Çocukluğu benim gibi Anadolu´nun güney doğusunda geçenler bilirler. Yazın öğle vakti havanın sıcaklığı 40 dereceyi aştığında, döşekler de akşam vakti damlara çıkar. Damlara kilimler serilir. Kilimlerin üzerine minderler sıra sıra dizilir. Minderlerin üzerine damların duvarlarına yaslanan yastıklar yerleştirilir ve böylece bir ailenin yani Kürtçe deyişle Xoranta´nın yaz sezonu başlamış olur.
Akşam yemeğini seyyar lambanın ve ay ışığının altındaki yer sofrasında -pek de romantik olmayan doğal bir atmosferde- yersiniz. Pilav tepsisini kaşıkladıktan sonra, çay içme faslı başlar. Sonra gece vakti yıldızların altında yan yana serilen döşeklerin üzerine ana-baba ve çocuklar hep birden uzanırlar. Derken tatlı çekişmeler, gülüşmelerle çocuklar “yastığımı niye aldın?”, “yorganı çekme biraz da bende kalsın!” diye serzenişte bulunurlar. Bu serzenişleri babanın ya da ananın anlattığı bir mesel sakinleştirir. Meseller masal değildir. Masalımsı bir tarzda anlatılan, dilden dile aktarılan, bazan yaşanmış aile hikayeleri, hatta anılardır. Bu hikayelerin ya da anıların kökü uzakta kalan terk edilmiş diyarlara-köylere, yani aslolan memlekete dayanır. Politik dille ifade etmek gerekirse, anlatılan aslında bir sonraki kuşağa aktarılan sözlü tarihtir. Göçün, göçürülmenin tarihi…
Anadolu’nun güneydoğusundaki hemen her ailenin tarihinde en az bir göç hikayesi vardır. İşte bu göç hikayelerinden dolayı her çocuğun ruhuna, bilmediği karanlık bir yere tekrar göçürülme (sürülme) korkusu da gayet doğal bir biçimde yerleşir.
Mıgırdiç Margosyan´ın yaşam hikayesinden yola çıkarak hazırlanan “Gavur Mahallesi” adlı belgesel film böyle bir dam sahnesiyle başlıyor. “Hayrik, bize leglegi anlat! Leglegi…!” diyor Margosyan. Hayrik Ermenice baba demek. Legleg bizim bildiğimiz leylek kelimesinin, Kırmançi konuşanlar tarafından Türkçe söylenişi. Leyleğin hikayesiyse, Margosyan’ın babası Sarkis’in namı diğer Sıke’nin bir çocukluk anısıdır. Sıke göç ettirilen Ermeni kaflelerinin (kafile) birinden ayrılarak kaybolur. Urfa Siverek’te onu bulan Zaza kadınların yardımıyla bir köye sığınır ve o köyde sünnet edilip müslümanlaştırılarak hayatta kalır. Sıke leylek hikayesini sığındığı bu köyde bir Ermeni yetimi (Hay çocuği) olarak yaşar. Çocukken bir ağacın üzerindeki leylek yavrularına yakından bakmak istediğinde ana leylek gelip, gagasıyla alnını yaralayarak, ona unutamayacağı bir ders verir. Sıke yani Mıgırdiç Margosyan’ın babası bu hikayeyi her anlatışında çocuklarını güldürmeyi başarır, ancak hikayenin sonunu yine de şu kederli sözlerle bağlar; “Allah heç kimsenin yuvasini yıhmasin.”
Filmin bu giriş kurgusu Ermeniler´in yaşadığı soykırım ve sürgünle ilgili art-alan bilgisi olan herkes için çarpıcıdır. Göç ederek yaşayan bir kuş, göçe zorlanan Ermeniler´den geriye kalan bir çocuk ve yuvadaki iki yavru leylek… Bu haliyle “leglegin hikayesi” biraz da mekan-zaman-kimlik arasındaki kopmaz ilişkiyi anlamamızı kolaylaştıracak bir metafor gibidir.
