Çocukluğumun geçtiği mahallede, hemen yan apartmanımızda ailesiyle birlikte yaşayan ve özel gereksinime ihtiyaç duyan bir kız vardı. Yaşı hayli büyük olmasına rağmen sokağa çıktığında çocuklarla oynamak ister, oyuna alınmazsa bağırır, birtakım hareketlerle isyanını anlatmaya çalışırdı.
Uzun boylu, yapılı biri olduğu için kimi çocuklar ondan tedirgin olur, öte yandan özel durumunu da bildikleri için idare etmeye çalışırlardı. Bahsi geçen zamanlar, akran zorbalığının olmadığı, kapıların önünde korkmadan oynayabildiğimiz, annelerimize “azıcık daha” yalvarışlarıyla, kana kana içtiğimiz suyu arkadaşımıza da uzatabildiğimiz doksanlı yıllardı. Sokağın başında oturan yakışıklı ama kendinden yaşça çok küçük bir komşu çocuğuna âşıktı o kız. “Ben onunla evleneceğim” diyerek sokak boyu dolaşır, oğlanı gördü mü sarılmaya kalkar, kafasına çiçekli tokalar, kumaşlar takıp duvak yapardı. Emekli doktor annesi bu duruma çok üzülür, onun öfke nöbetlerini, krizlerini yönetmeye çalışırdı. Etraftaki komşular, “Yazık, yine kötüleşmiş bak görüyor musun?” fısıltıları eşliğinde tahtalara vurur, Allah’ın yardımını dilerlerdi ailesi için. Mahallede belirgin bir ötekileştirme olmasa da, acıyarak bir dolu kaçamak bakışla takip ederlerdi olup biteni insanlar. Kız, mahalle bakkalına girer, çiklet, şeker diye tutturur, komşunun oğlunu gözetler, düğün hayalleri kurar, etrafa kendini kabul ettirmeye çalışırdı. Günlerden bir gün oğlanın mimar ailesi, oğullarının ruh sağlığını koruyabilmek için mahalleden taşınma kararı aldılar. Bir sabah apar topar bambaşka bir semte gittiler. Bunu öğrenen kız, sinir krizi geçirmişti de ilaçlarla kontrol altına almışlardı. O zamanki çocuk aklımızla hem gitmek zorunda olanlara, hem geride kalanlara nasıl üzülmüştük…
♦♦♦
Eğer oyun üzerine bir yazı yazacaksam, satırlarıma özür dileyerek başlamalıyım dedim Yapımcı Özgür Elçim’e, beşinci sezonunu alkışladığımız Tiyatro DEA’nın ilk oyunu “Feramuz Pis!”i daha yeni izlemiş biri olarak. Oyun “Gerçek bir kahraman, gücüyle değil, kalbiyle ölçülür” diye mesaj veriyor. Bu durumda gerçek bir seyirci de oyunu, izlemekte geç kalsa da, ne kadar kalbinde sakladığıyla ölçülmeli.
Bitişik nizam duran eski evlerin sıralandığı, her din ve mezhepten insanın bir arada yaşadığı, Noel’in, Kandil’in, Ramazan’ın, Paskalya’nın hep birlikte kutlandığı Feriköy’de yaşayan Mardin göçmeni Süryani bir ailenin oturma odasına misafir olduk 26 Ocak akşamı. Antika, oymalı, bol desenli döşeme kumaşından yapılmış sessiz başrol üçlü koltuk, oymalı koltuğun takımı olan krem dantelli zigon sehpa, uzun süre baktığınızda motiflerinde hipnoz olacağınız, çocukluğumuzun göbek halısı, duvarda neo klasik zamanlardan kalma aile ecdadının eski tablosu ve tepede Doğu Süryani Haçı’nın olduğu bir fotoğrafın içine girdik. Dekor Tasarımcısı Makbule Mercan’ın yarattığı ortamda, kendi evimizden kalkıp, eski bir tanıdığımızın evine oturmaya gitmişiz gibi bir his içimizi kaplarken; adeta çöpü, kibrit kutusuna sürterek ateş yakan bir ses, “Oyunun başlamasına beş dakika kaldı!” anonsu verdi ve çıkardığı hayalî alevi mikrofona doğru üfledi. Bu uyarının ardından oyuncular, oturma odasının etrafındaki kutucuklara oturmaya başladı. Salonun seyirci ışıkları henüz sönmemişken gerçekleşen bu hareket düzeniyle, oyun izliyor olma halini bırakıp, evin içine yerleştik biz seyirciler de…
Anne Zahide Hanım (Çiçek Dilligil) ve özel gereksinime ihtiyaç duyan büyük oğlu Feramuz (Çağdaş Tekin) birlikte geldiler sahneye. Onları, ailenin babası Nebil Bey (Batur Belirdi), ortanca çocukları Can (Ataberk Öğe), kızları Emel (Dilara Mücaviroğlu) ve komşu Bahriye Hanım (Aybanu Aykut) takip etti.
