplumu o cürüme ortak edersen, o cürüm o kadar meşrulaşır. O insanlık suçu kanıksanır. Hatta suç olarak bile görülmez. Bunlar yaptığını savunur. Kahramalık olarak yansıtır. İşte 1915’te devlet kendi eksik bıraktığını tamamlaması için güruhları da Ermeniler’in üstüne saldı diyebiliriz. İşlediği suçta yalnız kalmamak, izole olmamak, daha sonra hesap vermemek için acımasız kalabalıkları kışkırttı.
O halde bugün soykırımla ilgili tartışmalarda resmi görüşü savunan tarafın “hassasiyetini“ bu sebeple açıklamak da mümkün. Yani suçlu psikolojisi..?
Evet aynen öyle. Devlet işlediği suça milletçe sahip çıkılmasını sağlamak için toplumun geniş bir kesimini kışkırtarak onları suça ortak ediyor. 103 yıl önce yaklaşık iki milyon insanın katliamını planlarken “Ermeniler beylik istiyor.“ gerekçesini öne sürdü. Halbuki böyle bir şey yoktu. Örneğin Yukarı Fırat Ermenileri adlı çalışmamda bunu konu ettim. Tamamen bulduğum anlatımların içinde geçen ifadelerde saldırganlık kışkırtılırken Ermeniler’e yönelik suçlama bu. Şırınga edilmiş yalan bilgiler. Biran önce “gavurun” malını talan etmek için hazır bekleyen güruh da bu tür yalanlara göre hareket etmeye hazır zaten. Doğru olup olmadığını düşünmeden saldırıyor.
Önümüzdeki günlerde yani 29 Nisan’da kitaplarınızı tanıtacağınız bir toplantı düzenleniyor değil mi? Buradan duyurusunu da yapmamız mümkün.
Evet. 29 Nisan Pazar günü saat 16.00-19.00 arası Köln Mülheim’daki Kulturbunker(Berliner Str. 20, 51063 Köln) salonunda kitap tanıtımı ve imza günü gerçekleşecek.
Gelebilecek durumda olanlarla orada görüşmeyi isteriz.
Peki, çok teşekkür ediyorum söyleşi için.
Ben teşekkür ederim.
Hovsep Hayreni | Hovsep Hayreni
|