Girit kralı Minos‘un karısı, bir gün, çayırda çimende dolaşan ve cinsel organını doğallıkla salıverip apaçık sergileyen bir boğa görmüştür. Kadınlık hislerine dur diyemeyen kraliçenin gözü döner, boğayı ahırına aldırıp onunla çiftleşir, sonra hamile kalır ve boğa başlı canavar Minotaurus‘u doğurur. Adı Pasiphae‘dir kraliçenin, mitolojinin ahlaksızları cetvelinde adı yer alır.
Şimdi bu anlattığımız mitolojik bir hikâye olup gerçeklikten uzaktır; yazımızı için biraz reklam ve İngilizcesiyle market deyişi olarak meraklandırmak üzere-teasing yaptıysak, işte bu, okuru yazıya davet için kaçınılmazdır.
Lâkin modern dönemin bireyine ait mitleri romanlarda arayınca gerçekliğe bire bir uyan kahramanlarla karşılaşırız, ki onlar gerçekten ete kemiğe, kana ve cana bürünmüş yarı-insanî varlıklardır.
Bu yazımızda beceriksiz bir Grafoman olmamak için dikkat gösterip, mitolojinin antik hâlinden uzaklaşarak biz asıl konumuza döneriz ki, işte şunları söyleriz:
Cervantes‘ten beri, Batı’da, modern dünyamızın roman kahramanları, Bafa gölüne ışığı yansıyan ve saçlarını gölde yıkayıp tarayan Ay Tanrıçası Selena‘ya tutulmuş çoban Endymion gibi değildir.
Endymion ne kadar belirsiz ve silikse, bugünün roman kahramanları o kadar ete kemiğe bürünmüştür; kanlı canlıdır.
Zaten bu hâlleri nedeniyle romanın Terminius a Quo–Çıkış noktası ile Terminius ad Quem-Varış noktası arasında yaşayan bu insancıklar, insanlığın evrensel tarihinin en ölümsüz, yerden yere vursan eskimez, tozu atılmaz ve dahi karton mukavva gibi üzerinden TIR geçirseniz yine bir kutu yapabileceğiniz esneklikte, hakikate en yakın duran kahramanlardır.
Romanların bu her ân canlanıp aramıza girmek maharetini gösteren kahramanları, işte bu hayat dolu hâlleriyle bize gerçek hayatta hemen her gün karşılaştığımız ve ama aklımızda bile bazen kalmayan ötekilerden daha gerçekçi, o nedenle daha unutulmaz gelir. Mahalledeki kasabın çırağını onunla işiniz bitince gün gelir unutursunuz da, Voltaire‘in Zadig karakterini asla hayatınızdan çıkaramazsınız…
Gün gelir Zadig size lâzım olur!
Böylesine unutulmayan ve her fırsatta adını andığımız, bu nedenle artık hakikatte var gibi hâlen aramızda, şöyle ya da böyle, orada veya burada, zaman zaman bir yerlerde yaşayan modern mitolojiye ait dört karakter bulunur.
Don Quijote/Don Kişot ve Don Juan; iki İspanyol çılgını…
Aynı çağların kuzeyinde, Almanya’dan bir başka çılgın ama kötücül biri, Dr. Faust...
Bir de hepimizin romantik ada hayâllerinin unutulmaz kişisi, modeli Robinson Crusoe…
Bu, edebiyatın Maça Dörtlüsünün kitabını yazan İngiliz edebiyat eleştirmeni, Ian Watt‘ın Modern Bireyciliğin Mitleri adlı eseri, modern çağların hemen öncesinde yaşayıp kendilerinden romanlarda bahsettiren yarı-insan, yarı-mitolojik karakterleri ele alır. *
Ian Watt’ı Romanın Yükselişi-The Rise of the Novel adlı eserinden tanıyoruz; Türkçeye Metis yayıncılık tarafından kazandırılmıştı.
