Hayvan hakları meselesi bir yandan hayvanların kesimini gösteren şok edici görüntülerin üretilmesi, gıda endüstrisinin kötü yönlerinin açığa çıkarılması diğer yandan da yediğimiz gıdalar hatta giyim-kuşam alışkanlıklarımız konusunda daha fazla sorgulayıcı olmamız vesilesiyle kendini gündeme getirmiş bulunuyor.
Bu eğilimin en bilinen örgütlerinden biri olan L214 Ethique & Animaux (Etik ve Hayvanlar) çok değil sadece 2009 yılında kuruldu. Ancak örgütün hayvanlara kötü muamele edildiğini ortaya çıkaran fotoğraf ve videoları geniş bir izleyici kitlesine ulaşmış bulunmaktadır. Yakın zamanda, gebe ineklerin kesilmesine karşı birkaç yüz kişiyi bir araya getiren (ve medyanın da görmezden geldiği) bir gösteride örgütün liderlerinden biri şunları söylemişti: “On yıl öncesinde böylesi bir eylem için en fazla on kadar kişi gelir, eylem yapılır, sonrasında da tüm gün alaya alınırdık.”
Bu meselelere karşı halkta büyüyen hassasiyet üzerine eğlence dünyasından, medyadan ve yazarlardan tanınmış birkaç sima tarafından veganizmi savunan ve basında da yer bulan bir makale kaleme alındı. Makalenin yazarları, sadece sebzeye dayalı bir beslenme biçimi düşüncesini savunuyorlar, ayrıca hayvanların sömürüsünden elde edilen söz gelimi yün kazaklar, deri ayakkabılar hatta bal gibi herhangi bir ürünü kullanmayı da reddediyorlardı.
Diğer gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, asıl eğilim böylesi meseleler etrafında gelişmekte, gerçekte küçük burjuvazinin bir bölümünü etkileyip yanı sıra bu fikirlerin gençler arasında yankı bulması da sağlanmaktadır.
Hayvan eziyetine karşı farkındalık
İnsanlar ve hayvanlar arasındaki bağlantıya dair düşünceler felsefi ve bilimsel kavrayışların bakış açılarında olduğu kadar insanların genelinin duygularında da sürekli değişikliğe uğramıştır. 18. yüzyıla dek Avrupa’da dönemin en ileri düzey düşünürleri dahi insanların bir ruha sahip olduklarını ve bu özelliğin onları hayvanlar dünyasından ayırdığını düşünüyorlardı. 18. yüzyılın ilk materyalistleri hem yaşamın hem de düşüncenin tek başına maddeden ve bu maddenin yapısından çıktığı fikrini cesurca öne sürüyor, bu şekilde insan türünü tüm diğer canlı türlerine bağlıyorlardı. O dönemde Darwin türlerin evrimi konusundaki keşfi ile tüm canlı varlıkların maddeden geldiği görüşüne kusursuz bilimsel bir temel sağladı. 19. yüzyıl başlangıç alındığında, hayvanlara dair duyarlılıktaki bu değişim başta Büyük Britanya olmak üzere ileri düzeyde sanayileşmiş ülkelerin kentlerinde kamusal bir yaygınlık kazanmaya başladı. Büyük Britanya’da tüm diğer ülkelerden önce 1825 yılında ilk defa hayvanların korunmasına dair yasa çıkarıldı. Bu gelişmeler, takip eden süreçte, hayvan davranışlarının incelenmesine olan ilgiyi artıracaktı.