Mekan-Zaman-Kimlik
Filmin anlatıcısı ve metinlerin yazarı olarak Mıgırdiç Margosyan kendi özyaşam öyküsüyle Diyarbakır’ın kültürel zenginliğini, tarihsel önemini ve mimarisini güzel bir harmoniyle ele almış diyebiliriz. Filmin yönetmeni Yusuf Kenan Beysülen yaptığı sistematik kurguyla, Xançepek, başka bir deyişle Gavur Mahallesi’nde sadece Ermeniler’in değil, aynı zamanda Süryaniler’in, Keldaniler’in ve Yahudiler’in de yaşadığının altını çiziyor. Bu mahallede konuşulan diller, ibadethaneler ve iş alanlarından bahsedilirken anlatıcının her etnik gruba aynı mesafeden yaklaşması dikkat çekici. Keldani ve Ermeni kilisesinin yan yana olması, Süryaniler’in kuyumculukta, Ermeniler’in zanaatta, Keldaniler’in Axtar (Baharat ticareti) işinde, Kürtler’in hayvancılık ve tarımda şehri zenginleştirmeleri, farklı etnik gruplardan insanların birbirleriyle ticari ilişkileri, tümüyle tarafsız, abartısız ve eksiksiz bir şekilde dile getiriliyor. Şehrin mimarisini tanıtırken dar sokaklardaki eski evlerin önünden geçen Margosyan, bazı kapıların önünde durarak orada kimlerin nasıl yaşadığını geçmişteki çocuk izlenimiyle anlatıyor. Geçmişe yaptığı yolculukta sanki ona eşlik eder gibiyiz. Çarşı esnafıyla da sohbet eden yazar kendi adının verildiği Mıgırdiç Margosyan sokağına girdiğinde, “Keşke buraya benim adım verileceğine, şu mahallede hiç olmazsa bir-iki Ermeni ailesi yaşayabilseydi.” diyor. Gavur Mahallesi’nde hiç “gavur” kalmamış olmasından ister istemez rahatsız.
Kendisi babasının kararıyla daha çocuk yaştayken İstanbul’daki bir yatılı okula anadili Ermenice’yi öğrenmek için gönderilmiş. Bir süre sonra da bütün aile İstanbul´a taşınmış. 50 yılı aşkın bir süre Diyarbakır’a gitmeyen Margosyan Surp Giragos Kilisesi’nin onarılması gündeme geldiğinde tekrar memleketine dönmüş.
Zaman zaman keyifle çocukluk anılarından bahseden yazar sadece orada Ermenilik’ten kaynaklı hislerini ele vererek, mekan-zaman-kimlik ilişkisini irdeliyor. Örneğin “Söyle Margos Nerelisen?” adlı otobiyografik kitabında da yer verdiği bir anısında defalarca babasıyla arasında geçen bir diyalog var. Babası Sıke o daha yeni konuşmaya başlarken “Söyle benim canim oğlim; sen nerelisen?” diye sorar ve cevap olarak “Heredanlı!” demesini bekler. Heredan babasının sürüldükten sonra bir daha hiç dönemediği asıl memleketidir. Ninesi Saro’nun Heredan ile ilgili olarak söyledikleri de ilginçtir. Aileden hiç kimsenin Heredan’a gitmesini istemez. Çünkü Heredan’a gidildiğinde orada evlerine, topraklarına ve hayvanlarına el koyanların “hak talep ettiklerini” düşünerek kendilerine zarar vereceklerinden çekinmektedir. Saro nine bir de Ermeni kadınların evlerinde turşu ve tarhana kurmasına karşı çıkar. Çünkü Heredan’dan sürülmeleri turşu ve tarhana kurdukları bir güne denk gelmiştir. Yani ona göre evde aynı gün turşu ve tarhana kurmak uğursuzluk getirir. Turşu ve tarhana bir yana Diyarbakır evlerinde bir Halil İbrahim bereketi vardır. Mıgırdiç Margosyan bundan bahsederken bereketin kadınların rahminde de olduğunu söyleyerek, çok çocuklu aile kültürünün önemine dikkat çeker. Filmde buna benzer başka bir halk inanışına da Mıgırdiç Margosyan’a ismi verilirken tanık oluyoruz. Dedesinin ismini taşıyan Mıgırdiç babasının tanrıyla yaptığı bir “pazarlık” sonucu hayatta kaldığını mistik motiflere biraz gülmece katarak anlatıyor. Yapılan pazarlık Anadolu’da yaygın olan çocuğun ismini taşımasına karşılık adanan adaktır. Mıgırdiç Margosyan yedi yaşına gelene kadar babası Sıke her sene bir kurban keser. Anlatım metnine ve diline yansıyan yöresel inanışın farklı dini inançlara mensup oldukları halde herkes (Keldaniler, Ermeniler, Zazalar, Süryaniler, Yahudiler, Kürtler ve Türkler) tarafından dikkate alınması oradaki ortak kültürün, kaynaşmanın, birbirinden öğrenmenin çerçevesini de ortaya koyuyor.