Yönetmen Oğuz Utku Güneş’in, karakterleri hikâyenin başından sonuna dek sahnede tutarak, oyunu kulissiz bir kurgu ile çerçevelemesi, seyircinin de büyük fotoğrafta kopmadan kalabilmesini sağlamış. İnce düşünülmüş ışık oyunları sayesinde hikâyeye odaklanıp, oyuncu kostüm değişikliklerini dahi fark edemediğimiz fotoğrafın ışık tasarımcısı ise, oyunun yardımcı yönetmen koltuğunda oturan Ayşe Sedef Ayter. Böylesi özel bir kurgu için iki ismi de kutluyorum.
Etnik köken, dini ve kültürel örtüşme sebebiyle teyze çocukları olmalarına rağmen birbirlerine emanet edilerek evlendirilmiş iki insanın, bu akraba evliliğinden doğan engelli oğulları ile her türlü engebeyi aşmaya çalışan çocuklarını tanımaya başlıyoruz fotoğrafta.

Hayatın tüm yüklerini sevgiyle kabullenip, yorgunluğunu tebessüm yapabilmiş fedakâr bir anne Zahide. Özel durumundan ötürü, rutin ihtiyaçlarına hızlı cevap vermek zorunda olan büyük oğlunu hayatının merkezine almış. “Beni de gör!” diye yalvaran diğer iki sağlıklı evladını görmezden gelmese de ihmal ettiği aşikâr. Evlatlarından farksız davranan, çocukça kurduğu hayallerin peşinden koşturan eşine de zaman zaman annelik yaparken buluyor kendini. Babasından miras kalan eski evin içinde, üç yerine dört kişinin ebeveyni… Evin içinde varlık, evin dışında kimlik mücadelesi veren bir savaşçı, bir “Wonder Woman”! Oyuncu Çiçek Dilligil, karakteri öyle güzel içselleştirmiş ki insanın koltuğundan kalkıp Zahide’nin boynuna sarılası ve zorlu mücadelesinde ona yardım edesi geliyor.
Zahide’nin tüm bu gerçekçiliğine tezat, hayatın acımasız tarafının en sivri köşelerini yarı umursamaz, sınır tanımaz hayallerle karşılayan bir baba Nebil. Düzeltmesi gereken tek şey ismiymiş gibi davranan, kendi vasatlarını mütevazılıkla taçlandırıp hünermiş gibi gösteren, dar gelirli, sıradan ama her daim pozitif bir adam. Sorumlulukların, hayatın neşe ve keyif taraflarını cimciklememesi gerektiğine inanarak, yüzde iki buçukluk bir zammı, yirmilik rakıyla kutlayacak kadar Pollyanna Sendromlu bu babayı oynayan Oyuncu Batur Belirdi, karakterde hiç boşluklar bırakmadan sergilediği başarılı bir performans ile karşımızdaydı.
Feramuz’un kardeşleri Can ve Emel. Feramuz’dan arta kal(amay)an vakitlerde kendi çığlıklarını duyurmaya çalışan iki kardeş. Sevgi değil belki, ama ilgi sırasının ne zaman kendilerine geleceğini bir türlü kestiremeyen, yıllardır fark edilmeyi bekleyen iki yaralı ruh. Dış dünyaya özenerek, iç çatışmalar yaratan, kalplerinde vicdan ile isyanın, git-gellerle tezahür bulduğu iki genç insan. Dilara Mücaviroğlu Emel’e, Ataberk Öğe de Can’a hayat veriyor sahnede ve başarılı oyunculuklarıyla adeta gerçek kılıyorlar karakterleri. Emel’in daha özgür ve konforlu bir hayatı arzulamasından ötürü yaşadığı bunalımları izlerken, Can’ın Müslüman bir kızı sevdiği için hissettiği varoluş ve kimlik kavgalarına tanık oluyoruz. Ötekinin öteye itilerek uzaklaştırıldığı, farklı görülüp ayrıştırıldığı bir dizi olaylar yumağı da böylece başlıyor.
Bu yumağın “çile” si, Can’ın sevdiği kız Selvi Naz’ın annesi, eski komşu Bahriye Hanım, dudağında kırmızı ruju, yakasında kristal broşu, elinde leopar çantası ve suratında küçümseyen, alaycı tavrı ile çıkıp geliyor, güzeller güzeli kızının istikbalini konuşmak ve aileyi Can’ın aldığı bu sakıncalı(!) izdivaç kararından vazgeçirmek için. Fotoğrafın en komik karakteri Bahriye Hanım’a bu sezon üç farklı oyunu ile sahnede izlediğim ve tüm karakterleri olağanüstü bir çözümleme ile oynayan Aybanu Aykut can veriyor.