Bugün bilimsel keşifler, hayvan türlerinin sinir sistemlerini anlamaktan başlamak suretiyle, farklı hayvan türlerinin hassasiyetini anlamamıza imkân tanımaktadır. Bazı türlerin hayli karmaşık olabilen dil geliştirdiklerini biliyoruz. Ayrıca en fazla evrim geçirmiş türler, söz gelimi büyük insansı maymunlar kendileriyle ilgili bir bilince sahiptir. Tüm bunlar hayvanların, diğerlerinin farkındalığına, diğerlerinin duyarlılığı ve eziyetinin farkındalığına işaret etmektedir. Primatolog Franz de Waal, şempanzeye çok yakın bir tür olan dişi bir bonobo’nun, kapalı tutulduğu bir hayvanat bahçesinde parmaklıklardan kaçarak yaralı bir kuşa nasıl yardım ettiğini ayrıntılı bir şekilde anlatır. Ancak tüm hayvan türlerinden farklı olarak insan türü, tüm sosyal gelişimimizin temelini oluşturan, en gelişkin düzeyde soyut düşünceyi üretebilmiş tek canlı türüdür. Diğerlerinin acısına/eziyetine olan hassasiyetimiz (ki buna diğer hayvan türlerine yapılan eziyete karşı gösterilen hassasiyet yani genel olarak diğerlerine ve yaşama olan saygı da dâhildir) esas olarak kendi kapasitemizin bir dışavurumudur. Soyut düşünebilme becerimiz sebebiyledir ki kendimizi diğerlerinin yerine koyabilmekteyiz.
Bu aynı kapasite insan türünün bilme/öğrenme ve bilimsel gelişme isteğinin de temelinde yer alır. Bunun karşılığında bilimsel gelişme dünyayı anlama ufkumuzu sürekli olarak genişletmiştir. Bu yüzdendir ki insanlık içinde yaşadığı çevreden ve yapıp ettiklerinin sonuçlarından sorumlu olma ihtiyacının farkına varmıştır. Hayvanlara yapılan eziyetin dikkate alınması bu kaygıların ve bu bilincin bir parçasını oluşturur. Bu özünde ilerici bir kaygıdır ve böylesi sorunların gün ışığına çıkması da olumludur.
Marx’ın kendisinden başlamak suretiyle Marksistler, Darwinizmin başarısından bile önce insan türünü her daim tabiatın bir ürünü olarak ele almışlardır. Marksist felsefe doğaya ve bu doğanın tüm yaşam formlarına saygı gösterme fikrini hep savunmuştur. Ve bu savunma herhangi bir mistik kavrayışa değil, insanlığın yazgısının doğaya bağlı olduğu konusundaki farkındalığa dayanıyordu. Marx Kapital’de [Kapital, Cilt-3’te, ç.n.] yazarken bunu şu sözlerle anlatmıştı: “Bütün bir toplum, bir ülke ya da aynı anda var olan toplumların tümü birden bile yeryüzünün sahibi değildir. Bunlar yeryüzünün yalnızca zilyetleri, yararlanma hakkı sahipleridir, ve boni patres familias (ailenin büyük babası) gibi yeryüzünü gelecek kuşaklara, ilerlemiş bir durumda devretmeleri gerekir.”
İnsanlık, ne yapılması gerektiğine dair daha kesin/doğru bir anlayışa sahip olabilir, ne var ki aynı insanlık, içinde yaşadığı kendi toplumunun örgütlenmesi ile felç edilmiştir. Üretim araçlarının özel mülkiyetine olduğu kadar yüce/kutsal rekabete de dayanan kapitalist ekonomi insanlığı tüm aktivitelerini planlamaktan alıkoymakta, böylece insanlığı kendi eyleminin sonuçlarına hükmetmek ve denetimi altına almaktan men etmektedir. Bu bir yandan insani gelişimin, diğer yandan da insan eylemlerinin ve hayvan türlerinin de bir parçası olduğu doğal ortamın ahenkli bir şekilde yönetilmesinin önünde duran temel bir engeldir. Bunu göz önünde bulundurmamak demek en temel gerçeği ıskalamak demektir; çünkü bütün ekonomik örgütlenme ve üretim, toplumun kapitalist örgütlenmesinin kâr arayışı mantığı ile bozulmuş/zehirlenmiş durumdadır. Hiçbir şey, ne gıda üretimi ne de şüphesiz hayvanların yetiştirilme ve kesilme koşulları bunun dışında kalamaz.
Gıda endüstrisinde kâr: ne hayvanlar ne de çalışan insanlar umursanıyor
Mart 2016’da Fransa’nın Bask Bölgesinde yer alan bir mezbahada L214 Ethique & Animaux tarafından gizli bir kamera ile çekilen görüntülerde hayvanların yasalara aykırı bir şekilde bilinçleri açıkken nasıl kesildikleri gösteriliyordu. Konu gündeme geldiğinde hükümet tüm mezbahaların sistematik bir şekilde denetlendiğini söyleyerek tepki göstermişti. Ancak Ethique & Animaux derneği gizli kameralar ile daha fazla görüntü elde ederek ineklerin, koyunların, domuzların ve atların ne tür koşullar altında kesildiklerini teşhir etmeye devam etti.
