Herodotus ve Thukydides‘ten 18.asırda Edward Gibbon‘a kadar ulaşan tarihyazımı, saf edebiyattan hiç kopamadı.
Hatta 19.asıra gelindiğinde birçok sosyal bilim çalışması ardı arkasına yükselirken, klasik antik Yunan çağının tarihçilerine, diğer deyişle sosyal hikâyecilerine kadar uzanan bir geleneği devam ediyordu.
Sosyal bilimlerin dallanıp budaklanması, bir bakıma Marx‘ın ciltler dolusu eserlerini yazdığı zamanlara rast gelir, tam da o sıralarda tarihyazımı bir sorun olarak ortaya çıktı.
Nasıl yazılmalıydı tarih?
Al sana püsküllü bela!
Birçok düşünce teorik olarak ileri sürüldü; hâlen sürülüyor da…
Bunlardan birisine ait tarihî bir çalışmayı yakın zamanlarda İletişim Yayınları bastı; bir edebiyat insanı, romancı İbrahim Dizman yazmıştı.
Böylece görüldü ki, tarih aslında edebiyatın kardeşidir.
Ksenofon‘un Anabasis adlı parşömenlere yazılı kitabının günümüz baskılarında, ilgi çeksin diye kullanılan, başlığı On Binlerin Dönüşü’dür.
Hani, sefere çıkmış Yunan askerlerinin Anadolu platosunda kayboldukları ve sonra dağ taş dolaşıp rotayı tutturarak kıyıya ulaştıkları zaman, Karadeniz’i gördüklerinde, ¨Deniz, deniz, deniz…¨ diye hasretle çığlıklar atıp sahile koştuklarına dair hikâyatın anlatıldığı eser…
Demek, İsa’dan evvel 560’da deniz hasreti yaşanmıştır…
Deniz olmadan yaşayamayan Yunan askerinin kıyıda toplaştığı yerin adı, o vakitler, Kotyara‘dır; bugünkü Ordu şehri… Dağ eteği anlamına gelen Kotyara’nın mitolojide Altın Post efsanesiyle de ilgisi var, lâkin bu başka bir hikâyenin mevzûsudur. Bizim hikâyemiz, Ordu’daki Osmanlı idaresi altında Türk, Rum, Gürcü, Laz ahaliyle kardeş kardeş yaşayan Ermenilere aittir.
Yazarımız Dizman, Ordu’da hâlen hayatta ve ömrüne bereket olsun, şimdi doksanlarında bulunan bakırcı Harut Usta‘yla, nüfus kâğıdındaki adıyla Harutyan Artun‘la yaptığı söyleşileri, şehrin ve çevresindeki Ermeni ahaliye ait dram, komedi, trajediyle bezeyerek 20.yüzyıla ait bir tarih anlatımı çıkarıyor.
Dizman’ın ödüller almış romanları, tiyatro eserleri, film ve deneme çalışmalarıyla zengin edebiyat dünyasına ait izler, söyleşinin ve tarih anlatımının her yerine sızmıştır; okurken Dizman’ın kalem ustalığıyla karşılaşıyor olacaksınız.
Akıcı ve düzgün Türkçesi ve Türk yayımcılığında birçok dergiye editörlük hizmeti verdiğinden, ayrıca Türk dili üzerine üniversitede akademisyenliğinden kaynaklı titizliğini de hesaba katmanız gerekecek.
Yazarımızın eserindeki yazım tekniği, mutlu ve huzurlu yaşayan Ordulu Ermenilerin trajik sonlarına ait bir yolda, ileri ve geri gidişlerle, başka başka hikâyeleri anlatmakla sürecek; okuyoruz. Kara günler yaklaşır, 1915 yılında Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda kabul edilen kanunla, ¨Savaş zamanında hükümet uygulamalarına karşı gelenler hakkında asker tarafından alınacak tedbirler¨ belirlenmiştir. Asker, Osmanlı jandarmasıdır…
Sonrasını herkes biliyor; mâlumun ilamına gerek yok!