Hayatımızın herhangi bir dönemecinde illaki karşılaştığımız, kimi zaman komşu, kimi zaman uzak akraba veya tanıdık biri olarak gelip, tüm küstahlığını büyük bir patavatsızlıkla üstümüze boca eden, sonra da; “Senin iyiliğin için söylüyorum vallahi!” şemsiyesini açıp, sahte ve yüksek sesli kahkahalar atan Bahriyelerimiz olduğundan mütevellit çok sevildi bu karakter. Aybanu Aykut da karakteri sahici kılabilmek adına, gözlem yeteneğini çok iyi kullanmış. Karakteri yazından ayağa kaldırırken, anlık mimik ve jestlerle öyle güzel tasvir ediyor ki, aslında uç ve aykırı olan bir karakteri, seyirciyi sobeleyerek sevdirmeyi başardı.
Kendinden olmayanı hadsizce sorgulayan, dışlayan ve hakir gören insanları temsil eden gösterişli bir madalyon gibi parladı Bahriye oyun boyunca.
Ve Feramuz…
Büyükbabasının çizdiği kaderi ruhunda ve zihninde, ismini ise kimliğinde taşıyan güneş yüzlü Feramuz.
Hayata fantastik kahramanlar ile tutunmaya çalışan, her şeyin içinde ve farkında ama bir o kadar da uzağında kalan, kalbi ve bedeni, aklından daha büyük Feramuz, fotoğrafın içinde en kırılgan, en hassas noktamızdan yakaladı bizleri. Ailenin odağında fakat toplumun dışında kalan Feramuz’un zaman zaman olay örgüsünü bir dış ses olarak belgesel diliyle seslendirmesi, seyirciye ters köşe yaparak, karakterin iç dünyasına ve olayları algılama şekline bir kibrit yaktı. Zihinsel ve bedensel engelli bir bireyin tüm reflekslerini başarıyla yorumlayan, belli ki bu konuda çok çalışmış, okumuş, incelemiş ve emek sarf etmiş oyuncu Çağdaş Tekin, başarısıyla takdir topladı. Kendisini daha önce Kumbaracı 50 yapımlarından “Öteki Venedik Taciri” oyunu ile de izleme fırsatı bulmuştum. Böylesine yetenekli, genç oyuncularla ne kadar övünsek az…

Tüm bu karakterleri hayal edip kaleme alan, azınlık olması sebebiyle dışarıda varoluş mücadelesi gösteren göçmen bir ailenin, içeride özel gereksinimli bir çocuğu merkezine alarak ayakta kalma çabasını tüm sahiciliği ile sayfalarına aktaran Yazar Sema Elçim,
“Feramuz Pis!” oyunu ile fısıltıyı yüksek sese, halının altına süpürülenleri dev bir fotoğraf karesine dönüştürerek, hem cesur hem de özgün bir yaklaşım göstermiş ve şahane bir metin yaratmış. Hiçbir karakteri ajite etmeden veya yargılamadan olduğu gibi anlatmaya çalışan yazar, oldukça hassas ve yüksek tepelerde dolaşırken, seyircinin uçurumdan yuvarlanmasına asla izin vermemiş.
Dürtmeden düşündüren, kendine has bir üslupla, oyunu kendi tecrübelerimiz, duygularımız ve algılayış şeklimize bırakan Sema Elçim’in yeni oyunu “Sen Ne Güzeldin Aşkımızın Şehri” ni de izlemek için can atıyorum.
Diyalogların içinde geçen ipuçları sayesinde tiyatroda olduğumuzu hatırladığımız, Freddie Mercury’e selam çakıp, oyuna özgü ilahi ve şarkıların koro şeklinde söylendiği oyunda, fantastik karakterler üzerinden resmedilen dövüş sahneleri ve dikkat çekici final selamı ile ötekileşmeyi reddeden bir tavırla, “farklı” bir iş yaratmayı başarmış Yönetmen Oğuz Utku Güneş. Oyunun müzik, ses ve efekt tasarımlarına imza atan Vehbi Can Uyaroğlu, hem doğu hem batı melodilerini birlikte kullanarak farklı bir sentez yaratmış.
2020’de 24. Tiyatro Festivali ile prömiyer yapan Feramuz Pis! Beşinci sezonunda kahkahalarla güldürürken, seyircisinin boğazına ateş kırmızısı bir yumru bırakıyor.
Çaresizlik, kalın bir halat gibi bağlıyken koltuğun ayağına ve henüz külleri soğumamışken Kartalkaya’nın; kalbimizde gündem, karşımızda Feramuz yana yakıla alkışladık emek veren tüm ekibi…
Feraaamuz değil, Feramuz!
Pis değil, MİS!
Meltem Ercivan
İst, Ocak 25