Bir roman neden yazılır? İçimizde yaşayan insancıkları birbirine düşürmek, sevişmelerini sağlamak veya düpedüz yalanlarına tanık olmak yazara, yazmak sevdasına tutulmuş o onulmaz hastaya nasıl bir haz verir? Gidecekleri yeri yazardan çok daha iyi bilen karakterler usul usul çıkışa doğru sürüklenirken, evet evet! Mutlaka ölmelidir birileri. Aslında yazar kimi öldürüyor; içindeki kini mi, kendini mi yoksa bir boşluğa mı savuruyor kalemini?
“Bir Roman Yazılıyor, Nicky’i Öldürmek”, roman içinde roman türünün, deniz hikâyeleri, Yunan mitolojisi, Lacancı felsefe, Spinoza ile bolca mayalanmış bir kara mizah örneği. “Romancı mimar efendi” Bay Mümtaz Candaş ve zengin iş adamlarının gözde eskortu, eski hekim Bayan Beyza Ferah’ın birbirini takip eden bilinç akışı nehirlerinde hızlanıp yavaşlayan ritimlerle ilerliyor, ikisinin de kendilerini ve her şeyi sorgulayan iç çekişlerine okur olarak kendi sorgulamalarımla eşlik ederek güzelce sürükleniyorum.
Bay Mümtaz’ın sürekli bir kaygı halinde oradan oraya koşturmasını, bunu yaparken de yazmaya çalıştığı ve sıklıkla tıkanmalar yaşadığı romanındaki Lapis Lazuli gemisini açıklara sürmeye çalışmasını izlemek, ona bir çocuğun yüksek bir yerden atlarken gösterdiği tereddüt ve çabaya şahit oluyormuşum gibi bir sempati duymamı sağlıyor. Çehresinde naif insanlara özgü saflık ve basit, zararsız bir öfke geziniyor daima. Aslında elini attığı her işi layıkıyla başarabilecek donanıma sahipken, kuruntularının esiri oluyor. Öyle ki yazdığı romanın baş kahramanı Dombraço bile romandan kaçmak için denize atlamak ister gemiden! (sf.171) Bir conatus’tur; var olma çabasıdır onunki. Mümtaz’ın her türlü çabası anlamlıdır. Var olmaya çabalamak, der Spinoza, olabilecek çabaların en iyisidir. “Yazmak, tıpkı kendisini yazar diye tanımlayanlar gibi Dombraço için de sıradan bir nefes alıp verme çabasıdır.” (sf.44) Mümtaz’ın Beyza Ferah’la tanışması bir türlü yelken alamayan gemisine hareket etmesi için üfleyen büyük bir nefes oluyor sanki. İçindeki şeytanı oyalamak için eskort olan Beyza, olabilecek tüm günahlarını tek bir çatı altında toplamış rahatça, hesap vermeden yaşamak ister gibidir. O da tıpkı Mümtaz gibi var olduğunu haykırmak, bastığı zemine sıkı sıkıya tutunmak istemektedir. Fakat neredeyse cansız nesneler bile varlığını koruma konusunda biz insanlardan daha başarılılardır. Mümtaz, Beyza’nın yaptığı eskortluk işini kıskanmaya çabalasa da yapamaz, çünkü onun eskortluğundan romanına malzeme çıkabilme ihtimali vardır. İşte yazarlar böyle tehlikeli canlılardır. Sizin gözlerinize baktığınızı zannedersiniz, oysa o çoktan arkada bir noktaya dalıp gitmiştir. Onun sizden yapmasını istediklerini siz farkında olmadan yapıyorsunuzdur aslında. Yine de Beyza ile gelen nefesi bazı bazı kesen bir sebep var ki o da Bay Mümtaz Candaş’ın eski karısı, hâlen resmen evli olduğu kadın Nicky!
