Musofobi, farelere karşı duyulan aşırı korkuyu tanımlayan bir fobi türüdür. Çoğunlukla bir çocukluk travmasıyla açıklansa da kimisine göre mesele bunun fazlasıdır. Nitekim farelerin taşıyıcı rol üstlendiği ve adeta sembolü haline geldiği Orta Çağ’daki Kara Veba gibi salgın hastalıkların yarattığı toplumsal travmaların, farelere karşı duyulan korkunun ve iğrentinin kalıcı hâle gelmesinde etkili olduğu bile söylenir.
Hâl böyle olunca lakırdıcıya da okuyucusunu uyarmak düşer: Mevzubahis romanımızda da bir fare vardır. Sayfalar arasında sanki sinsice dolaşmaktadır…
İnsanın adeta tüylerini ürperten, içini burkan bu cinayet romanının henüz daha ilk sayfalarında şiddetli bir kaygıya tanıklık ederiz. Nihan, kız kardeşi Asuman’ın öldürüldüğünü bıçak gibi keskin bir ifadeyle bize bildirir. Bu ölüm karşısında son derece çaresiz, etkisiz ve hükümsüz hisseder. Öyle ki geçmişini ve geleceğini bir belirsizlik olarak görür. Kendinden şüphe eder vaziyettedir ve kendisine sorar: “Kimim?”
Bu soru elbette sadece kendisine yönlendirdiği bir soru değildir. Cümleleri, okuyucuyu da şüpheye düşürecek türden ifadelere varır: “Her şeyi, tek tek bana anlattılar… Hepsini, her şeyi ben de sana anlatıyorum şimdi. Tanığım sensin! Duy beni!” Nihan kime seslenmektedir? Biz kimiz? İşte tüm bu sorular sanki bir tür kimlik sorununa işaret eder. Bu belirsizlik, çaresizlik ve şüpheyle dolu atmosfer roman boyunca inceden inceye işlenir. Biz bu esnada belki de tek bir cevabı olmayan birçok soru ve çatışmaya tanıklık ederiz. Özellikle Nihan ile öldürülen kız kardeşi Asuman arasındaki, belki de hepsine gebedir.
Nihan’ın anlatısına göre Asuman, Nihan’a kıyasla derinlik sahibi, daha akıllı, sorgulayıcı, farklı düşünen ve empati yeteneği olan biridir. Nihan’sa bu noktada daha yüzeysel, alışıldık ve günlük işlerle meşgul biri olarak kendini gösterir. Bu nedenle Nihan, Asuman’ı kıskandığını açıkça ifade eder. Bu yönleriyle Nihan sanki annesinin, Asuman ise babasının benzeridir.
Nitekim babası idealist bir avukattır. Sık sık “solcu” davalarıyla ilgilenir. Bir toplum insanıdır. Annesi ise bu işleri gereksiz bulur. Önemli ve öncelikli olan günlük işler ve ailedir. Sayfaları çevirdikçe anlarız ki bu ilişki sanki somut faydaya ve etkili çözümlere odaklı faydacı-pragmatist bir yaklaşım ile toplumun değerleri, etiği ve anlam arayışını merkeze alarak doğru bulduğunu inşa etmenin peşine düşmenin yani idealist yaklaşımın bir çatışması gibidir.
Yine de söylemeden olmaz; annesinin bir tercihten ziyade başka bir çaresi olmadığı için bu karaktere büründüğünü içten içe hissederiz. Onun bu yaklaşımı özgür bir seçim değil bir tür toplumsal yönlendirme gibidir. Nihan şu sözüyle bir kez daha aklımızı karıştırır: “Varlığı anneliğe, aileye armağan edilmiş bir kadın değildi annem; böyle bir kimliği istemiyordu galiba ancak bilerek değil, bilmeyerek reddediyordu onu; bilinçsizce. Aksi olsaydı yerine bir şey koyardı; başka bir kimlik, iş, kariyer, yetenek gerektiren herhangi bir şey. Koyamadı. Onu asıl parçalayan buydu sanırım; Kimliksiz oluşuydu.”
Kadının aileden ibaret ve kendine bir kimlik inşa edemiyor oluşu böylece gündeme gelir, söz bu kez kadının toplumdaki yerini sorgulamaya varır. Zira feminist ve kadın hakları cephesinden de birçok anlatı satırlar arasına serpiştirilmiştir. Ayrımcılık konusu ise Nihan’ın çocukluk anılarında kendine açıkça yer bulur. Hâl böyle olunca insan düşünmeden edemez: Belki de katilin bir erkek, ölenin ise bir kadın oluşu tesadüf değildir hani…
İşte böylece kadının özgür seçim şansının sorgulandığı, toplum tarafından yönlendirilişi, ölümün çaresizliği ve kontrol edilemezliği birleşerek yeni bir kapıyı aralar. Konu, bu kez yazgıya gelir. Asuman’ın şu sorusu bizi bu konuda düşünmeye iter: “Ölmek ve öldürülmek arasındaki farkı düşündünüz mü hiç?”
Dahası, Nihan’ın kardeşini tarif ederken söylediği “Hani boş bir kuyuya eğilirsin de dibe doğru kararan bir boşluk görürsün. Anlamak, keşfetmek, bilmek istersin derinde ne var… Sorularıyla boş kuyulara sesleniyordu Asuman.” sözü adeta pastanın üzerindeki krema olur. Bu cümle sanki Nietzsche’nin şu deyişine göz kırpmaktadır: “Eğer bir uçuruma uzun süre bakarsan, uçurum da sana bakar.” Asuman’ın ölümü tamamen yazgıdan mıdır, yoksa saflığı, merakı, sorgulayan ve düşünen hâlleri mi onu buna sürüklemiştir? Belirsizlik ve kaygı gitgide artar, böylece metin giderek zenginleşir ve konuyu Kierkegaard üzerinden okumak bile mümkün hâle gelir.
