“Benden nefret ediyorsunuz, değil mi? İhtimamınızla, mütevazılığınızla, glayöllerinizle, muhabbet çiçeğinizle bana eziyet ediyorsunuz. Yürüyecek yer kalmamış odada. Çiçekle doldurmuşsunuz. Nefes alınmıyor. Güzel olacağım. Sizin asla olamayacağınız kadar güzel. Şu suratınız, şu vücudunuzla Mario’yu ayartmanız mümkün mü hiç? O tüysüz, soytarı kılıklı sütçünün umurunda bile değilsiniz.”
Claire ve Solange hep tetikteydiler. Hep namlunun ucunda. Hınçlı, öfkeli, kıskanç.
“Hanımefendiler masum, hizmetçiler suçludur.”
Claire kendi hikayesinden, kıyıya vurmuş, tekinsiz hayatından sürülmeyi göze almıştı bir kez. Hiçlikten bilinmeze firar edecekti. Kararlıydı… Dönüşü yoktu.
“Bir kraliçe beyaz elbise ile yas tutar.”
Kum saati giderek boşalıyordu, farkındaydı.
“Beyefendi’yi polise ihbar ettim, onu sırtından vurmayı kabul ettim diye senin insafına mahkûm kalacağımı mı sanıyorsun? Üstelik daha kötüsünü de yapabilirdim. Çok daha kötüsünü. Acı çekmedim mi zannediyorsun? O mektubu şu elime nasıl zorla yazdırdım, bir bilsen! Kolay mıydı sanıyorsun, Claire? Sevgilimi zindana gönderecek cümleleri düzgün yazsın, acele etmesin, hata yapmasın, titremesin diye zorladım onu. Sen ne yapıyorsun peki? Bana destek olacağına alay ediyorsun. Dulluktan bahsediyorsun! Beyefendi ölmedi, Claire. Beyefendi zindandan zindana sürülecek, belki ta Guyana’ya gönderilecek ama ben, onun kederden deliye dönmüş eşi, ona eşlik edeceğim. Ona yoldaş olacağım. Bu şerefi onunla paylaşacağım. Dulluktan bahsediyorsun ama kraliçeler beyaz elbiseyle yas tutar, Claire. Bunu bilmiyor musun? Beyaz elbiseyi benden esirgiyorsun!”
Claire tıpkı kız kardeşi Solange gibi yaralıydı sadece. Herkes kadar, hepimiz gibi… Kağıt kesiği acılar vardı yüreğinde. Öncesiz sonrasız nefretle beslenmiş isyanların tutsağıydı en çok.
Sigmund Freud haklıydı:
“Sevdiğimiz zaman acıya asla aldırmayız; sevdiğimiz ya da sevdiğimizin sevgisini yitirdiğimizde ise en çaresiz şekilde mutsuz kişiler oluruz.”
Claire o mutsuz kişilerdendi.
İyi ile kötü, korkak ile cesur, av ve avcı, yem ve ökse olmak arasında kalmıştı. Hizmetinde olduğu hanımefendiden hem nefret ediyor, hem tutkuyla o olmaya çalışıyordu. Güce taparken, kendi güçsüzlüğünden korkuyordu. Cinnet buydu, işte. Çaresizlik buydu. Yer değiştirdiğinde, kınadığı, nefret ettiği kişi olmuştu. Dikey hiyerarşiyi aşamamıştı. Aşamayacaktı.
“Sen bir korkaksın. Bana itaat et. Kıyıya vardık, Solange. Sonuna kadar gideceğiz. Tek bedende ikimizi yaşatacaksın. Tek başına. Güçlü olman gerekecek. Sürgünde sana gizlice eşlik edeceğim, kimsenin ruhu duymayacak. Hüküm giydiğinde beni de içinde taşıdığını unutma sakın. Özenle taşı. Güzel olacağız, özgür olacağız, mutlu olacağız, Solange, kaybedecek bir dakikamız bile yok. Söyleyeceklerimi tekrarla…”
Hem belirteyim, Yılmaz Sütçü “Hedwig ve Angry Inch”, “Maraton”, “Othello”, “Nuh’un Gemisini Aramak”ın ardından “Hizmetçiler”de yaşar kıldığı Claire yorumuyla yine bambaşka derinliklere ermiş, farklı, çelişik duygular arasında başarıyla dolaşmış. Ve unutulmaz, heyecan verici bir karaktere daha imza atmış.
Kerem Fırtına Solange, Dilan Düzgüner Hanımefendi yorumlarında sergiledikleri inandırıcı, nitelikli ve gerçekçi oyunculuklarıyla esere çok şey katıyorlar. Hanımefendi’nin uzak, küçümseyen, aşağılayan, alaycı, bazen şefkatli üst kimlik tavrı son derece başarılı biçimde vurgulanırken, Kerem Fırtına Solange’ı oynamadan oynuyor ve karakterin Claire ile Hanımefendi ve sadece sesi duyulan, görünmeyen, bedensiz İlah simgesi olan Beyefendi karşısındaki çapraşık duygularını başarıyla yaşar kılıyor.