Derneğin amacı hayvanların kesimi konusunu gündeme taşıyıp sorumluları suçlu çıkarmaktı. Ancak video görüntüleri bir şeyi daha göstermekteydi: Ekonominin farklı sektörlerinde çeşitli imalat şirketlerinde olduğu şekliyle insanlık dışı koşullarda süren üretim hattı işi. Üstelik yapılan bu iş tam da hayvanların acı çekerek kesilmeleri suretiyle çok daha zor ve vahşiceydi. Ne var ki meselenin bu veçhesi ne hayvan hakları örgütleri ne de basın tarafından irdelenmişti; unutulmamalıdır ki bu da meselenin bir parçasıdır. Besi yerleri ile mezbahalardaki hayvanların bakım ve kesim koşulları, tıpkı işçilerin çalışma koşullarında olduğu gibi kapitalist kâr baskısına tâbidir. Bu, özel mezbahalarda doğrudan, devlete ait mezbahalarda (ki buralardaki koşullar bütçeden ayrılan kaynaklara tâbidir) ise dolaylı bir şekilde böyledir. Hayvanlara eziyet edilmesin diye çokuluslu bir gıda şirketinin, daha düşük kârlar ya da daha küçük bir pazar payını kabul etmesini düşünmek söz konusu olamaz. Hastaneler için yapılan kamu harcamalarında kesintilere giderek suç işleyen hükümet, mezbahaların denetlenmesi amacıyla yapılacak veterinerlik hizmetleri için de aynı kesintilere gidecektir.
Hayvanlara eziyet edilmesine ilişkin olsa bile kapitalist kâr arayışınca oynanan asli rolü görmezden gelmek, ifşa edilen bu insanlık dışı muamelelerin asıl nedenlerini göz ardı etmek demektir. Bazı çevreler, bu temel sorunu gündeme getirip toplumun bugünkü ekonomik ve sosyal örgütlenmesini sorgulamak yerine vejetaryenliğe ve hatta veganizme yönelmeyi tercih ediyor.
Vejetaryenlik ve Veganizm: Kişisel bir iyi niyet gösterisi mi Malthusçu anlayışlar mı?
Et yemek ya da yememek, sağlık nedenleri ya da beslenme alışkanlıkları gibi çok farklı motivasyonları olabilen kişisel bir tercihtir. Bununla birlikte, et bulamadıkları için mecburiyetten vejetaryen olan yüz milyonlarca insan vardır. Öte yandan mezbahalarda olup bitenler karşısında tepkilerini göstermek ya da insanı beslemek için yapılan hayvan kesimi gerçeğini ifşa etmek için vejetaryen olan insanlar da vardır. Kendilerini veganizme adamış veganlar hem hayvan eti yemeyen hem de hayvanların sömürüsünden elde edilen herhangi bir ürünü kullanmayı ya da yemeyi reddeden vejetaryenlerdir.
Bu kişisel iyi niyet gösterileri önemli tutumlar gibi görülebilir. Kaldı ki hayvan eziyetine müsamaha göstermeyen bir bakış açısından öyledir de. Ancak konuya etraflıca bakmak için birkaç adım geriye gidersek şayet bu iyi niyet gösterileri, veganların ve vejetaryenlerin kınadıkları/suçladıkları şeye göre bile gülünç kalır.