Üç Boyutlu bir Film: Müzik-Görseller ve Anlatım
Yaklaşık bir buçuk saat süren belgesel filmde anlatım tekniği son derece profesyonel hazırlanmış olan görseller ve müzikle tamamlanmış. Öyle ki görseller ve müzikteki etki anlatım metniyle eşit ağırlıkta diyebiliriz. Bu yanıyla filmin kalitesini üç boyutlu ele almak mümkün.
Arto Tunçboyacıyan’ın kendi albümlerinden derlediği kolaj çalışması, Heredan, Xançepek ve İstanbul Şişli Ermeni mezarlığından çekilen görüntülerle birleştiğinde, film sadece bir anlatım belgeseli olmayı aşıp, sanat eserine dönüşüyor. Bu görüntülere Mıgırdiç Margosyan’ın özgün anlatımı da eklendiğinde, özellikle –göç tarihi olan– izleyicinin derin bir duygu yoğunluğu yaşaması mümkün.
Filmin her karesinde estetik kaygısı hissedilir şekilde karşımıza çıkıyor. Anlatıcının Diyarbakır Gazi caddesinde gezerken esnafla yaptığı sohbet, Sur içindeki kafelerde dinlediği müzik, masanın üzerinde duran çay bardakları, Diyarbakır garında Ermenice yapılan bir sohbet ve hatta Mıgırdiç Margosyan´ın neşeyle anlattığı bir çocukluk anısı bile adı belgesel film olan bu sanat eserindeki estetik inceliğin değerini azaltmıyor.
Çocukluk anısında yazar Gavur Mahallesi´nde av xana, ayach yoli ya da kappi arxasi denilen ortak tuvaletlerden bahsediyor. Çocukların o tuvaletleri kullanırken oynadıkları bir oyunu tüm ayrıntılarıyla anlatıyor. Derken Alo Santrooo…. Alo Santroooo… diyerek birbirleriyle iletişim kurmaya çalışan çocukların oyununu alıp filmin en sonundaki final sahnesine yerleştiriyor.
Bu sahnede Mıgırdiç Margosyan karlı, bembeyaz, soğuk bir İstanbul gününde, Şişli Ermeni Mezarlığı’ndaki ana-babasını ziyaret edip oradan ayrılırken, Alo Santro… Alo Santro… diye yeniden sesleniyor. Sanki bu kez öteki tuvalette merakla ve hınzırca bekleyen başka bir arkadaşına değil de, bu film yoluyla bütün dünyaya seslenir gibi.
“Alo Santro… Alo Santro…
(Sürgüne, imhaya, inkara rağmen hala buradayım)
Alo Santro… Alo Santro…
(Bir önceki kuşak yitirilmiş olsa bile,
bu dünyada ben de varım!)
Alo Santro… Alo Santro…
(Hey dünya! Haberin olsun,
bu filmi başta dedem Mıgırdiç olmak üzere, tüm yitenlere adadım.)
Alo santro…alo Sant… alo santro…sant…alo..“
Songül Kaya-Karadağ