Hiç kuşkusuz, her üç oyuncu da sergiledikleri performansla bu sert oyunu, baştan sona temposu bir an bile düşmeyen bir tempoda sürdürüyorlar. Gerek metin, reji ve gerekse sahne düzleminde yakalanan çağdaş tiyatro dilini en etkileyici biçimde yansıtıyorlar.
Kim daha korkak, kim daha cesurdu? Ortada zehir yeşili bir nefret duygusu vardı sadece. Bir an oyunun içinde buluyorsunuz kendinizi… Katiliniz kim olacaktı? Solange mı, yoksa Claire mi? Hangimiz av, hangimiz gerçek avcıydık?
Bütün bu sorularımın yanıtları belki de Ayberk Erkay‘ın açıklamasında gizliydi:
“Yayıncısı Jean-Jacques Pauvert’e 1954 yılında yazdığı bir mektupta tiyatrodan hiç hazzetmediğini ve ‘Hizmetçiler’i seyircileri rahatsız etmek amacıyla yazdığını açıkça dile getiren Jean Genet’ye ve ‘Hizmetçiler’e dair bu kısa sunuşa, yine Sartre’ın sözleriyle son veriyorum: Birbirlerini seviyor mu bu kadınlar? Yoksa nefret mi ediyorlar? Tutkuyla nefret ediyorlar birbirlerinden, tıpkı Genet’nin tüm kişileri gibi. Solange’ın sahte cesareti Claire’in gizli cesaretinde gerçeğe bürünür, Claire’in sahte çekingenliğiyse Solange’ın mutlak korkaklığında. İki kadının birbirlerine göre varoluşlarının son anlarına tanık olduğumuz ‘Hizmetçiler’de Genet, kendini arayışına adadığı Kötü’yü tanımlar: İyi sadece bir yanılsamadır; Kötü, kendini İyi’nin yıkıntıları üzerinde inşa eden bir Boşluk’tur.”
Ihlamur kaynatma, gardenalleri hazırlama zamanıydı.
“O, o bizi seviyor. O iyidir. Hanımefendi iyidir! O bize bayılıyor.”
“Koltuklarını nasıl seviyorsa öyle seviyor bizi. Bizden çok seviyor onları! Bizi helasının pembe fayanslarını nasıl seviyorsa öyle seviyor. Klozetini. Bizse birbirimizi bile sevemiyoruz. Pislik pisliği sevmez.”
♦♦♦
Oyun öncesi Kemal Aydoğan’a “Neden ‘Hizmetçiler” diye sordum.
“Hizmetçiler oyununu sahnelemek isteğinin bizim için birkaç nedeni var. Öncelikle, çok uzun yıllar sonra Ayberk Erkay tarafından yeni bir çevirisi yapıldı. Yeni çeviri yeni bir dünya demek. Ayberk’in çevirisini Türkiye’de ilk oynatan ekip olma özelliğini kazanmayı önemsedik. Ayrıca Genet’nin bu eserinde insanın en temel problemlerinden birini, sınıflı toplumu, ezme/ezilme ilişkilerini barındırmasının günümüzdeki eşitlik mücadelesine katkısı bağlamında da önemsedik. Genet bu oyundaki kadın rollerinin erkek oyuncular tarafından oynanmasını arzulamış, buna dair notları var. Bu arzunun oyunun sahnelemesine katkısı, bizi ister istemez cezbetti. Artık modern bir klasik haline gelmiş Genet’in ‘Hizmetçiler’ oyununun kültür-sanat hayatımızı zenginleştirecek bir etkiye sahip olduğunu biliyorduk. Benim Genet ile ilk tanışıklığım, 1998 yılında, Başar Sabuncu’nun yönettiği ‘Balkon’ ile olmuştu.”
Yönetmenin gözünden “Hizmetçiler” desem?
“Her şeyden önce Genet’nin zahmetine, şiddetine katlanmayı göze alan bir ekip gerekiyordu. Yılmaz Sütçü, Kerem Fırtına, Dilan Düzgüner’le başladı maceramız. Dokuz hafta boyunca her gün sekiz saat çalıştık. Dediğim gibi, elimizde çok iyi bir çeviri vardı. Genet’yi okudukça gördüm ki,Solange ve Claire’in hizmet etme dışında bir hayatları yoktu, o evin dışında da bir hayatları ve varlıkları yoktu. Bir ‘Şey’ gibiydiler. Ve Hanımefendi’nin sahip olduğu her şeyden tümüyle muaftılar. İhtiyaçları, istekleri, sevme sevilme arzuları yoktu. Hatta doğurmak ve üremek de Hanımefendi’ye aitti. Sevişmek de, mücevherler de, elbiseler de… Oyun içinde oyun böyle başlamıştı aslında. Genet’nin tarzıyla anlatmak istedim olup biteni.”
HİZMETÇİLER
- Yazan: Jean Genet
- Çeviren: Ayberk Erkay
- Yöneten: Kemal Aydoğan
- Sahne Tasarımı: Bengi Günay
- Işık Tasarımı: İrfan Varlı
- Afiş Tasarımı: İlknur Alparslan
- Oyuncular: Yılmaz Sütçü, Kerem Fırtına, Dilan Düzgüner
- Asistanlar: Mesut Karakulak, Sevda Yeliz Nar
- Sahne Tasarımı Asistanı: Cansu Uygun