Et yemeye karşı olan kişiler yine de kendilerini beslemekle yükümlüdürler. Bugün hangi gıda üretimi baskı ve sömürüden âzâdedir? Meyveler, sebzeler, tahıl ve bakliyat “cefa” çekmeyebilir, peki ya bu mahsulleri yetiştiren, biçen ya da toplayan insanlar? Bu insanların çektiği cefayı gösteren şok edici video kayıtları da vardır. Belgeseller, İspanya’nın güneyindeki seralarda çoğunluğunu kadınların oluşturduğu Kuzey Afrikalı işçilerin acımasız koşullarda sömürüldüğünü gösteriyor. Aynı video kayıtlarında bölgede hüküm süren ırkçı ve erkek-şovenist atmosfer de gözler önüne seriliyor. Kaldı ki Fransa’da bile, çoğunluğunu göçmenlerin oluşturduğu ziraat işçileri için vahşi sömürü bir kuraldır. Ayrıca, gıda sektöründeki fabrikaların çalışma koşulları mezbahalardaki koşullardan hiç de daha iyi değildir!
Deri ya da yün kıyafet gibi hayvanların sömürüsünden elde edilen ürünleri kullanmayı reddeden kişilere gelince, bunların insan sömürüsü üzerinden elde edilen ürünlere karşı benzer bir tutuma sahip olmadıkları görülür. 24 Nisan 2013’te Bangladeş’te Rana Plaza’nın çökmesi sonucunda 1138 işçi hayatını kaybetmiş, 2000’den fazlası da yaralanmıştı. Bunun sonucunda dünya, küresel ölçekte tanınan giyim markalarına taşeronluk yapan tekstil şirketlerindeki çalışma koşullarına dair bir fikir edinmiş oldu. Diğer başka örnekler de verilebilirdi, çünkü bu kapitalist toplumda üretilen her şey işçilerce, emekçilerce, ofis çalışanları ve küçük çiftçilerce üretilmektedir. Hayatta kalmak için, sayıları yüz milyonlarla ifade edilen bu işçilerin fabrikalarda, limanlarda, antrepolarda, tarlalarda sömürülmek dışında bir seçeneği yoktur. Onları sömürenlerin gözlerinden bu işçilerin yaşamları genellikle bir ev hayvanından daha fazla değerli değildir –belki de daha az değerlidir!
Birkaç yıl önce, gelişmiş ülkelerde, yoksul ülkelerdeki vahşi sömürüyü, özellikle de çocukların sömürüsünü kınayan/suçlayan bir akım vardı. Ancak, geri çekilmenin ve ümitsizliğin revaçta olduğu bu dönemde halkın bir bölümü, sömürünün kendisiyle savaşmanın muazzam göreviyle yüzleşmekten kaçarak, kendine, suçlaması çok daha kolay olan bir neden (hayvan sağlığı/refahı) seçti.
Gelgelelim, dünya ekonomisi sömürüye dayanmaktadır. En barbarca haliyle, tıpkı Afrika’daki elmas madenleri gibi yerlerde karşımıza çıkan, kelimenin tam manasıyla bir sömürüye de dayanmaktadır; en modern en gelişkin ama aynı zamanda ölümcül de olabilen bir sömürüye de. Apple için iş yapan Çinli taşeron devi Foxconn, kendi üretim tesislerinde işçilerin intihar etmelerini engellemek amacıyla ağlar gerdirdiğinde dünyanın dikkatlerini üzerine çeken çarpıcı bir örneğe dönüşmüştü. Bu sistemin dışında yaşamanın mümkün olabileceğini düşünmenin bir anlamı yoktur, dahası bu sistemden çekilmek/vazgeçmek ise oldukça düşük bir olasılıktır. Aksine yapılması gereken tüm bir sistemi karşımıza alıp savaşmaktır. Devrimci komünistler olarak bizler kapitalist ekonominin bu ya da şu veçhesine genel bir suçlama getirmek adına savaşım vermiyoruz. Bizler sömürü üzerine kurulu bu topluma karşı dünya çapında bir mücadele adına savaşım veriyoruz. Bizler ezilenlerin kurtuluşu için olduğu kadar, üretimi demokratik bir biçimde ve küresel ölçekte örgütleyip planlayarak herkesin ihtiyacını gözeten komünist bir toplum için de savaşım veriyoruz.