Watt, bu kez roman sanatında karakterlerden aramıza karışmış olan bu dört kahramanı bize aktarıyor…
Bu dört şahıs, ortaçağdan modern zamanlara geçiş sırasında ortaya çıktılar, hepsinin mühim işleri vardı; meşguldüler. Birisi, Dr. Faust dünyaya ait doyumsuz zevklerini tatmin etmek için sonunda İblis’le anlaşmaya oturdu, 24 yıl için hayatını onunla geçirmeye razı oldu. Ortaçağda reşit olma yaşı 24’dür, demek İblis onun reşit olup hukuken kendi ruhunu tam iradesiyle teslim etmesi için çıraklık zamanını bu süreye denk düşürdü. Anlaşmaya giren Dr. Faust, sonunda bu işten sıkıldı ve Şeytan’ı, yani Yunancada “Me to Phos Philes“, Işık Dost Değildir deyişine uyan Mefistofeles’e ihanet edip anlaşmayı bozdu. Mefistoteles’in yirmi dört yıl uğraşıp tam da bir insanın ruhuna gireceği sırada ihanete uğramasının karşılığı pek şiddetli oldu, görgü şahitlerine bakılırsa Dr. Faust’un evine girenler, duvarlara yapışmış parça parça etlerini kazıyarak topladılar. Faust, ortaçağın reform&rönesans dönemine girildiği modernliğe ait çağların karşı reformcu, hâliyle dinci yorumlarında yer alır. Bireyin günâha kalkışmasına ilahî bir cevaptır. Bu yönüyle Faust, bugün aramızda yaşayan bir karakterdir ve biz onu, kötücül kim varsa ona hitaben kullanırız. Alman Goethe‘nin Dr. Faust için yazdığı eser ne kadar naif ise, İngiliz tiyatro yazarı, Dr. Faust kadar ruhu kötü olan Christopher Marlowe‘un döktürdüğü metin daha gerçekçi ve hâliyle Dr. Faust onun eserinde kanlı canlıdır.
Don Juan da aslına bakarsanız ne kadar çapkınlıkları nedeniyle kimi gönüllerde taht kurmuş olsa bile, edepli ve terbiyeli biri değildir. Bir asilzâdedir, parası pulu, onu kayırıp kollayan saraya yakın soylu çevresi vardır. Ruhsuz kişiliğiyle Don Juan, kötücül karakter olarak yapıp etmediğini bırakmaz. Kadınları, kızları baştan çıkarıp iğfal eder, hele evli kadınlar tek hedefidir. Bunu tamamen zevk için yapar, sonra geriye ait en ufak bir his duymadan yoluna devam eder. Sonunda ilahî adalet tarafından yok edilecektir. Hıristiyanlık ahlakının sorgulandığı Don Juan hikâyesini bu gözle okursanız, seküler ve laik dünyanın insan ahlakını korumaya yetmeyeceği, sonunda evrensel yargının din tarafından verileceği sonucuna ulaşırız. Bu yönüyle Don Juan, anti-reformist, karşı Rönesansçıdır. Öyledir, böyledir; fakat Don Juan bizim aramızda o zamandan beri yaşar… Kaç kişi yoktur ki, yaşamının bir yerinde Don Juan’ın adını anmasın ve mesela, “O falanca yok mu, vallahi kaç kadının günâhına girdi, tam Don Juan’dır!” demesin…
Bir kere böyle denmeye görsün, roman kahramanı artık etiyle buduyla, iliğiyle kemiğiyle aramızda bir tür hayata gelmiş insandır; ona hoş geldin demek şart olur.
Peki, Don Quijote’ye, Türkçemizde seslendirdiğimizce Don Kişot’a ne demeli!
Don Kişot, yeldeğirmenlerine saldıran bir çılgın olarak bilinmesin lütfen; bu kahraman kişimiz, bundan daha fazlasıdır, çok daha geniş anlatımıyla kavranması gerekir. Lâkin Galat-ı meşhûr olarak öyle bilinir; yeldeğirmenlerine saldıran bir şövalye… Kâğıt mendil denince akla SelPak gelmesi gibi!
Samuel Putnam’ın Don Kişot’a ait yaptığı son çeviri ve en düzgün hâliyle romanın girişinde yazdığına kulak verelim: ¨Bir insan hayatında üç kez Don Kişot okumalıdır. Bir kez gençliğinde, ki bir şey anlamayacaktır; sonra orta yaşlarında, ki biraz anlar gibi olacaktır; sonra bir de en azından yaşlılığında üçüncü kez, ki işte o zaman Don Kişot anlaşılır…¨
Sahi siz kaç kere okudunuz?
Titanizm adı verilen dünyadaki büyük güçlere meydan okuyan kahramanların en meşhurudur Don Kişot; ışığı çalıp insanlığa verdiği için Kaf Dağında bir kayaya bağlanıp her gün kartallar tarafından ciğeri yenilen Prometüs yahut bir kayayı sonsuz bir işkence gibi her gün tepeye çıkarıp aniden elinden kaçıran Sisyhpus ve hatta işkence yatağında kemikleri kırıla kırıla boyu uzatılarak çile çeken Tantalus‘tan farkı yoktur. Ne ki, bu son üç karakter Yunan mitolojisinin silik karakterleridir, aramızda yaşamazlar.
Fakat Don Kişot’tan sık sık bahsettiğimize göre o artık aramızdan biridir.
Don Kişot denilince bülbül kesilesi tutan bu deneme yazarınızın dilini eşek arıları soksun diye onı susturup ama şimdi lafı, lakırdıyı en can alıcı roman kahramanı Robinson’a getirmesine izin veriniz.