Nicky modern ve gerçekçi yüzün temsilidir. Asla Mümtaz gibi yersiz kaygılarla gezinmiyor. Onu roman boyunca uzaktan uzağa tanısak, hiç karşı karşıya gelmiyor olsak da kararlarında belirgin sınırlar seziliyor. Öyle ya, ona göre Mümtaz Candaş, Gorki’nin de söylediği gibi lüzumsuz adamlardan biri olmalıdır; “kendi iç dünyalarına kapalı, toplumsal herhangi bir davaya adanmış olmayan, güçlü kişilikli ama kendileri için yaşayan insanlar.” (s.20) Kim böyle olmayı ister ki? Mümtaz istemiş midir böyle olmayı? Romanlara olan düşkünlüğü, bazen insanı bunaltan malumatfuruşluğu, dahası, yazdığı romana çok benzeyen bir başka romanın yıllar önce yazıldığından haberi olmadığı için okurundan özür üstüne özür dileyen safça bir yazar olmayı? (Deniz Kurdu, sf.255) Mümtaz’ın Nicky ile biten ilişkisini kafasında sürekli döndürmesi, okurun da aklındaki o tıkanık düşünceyi hatırlamasına olanak tanır. Asla sonu gelmeyen sorgularla kendine eziyet etmeyi pek seven insanoğullarından birisidir o da. Tanıştığı herkesi, yaşadığı her olayı gelip o biricik varlık kaygısına bağlayan…
Mahmut Şenol’un Lacan’cı kaygı şeklinde bahsettiği türden bir kaygı roman boyunca kendini hissettiriyor. Böylesi bir psikozda kaygının nesnesi yoktur. Ne biten bir ilişki kabullenilmiştir ne de yeni başlayan bir aşk. Yalnızca olaylar kaygı çemberinde birbirinin peşi sıra akıp gitmektedir. Bilinç akışı, bir nevi kaygıların dansına dönüşmüş durumdadır.
Aslında Mümtaz Candaş bir bakıma Nicky’i okuruna, yani bizlere çocukça bir uysallıkla şikâyet etmektedir. “Bu içki alışkanlığı eskiden yoktu, Nicky beni üzdüğünde beri var!” (sf.243) Mümtaz’ın yazdığı romanda ne yapıp edip Dombraço’yu bir kadınla karşılaştırmaya çalışması ise Beyza Ferah’ın gözünden kaçmadığı gibi, benim de gözümden kaçmıyor. “Mümtaz aslında Nicky’i yazmak istiyor, ondan intikamını alacak yazarak. İşte bütün mesele bu.” (sf.195)
Mümtaz’ın hayatında yer alan esas kadınların, bazen hatıralarında yokladığı annesi Muazzez Hanım, Nicky ve Beyza Ferah olduğu düşünüldüğünde, kadınlar yönünden haksızlığa uğradığını düşünen çoğu erkek gibi mizojinist düşüncelere kapılabileceğini tahmin edebiliyorum ki öyle de oluyor. “Nihayetinde kadındır, mağarada ateşi harlamaktan başka işi yok.” (sf.63) “Kadın inadı kadar tuhaf bir şey dünyada görülmüş müdür?”(sf.284) Belki de bir erkeği ‘kadın inadı’ diye bir mefhumun varlığına inandıran şey, basiretsizlikten gelen bir anlayıştır.
Aslında herkesin böyle bir bahanesi vardır hayatta. Ah bir bitse bu dert, bir çıkıp gitse şu hayatımdan, bir çekilse yolumdan, bir ölse! Yazamadığı her bir satır, mutlu olamadığı her yeni şehir, sevemediği her insan veya bir türlü ilerlemeyen gemisi için suçlayacağı biri. Yoksa bile, yaratmalıdır onu. Yarattıktan sonra, belki de öldürmeli.
Mahmut Şenol’un Bir Roman Yazılıyor, Nicky’i Öldürmek adlı romanı, varoluşçu bilginin hayatımızın neresinde gizli kaldığını asla öngöremeyeceğimize dair bir ipucu veriyor. Yazarın titiz ve bol nüanslı bir anlatımı, insanın geçmişi ve geleceği arasında sürüklendiği yolculuğa bir deniz feneri oluyor.