Dizman, Harut Ustanın ailesinden, akrabalarından, çevresinden türlü örnekleri vererek katliamlara kadar uzanan uzun tehciri aktarıyor. Nâzım Hikmet‘ten alıntı yaptığı dizeler anlamlıdır; kalbi dürüst ve ahlâkı olan herkesin okuması gerek, Akşam Gezintisi adlı şiiri:
¨Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış
Affetmedi bu Ermeni vatandaş
Kürt dağlarında babasının kesilmesini
Fakat seviyor seni
Çünkü sen de affetmedin
Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına…¨
Bu tür tarih anlatımının meşhurlarından birisi, Michael Harrington‘ın ABD’de fırtınalar koparan ve hâlen okunmakla bir klasik olmuş eseri, Öteki Amerika adlı kitabıydı; hatırlayınız. Birey üzerinden, insana ait tarihî gerçekliği aktaran bir eserdi. Dizman’ın izlediği yol bundan farklı değildir. Eserinin girişinde edebiyatına yakışan kalemini ¨konuşturuyor¨; Harut Usta’nın aile albümündeki bir fotoğrafı aktarırken yaptığı düpedüz edebiyattır.
Siyah beyaz, kenarları telalı kesilmiş, soluk bir fotoğrafın hikâyesidir bu:
¨…. Bir pazar gününü çağrıştırıyor, ihtimal ki kilise henüz yıkılmamıştır. Pazar âyininden gelmiş olabilirler. Kara, iri kaşlarının içine gömülmüş küçük gözleriyle bakıyor. Bütün yaşadıklarını bir bakışa sığdırmış gibi… Ellerini dizlerine koymuş. Hafifçe bükmüş boynunu. Objektife değil, boşluğa, zamanın sonsuz uçurumuna bakıyor gibi. …..Kız kardeşi siyah elbisesi, beyaz çoraplarıyla durmuş annesi yanında. Elini omzuna atmış ancak onun bakışları babası gibi, durgun ve kederli, uzaklarda…¨
Burada anlatılan senin hikâyendir ey okuyucu; senin, benim, hepimizin, bize ait eski insanların tümünün… Ve böylece, Ordulu Harut Ustanın hikâyesi okunur. Ordu’da tiyatro kumpanyası kuran Ermeni ve Rum delikanlılar… Avrupa’dan getirilen Alman yapımı piyanolar Ermeni evlerinde çalınır; Beethoven, Mozart, List, ve ötekileri… Kitaplar gelir Osmanlıca yazılı, Ermeni dilinde, Fransızca, Almanca… Ordu öyle pısırık, hâlsiz çapsız değildir; hareketlidir, okur, öğrenir, anlar, gelişir… Payîtaht Dersaadet’ten, İstanbul’dan gelen gazeteler Ordu’ya ulaşana kadar havadisler eskir, şehre ait havadisler için Ermeniler gazete çıkarırlar. 1915 Haziranında yola, diğer adıyla ölüme çıkarılan Ermeni kafileler şehirle, geride bıraktıkları evleri barklarıyla, hatta çocuklarıyla vedalaşmadan evvel olur bütün bu güzel şeyler… Sonrasındaki acıklı şeyleri, Dizman’ın kitabına bırakıp biz bu eserin üzerine bir iki şey söyleyelim, daha iyi ederiz.