Ve son olarak, hayvanların sağlığı/refahı ile meşgul olan insanlar (ki bu kitle, hayvanların ne şekilde kesildiğini ifşa eden görüntülerden etkilenmiş insanlardan katı veganlara dek uzanan geniş bir yelpazedir) arasında tüm et ve balık üretimini durdurmak gerektiğini düşünenler de vardır. Demek oluyor ki, bu düşüncede olan kişiler, böylesi bir kararın, açlık ya da kötü beslenme gibi yüz milyonlarca belki de milyarlarca insanın üzerinde yaratabileceği sonuçları görmezden geliyorlar. Böylesi bir tutum basitçe kişisel bir “iyi niyet gösterisi” şeklinde görülemez, tersine bu son derece gerici bir zeminde militan olma yönünde alınmış bir karardır.
Dahası bu anlayış hiç de yeni değildir: Sanayi devriminin sayısız İngiliz işçisini sefalete sürüklediği 19. yüzyılın başlarında, bir İngiliz rahip olan Malthus’a göre, beslenmesi gereken çok fazla sayıda yoksul insan vardı ve ona göre yapılması gereken en doğal şey bu insanları ölüme terk etmekti! Bu tabii ki tüm vejetaryenlerin Malthusçu oldukları anlamına gelmiyor. Hayvanlara eziyet edilmesine karşı duyarlı olan bireylerin çoğu, insanlara eziyet edilmesi karşısında da benzer bir duyarlılık gösteriyorlar, ama hepsi böyle değil.
Anti-türcülük: temeli olmayan bir teori
Anti-türcülük, veganlar arasında moda olan bir teoridir. Terim, 1970’lerde ırkçılık karşıtı (anti-racism) düşünceden yola çıkarak icat edilmişti. Bu fikrin savunucularına göre, insan türü hayvanları sömürmektedir, çünkü insanlar hayvanları değersiz/aşağı görmektedir: Bu bakış açısından “türcülük”, bir ırkın bir başka ırktan nefret etmesinde olduğu gibi bir “ırkçılık”tır.
Irkçılıkla kurulan bu analoji asıl meseleye gölge düşürmektedir. Başlangıç için söylemek gerekirse, bilimsel buluşlar göstermektedir ki, insanlar arasında hiçbir ırk yoktur. İnsanlık biyolojik olarak bölünmez yekpare bir bütündür. Diğer taraftan, sosyal sınıflar, ezenler ve ezilenler vardır. Irkçılık, “ırklar” arasındaki zıtlaşmanın bir ürünü değildir, gerçekte sosyal sınıflar arasındaki mücadelenin bir ürünüdür. Kaldı ki bu, coğrafi kökenlerine, ten renklerine, dinlerine ya da herhangi başka bir nedene dayanarak ezilenler arasında ayrılık yaratmayı amaçladığı için ezenlere hizmet eden bir ideolojidir. Hayvan türleri arasında bir sınıf mücadelesi olmadığı gibi türler arasında bir mücadele de yoktur. Evrim vardır. Şayet bizler insanlar ve hayvanlar arasındaki bağlantıya dair kafa yormak istiyorsak yapmamız gereken şey insan türlerinin biyolojik ve sosyal evrimine bakmak olacaktır.
Hayvan türleri birbirlerine karşı nasıl bir ilişki içinde olmuşsa, insanlık da kendi tarihinin büyük bir bölümü boyunca hayvanlar dünyası ile tıpkı bu şekilde bir ilişki içinde olmuştur. Atalarımız, ölü hayvanların cesetlerini yiyen ilk leş yiyicilerdi. Biyolojik evrim hayvan türünün değişim geçirmesini mümkün kıldı. Silah ve araç-gereç yapmasını öğrenen insan türü bu aletler ile avcılara, yani tıpkı diğer hayvanlar gibi birer yırtıcılara dönüştü. Sonunda biyolojik evrimin bıraktığı yerden sosyal evrim süreci devraldı, insanlık ilk bilgi birikimi geliştirmeye başladı ve bu suretle kendi bilgi dağarcığını genişletti. Yaklaşık 10,000 yıl önce, dünyanın farklı yerlerinde olan ve birbirlerinden bağımsız bir şekilde hayatta kalma mücadelesi veren insanlar birbirleriyle karşılaşmış, böylece hayvanların evcilleştirilmesi ile bitkilerin yetiştirilebilmesi mümkün olabilmiştir. O zamana dek yırtıcı olarak yaşayan insan türü zaman içinde birer üreticiye dönüşecektir. İnsanlık tarihindeki bu önemli adım bir yandan hayvanların evcilleştirilmesine öte yandan da hayvan besiciliğinin gelişimine dayanıyordu. Buna üzülmenin/hayıflanmanın bir anlamı yoktur. Diğer yandan bu gelişim sınıflı toplumu, sosyal eşitsizliği hatta ve hatta köleliği ve savaşları ortaya çıkardı. Ancak bu olağanüstü devrim, antropologlarca Neolitik Devrim olarak adlandırılan bu muazzam gelişme, beşeri uygarlığın gelişiminde bir temel teşkil etmektedir.