Robinson’u yazan Daniel Defoe‘nin Londra’nın gemici tayfasının devam ettiği koltuk meyhanelerinde anlatılan bir öyküden kaynaklandığını söyleyenler varsa da, siz inanmayın, bu işin aslı astarı da vardır. Son çalışmalara bakarsanız, gerçekten Robinson adlı bir huzursuz, çılgın tayfayı gemisinin kaptanı yeter senden çektiğim diyerek Pasifik’in bir adasına bırakmış, dönüşte alırım demesine rağmen orada unutmuş, nihayet aradan geçen 15 yıl ardından bir tesadüfle yine İngiliz donanması gemilerince kurtarılmıştır; bu da işin gerçek yanıdır.
Robinson’un hikâyesi bir ada macerası olmaktan daha fazlasını taşır. Defoe’nun bu romanı yazdığı yılların eseri olarak hatırlanırsa, iktisat biliminin temel kitaplarından birini yazmış Adam Smith‘le çağdaşlığı vardır; Ulusların Zenginliği kitabı temel iktisat derslerinin olmazsa olmazıdır…
Demek, İngiltere’de kapitalizmin feodal yıkıntıların içinden çıkışına ait bir dönemin eseridir. İngiliz Komünist Partili bilim insanlarından Maurice Dobb‘un feodalizm içinden kapitalizmin nasıl doğduğuna ait Marksçı yorumlarını hatırlayanlar yabancılık çekmeyecektir.
1640 İngiliz Burjuva Devriminin sonrasında artık burjuvaziye ait şeyleri konuşmanın zamanı gelmiş bulunuyordu. O yüzden Robinson bir deniz kazasında tek başına kurtulup çıktığı adasında, Marx’ın ifadesiyle, altı bin yıl evvelinin mağara insanına ait modern bir temsil karakteri taşıyordu.
Ekonomik bireyciliğin timsaliydi; üretici ve imalatçıydı; stokçu ve bu nedenle muhasebeciydi; günce yazarıydı, demek kendine ait bir tarih yazıcısı ve yaratıcısıydı; çevre düzenlemecisiydi; akılcı ve keşifciydi; fakat aşırı dindardı; savaşçıydı; köle idarecisiydi, Cuma‘yı unutmayınız!; homo economicus ve homo faber‘di, yani alet üretiyordu; iş bölümünü kendi kendine yarattığı ekonomisi içinde tamamlıyordu.
Bu hâlleriyle Weberci Püriten ahlakın unutulmaz temsilcisiydi; yine bu nedenle tam bir görev ve iş ahlakı vardı, yani Deontolojist idi…
Marx, Grundrisse adlı eserinde ondan *Sadece kendi için üreten insan” diye bahseder.
Hâsılı, Michel Tournier‘in Kutsal Ruh adlı kitabında bahsettiğince, “İnsanoğlu mitolojik bir hayvandan başkası değildir” diyebilir miyiz, burası meşkûktur…
Kimse hayvan olmayı kabul etmeyeceğinden bu görevi, dilimizden düşmeyen bu dört kahramanın uşakları, yardımcıları, ekürisini oluşturan ötekilere mâledebiliriz.
Nitekim birisinin hep bildik Sancho Panza‘sı vardır, Don Juan’ın uşağı Catalinon bütün çapkınlık tezgâhlarında yanında yer alır, Faust’un yardımcısı Şeytan‘dır yani uşağıdır, Robinson’un ise kölesi Cuma vardır.
Dikkat ediniz bütün karakterlerin ve kahramanların birer uşağı bulunur.
Onlar yalnız gezmezler, zaten bir Arap atasözüne bakarsanız, “Yalnız dolaşıp gezen biri Şeytan’ın ta kendisidir…“
Ekleyin yahut eksiltin, toplayın veya çıkartın, hatta bölüp çarpın, ne ederseniz edin roman kahramanları etten kemikten yapılmış, üretip hiçbir zaman tümüyle tüketemediğimiz hakiki kişilerdir; insan olsa bunca yakıştırmaya dayanamazdı. İnsan ömrü sonludur da, bu roman kahramanları ebedî edebiyat şahıslarıdır.
Ayrıca onların sabrı Hz. Eyüp sabrıdır; tebrik etmeniz gerekir…
Yüzyıllardır çekiştire buruştura bu dört kahramanımızdan bahsedip duruyoruz, üzerlerine yağmurlar karlar yağdı, şimşekler düştü, nice fırtınalar gördüler lâkin hep oradalar; yanı başımızdan hiç ayrılmadılar…
Serinleten bir yağmurdan çıkmış üzüm salkımı gibi hep dipdiri, hep taze; şimdi güneş altında kuruyorlar.
Mahmut Şenol