Dizman’ın eseri, İtalya’da Carlo Ginzburg‘un başını çektiği mikro-tarihciliğin bir devamıdır. Ginzburg’u, Metis yayınlarından basılı Türkçe çevirisiyle, ¨Peynir ve Kurtlar-Bir 16.yüzyıl değirmencisinin evreni¨ kitabından biliyoruz. Çok ses getiren eserinde engizisyon eline düşmüş, sivri dilli bir İtalyan köylüsünün gerçek hikâyatını anlatırken döneme ait tarihî gerçekliği sergiler. Mikro-tarihciliğin haddini aşmış hâllerini de, yayın marketciliği-piyasacılığı açısından görmüyor değiliz, son zamanlarda: ¨Bokun Tarihi¨ yahut ¨Şekerin Tarihi¨ veya ¨Şarkı Söylemenin Tarihi¨ , hatta ¨Can Sıkıntısının Tarihi¨ gibi türlü türlü, ¨işin bokunu çıkartan¨,ucu açık ve bucağı görünmez yazımlar da ortadadır; dikkat, eser demedik, yazım sözcüğüyle yetindik.
Bunlara mikro-tarihçilik denilebilir mi, pek emin değilim! Fakat Ginzburg’un doğru bir hamle yaparak yarattığı, bireyler-olaylar-hatıralar ve hatta fotoğraflar üzerinden tarihi bir başka tümevarım yöntemiyle okumanın Türkiye’de son zamanlarda vücûd ve zuhur bulmuş eserlerine rast gelmek, memnun edicidir.
Mikro-tarihcilik, ¨…yüksek ve güçlü olana odaklanan geleneksel siyasal tarihteki gibi, sosyal bilim-yönelimli tarihte de gözardı edilmiş olan KÜÇÜK İNSANLARIN farkına bile varamadıkları, deyim yerindeyse, onların arkasından işleyen bir…¨ [Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı, Georg G.Iggers, Tarih Vakfı Yayınları, s.114] süreci okur, anlatır.
Böylece tarih, sıradan insanların yaşadığı şekilde gündelik yaşam koşullarına indirgenir; bu azımsanacak şey değildir. Nitekim Harut Ustanın olağanüstü hikâyesi bir dönemin Ermeni tehciriyle devam eden Türkiye tarihine dair okuma çabasına denk düşer…
¨Mikro-tarihciliğin temel amaçlarından birisi, ‘tarihi, öteki tarihyazımı yöntemleriyle dışarıda bırakılmış olan kişilere _bireylere_ açmak ve ‘yaşamın büyük bölümünün gerçekleştiği küçük gruplar düzeyinde tarihsel nedenselliği aydınlatmaktır.¨ [age, s.111]
Elbette tarihyazımında birinci, ilk kaynakların gerçekliği kadar hikâyatın kurgusallığa açık yönü kafaları karıştıran ve soru işaretlerini cümle sonlarına yapıştıran bir şeydir. Theda Skocpol‘un yazdığı gibi okursak, tarih bilimine ait yöntem, ¨… inceleme konusunun birimlerini ve sınırlarını tanımlamaktan fazlasını gerektirir. Kanıtlar toplanmalıdır….. Hiçbir birey dünya tarihini birincil kaynaklardan öğrenemez. Hiç kimse birincil kaynaklara dayalı bütün eserleri okumayı ummaz, bile…¨, bu durumda, ¨ … en önemli kaynaklara dayalı ikincil eserleri okumak ve niteliği üzerinde yargıya varmak dahi…¨ önemli bir uğraşı, anlama çabasıdır. [Tarihsel Sosyoloji-Bloch’tan Wallerstein’a Görüşler, T.Skocpol, Tarih Vakfı Yayınları, s.330]
Bütün bunları dikkate alarak söylemekte çekinmeyeceğiniz bir şey var, Dizman’ın Harut Ustaya dair hikâyesi mikro-tarihciliğin edebiyata açık yönüyle tezahür etmesi-yansımasıdır.
Hasılı, dertli bir dünyaya doğmuş gözümüzü açmış bulunuyoruz; hep birbirimizin hikâyesini dinleyeceğiz.
Dinlemeden, anlamadan insan olamayız!
Lâkin, Divan şairi Nefî’nin dediği gibi, durum tamamen şöyledir:
¨Ne dünyada sâfa bulduk,
Ne ehliden bir ricamız var,
Ne dergâh-ı hüda’dan mâada bir ilticamız var…¨
Mahmut Şenol