On bin yıl sonra, insanlık hayvancılık olmadan yapabilir mi? Eğer milyarlarca insan et yemekten yoksun bırakılmışsa, bunun cevabı apaçık ki Hayır olacaktır! Peki, bu şey gelecek için de geçerli midir? İnsanlık gelecekte ne yiyecek? İnsanlar ve hayvanlar arasındaki ilişki gelecekte nasıl olacak? Bunlar meşru/yerinde sorulardır. Ancak umulmaktadır ki, o zamana dek insanlık sosyal eşitsizlikleri ve yanı sıra rekabete ile maksimum kâr arayışı üzerine temellenmiş kapitalist ekonomik örgütlenmenin saçmalıklarını defetmiş olacaktır. İnsanlık küresel ölçekte, demokratik olarak planlanmış bir ekonomide üretici güçlerin yüksek gelişmişlik düzeyini kontrol edebilseydi şayet neleri başarabilirdi? Bu şey karşımıza sayısız olasılıklar çıkarırdı, öyle ki nelerin olabileceğini anlatmanın bir imkânı yoktur.
Hayvanlara eziyet edilmesine karşı olan hassasiyet tüm yönleriyle son derece insani bir hassasiyettir: diğerlerinin acısından etkilenmek, hayvanlar da dâhil olmak üzere diğerlerinin duygularını anlayabilmek, duygudaşlık kurmak. Bu özgeci/diğerkâm türü duygu bizleri bugünkü dünyayı bütün yönleriyle anlamak istemeye sevk etmelidir. İnsanlık bugün toplumun çelişkileri içinde kaybolmuş durumdadır. Çok küçük bir azınlık kendi ellerindeki ayrıcalıkları kullanmak suretiyle toplumu sömürmekte ve boğmaktadır. Bu gerçeğin farkında olmak bizlere sayısız problemin çözümü için bir anahtar sağlar.
Bu gerçeği bilmek insanları bugünkü kapitalist sisteme karşı bilinçli bir şekilde savaşmaya itebilirdi. Bu da hâkim sınıfı mülksüzleştirerek dünya ekonomisini herkese hizmet edecek şekilde işler hale getirmek anlamına gelmektedir. İşte bu komünizmdir. Komünizm her şeye bir çözüm olmayabilir, ancak bu, insanlığın sonunda kendi toplumunu sadece kendi eylemleri ile kontrol edebilmesinin tek çıkar yoludur. Komünizm ayrıca, insanlığın, kendi eylemlerini bilinçli bir şekilde düzenleyebilmesinin, hatta örneğin nasıl beslenmesi gerektiğinin, ayrıca hayvanlar dünyasının geri kalanı ile kendi ilişkilerini bilinçli bir şekilde nasıl düzenlemesi gerektiğinin de tek çıkar yoludur.
Çeviri: Gencer Çakır
Not: Yukarıdaki makale ilk önce Fransa’da Troçkist Lutte Ouvrière (İşçi Mücadelesi) çevresinin aylık yayın organı Lutte de Classe (Sınıf Mücadelesi) dergisinin Şubat 2017 tarihli sayısında Fransızca olarak yayımlandı. Makale İngilizceye çevrildikten sonra ABD’de aktif olan Troçkist The Spark (Kıvılcım) çevresince üç ayda bir yayımlanan Class Struggle (Sınıf Mücadelesi) dergisinin Nisan-Haziran 2017 tarihli 92’nci sayısında yayımlandı. Metnin Türkçe tercümesi yapılırken The Spark’ın İngilizce çevirisi temel alınmıştır.