Kierkegaard’a göre insanlık, Âdem ile Havva’nın yasak meyveyi yemesiyle özgürlüğün ve günah işleme potansiyelinin farkına varmıştır. Bu olay, insanlığın ilk günah ile başlayan ve devam eden bir günahlar zinciri olarak yorumlanmasına yol açabilir. Ancak, insanın günah işleme ya da işlememe özgürlüğünü fark ettiği an, aynı zamanda kaygının başladığı andır.
Roman bu yönüyle birkaç büyük soruyu daha önümüze koyar: Bu cinayette sözde elmayı yiyen kimdir ve birbirini takip eden bütün suçlar, bir özgür seçim midir yoksa toplumsal yönlendirme olarak günahlar zinciri midir? Cinayetin çözümü süreci boyunca bu konu farklı yönleriyle derinlemesine ele alınır ve tartışılır.
Bu noktada katil Ali Haydar, nefes kesen hikâyesiyle zavallı bir karakter olarak dimdik karşımızda durur. Onun hikâyesi ile öfkenin öfkeyi, şiddettin daha çok şiddeti nasıl çağırdığına ve toplumun hor gördüğü, devlet şiddetine maruz kalan, dışlanan ve kendini adeta bir çöp gibi hisseden bir karaktere tanık oluruz: “Yoksun sen oğlum. Adı üstünde çöp. Adam atmış kurtulmuş. Koymuş kapıya, bitmiş. Çöp lan, çöp işte. Anladın mı?”
Tüm bunlar Asuman’ın ailesinin amiyane tabirle geriye kalanların, “homo bakiyeus”un ruhunu iyice parçalar, hoyratlaşırlar. Babası ve sevdiği diğer insanlar yeni bir hayata yönelirler. Nihan kendini büyük bir değişim sürecinin içinde bulur. Nihan’ın annesi ise bir unutkanlık hastalığına yakalanır ve böylece yazar sanki toplumsal hafıza ve unutkanlık meselesine de göz kırpar. Öyle ki aslında olan biten her şey devletin ve toplumun bu hâllerine işaret ediyor gibidir: “Bu ülkede istisnasız herkes, işkenceden, insan kıyımından…adaletsizlikten… umursamazlıktan…her şer ve fenalık ve beladan topluca ama topluca ‘geriye kalan’ mıydık?”
Yazar Sabâ Altınsay, Düşbaz Kitaplar tarafından yayımlanan romanı “Faili Malum”da zaman zaman başka metinlere de seslenerek, son derece akıcı ve samimi bir üslupla, zamanda sıçramalar yaparak; ülkenin, devletin, toplumun ve bireyin sert köşelerini adeta birbiriyle çarpıştırır. Romanın bütünü bunların çatışmasından doğan günahlardan birer sahne ve toplumsal unutkanlığa karşı bir manifesto gibidir.
Bütün kahramanlar bunun tam ortasındadır. Kimlik sorunu, belirsizlik ve kaygı kendini sürekli gösterir. Bu durumu köyünden şehre göç eden katil Ali Haydar’ın şu sözleri özetler gibidir: “Bizim köyde geceleri, ne gecesi, daha hava kararmadan fare gibi saklanırsın, burada karanlık çökünce fare gibi ortaya çıkıyorsun.”
Kuşkusuz sadece Ali Haydar değil, romandaki bütün kahramanlar kendini az çok bir fare gibi hissetmektedir. Onlar, sanki peşine düşülen bir farenin içler acısı hâlini bize anımsatırlar.
Ne zaman ki bir kedi patisi yahut başka bir tehdit farenin yuvasına uzanır, fare o vakit yuvasından kaçar. Veya insanın biri, bir sokakta elinde sopa, fareyi asfalta yapıştırmaya, suyunu akıtmaya yeltenir; fare can havliyle kaçar. Kaçarken geçtiği her yolu, girdiği her deliği kendi mi seçer yoksa peşindekiler mi onu yönlendirmiş olur, bilinmez.
Fare en sonunda bir köşeye sıkışır; o sopaya, sopa ona bakar. Fare çığlıklar atar. Başka şansı kalmayınca son bir hamle yapıp ona uzanan eli küçük dişleriyle ısırmaya yeltenir. Şanslıysa ısırır, belki o eli korkutur belki de eli kuduz yapar. Yahut belki de fare sopayı kafasına yiyip yerle bir olur.
Ona uzanan ele sorsanız şüphesiz ölümcül hastalıkların yayılmaması veya mahsulüne zarar vermemesi için yaptığını söyler. Fareyse canından olmamak için… Sonunda ya bu el bir gün amansız hastalığa yakalanıp ölür ya da fare canından olur. Onları bu karşılaşmaya sürükleyen ise kimdir bilinmez.
Nihan’ın babası bu durumu fazlasıyla anlamış olacak ki şöyle söyler: “Çektiğimiz ve çekeceğimiz ıstıraplarımız…milyonlarca insana kader diye yazılıyor. Umurlarında değiliz.”
Babası kimden bahsetmektedir?
Roman çarpıcı bir son ile biter. Okuyucu adeta kovalanıp köşeye sıkıştırılan bir fare gibi, ani bir karar vermenin eşiğine gelir. Sonunda biri ölür. Faili ise romanın kapağından anlaşılacağı üzere, malumdur.