İşte, Kâtip Bartleby – Defalarca okumaktan bıkmadığım Bir Wall Street Hikâyesi bir kez daha önümde açık duruyor. Bu kez Cihangir Atölye Sahnesi’nin (CAS) sahneye koymak üzere harika bir biçimde uyarladığı metniyle. Tiyatro metni okumayı onu izlemekten bile daha çok sevdiğimi söylemiştim değil mi?
Hepimizin zihninde Bartleby’in görünüşe dair bir imge vardır ama onun ulaşılamaz iç dünyasını tanımlamak için anlatıcının hayretine hak veririz:
“Ömrüm boyunca gördüğüm en tuhaf insandı…”
“Rengi atmış soluk giysiler içinde ama derli toplu, acınası ama saygıdeğer, devasız ve naçar! Bartleby!”
Bir insanı hangi koşullar altında “tuhaf” diye nitelendiririz? Sıra dışı olanı, aşırılığı? Aykırıları, uyumsuzları, asileri veya kötüleri? Bartleby tuhaftı, çünkü bu dünya düzeninde tam olması gerektiği gibi davranmıştı, ancak dünya olması gerekeni bilmez, daima dışarıya taşar ve bunu ona verilmiş bir yazgı gibi görünür.
Bartleby tüm bu taşkınlığın yazgısına karşıydı.
1853’te Kuzey Amerika edebiyat dergisi Putnam’s’da ilk kez yayınlanan Bartleby, 1924’te yeniden su yüzüne çıktı ve adeta bir manifesto görevi gördü.
Avukat anlatıcı karakterin Bartleby’e bakışı hayret dolu, biraz ürkek, zaman zaman öfkelidir. Onun anlaşılamayan portresini çizerken okurdan da yardım ister gibidir. Bartleby sizce de çok tuhaf değil mi sevgili okur?
“Benim kızgın çıkışlarıma bir kez daha terslensin diye ya da ondan bir öfke kıvılcımı alabileyim diye onu kışkırtmak için dayanılmaz bir istek de duyuyordum.”
Herman Melville’in yazı hayatı boyunca ilham sularında yıkandığı düşünür Ralph Waldo Emerson’ın İnsanın Görkemi eserindeki satırları hatırlayalım,
“Bütün bireylerde ortak olan bir zihin vardır. Her birey, aynı olana ve aynı olanın hepsine bir giriştir.”
Emerson’a bu ortak akıl hakkına sahip olmayı bilen kişiler varlığın hür adamı olur: Platon’un düşündüğü gibi düşünebilir, bir aziz gibi hissedebilir, herhangi bir yerde herhangi birinin başına gelenleri anlayabilir. Bu tek ve bağımsız akıl aracı sayesinde insan dünya üzerindeki konumunu belirleyebilir, en önemlisi kendini savunabilir.
“Bunu yapmamayı tercih ederim”
İşten çıkarılma tehdidi altındayken bile art arda sıraladığı tüm retlerin nedeni sorulduğunda insanı silahsız bırakan bir kayıtsızlıkla yanıt verir: “Sebebini kendiniz anlamıyor musunuz?”
Avukat anlayamıyordu, en çok da anlayamamak öfkelendiriyordu onu. Bartleby’ın kayıtsızlığı patronun şakağına dayanmış bir silah ve gibi soğuk ve diri.
“Bartleby,” dedim, “Zencefil yok da şöyle bir postaneye kadar gitseniz de (postane üç dakikalık mesafedeydi) baksanız bir, bana bir şeyler gelmiş mi?”
”Yapmamayı tercih ederim.”
“Yapmayacak mısın?”
“Tercih etmiyorum.”
Avukat yapmamayı tercih eden bu kâtibe ilk kez karşılaştığı bir canlıyı incelercesine korku ve merakla yaklaşır.
“Gözlerimi diktim üstüne, baktım yüzü nahif, gri gözleri de feri gitmiş gibi dingindi.”
Kâtip Bartleby’in her reddedişi cılız bir mum ışığı altında devrimin sıcak ateşini uzaktan seyretmek gibi, çatışmanın tam ortasında değil ama kesinlikle bu aydınlığa anlamlı bir işaret gönderiyor.
Konformizme ve Kalvinciliğe karşı çıkan ünitaryen bilimadamı Joseph Priestley, kuramlarını “gereklilik” ve “doğal determinizm” üzerine kurdu. Dr. Priestley 1777 yılında yazdığı (Avukat kâtibin tuhaflığını anlayabilmek için bu kitaba başvurur) “Gereklilik Üstüne bir Doktrin” eserinde düşünceleri sadece birer kelime olmaktan nasıl kurtarabileceğimizi şöyle açıklıyor,
“Ne zaman ihtiyaç duyulursa, gerçek ve doğru olduğunu düşündüğümüz her şeye tanıklık etmek ve hiçbir durumda gerçek ilkelerimizden sapmamak bizim işimizdir (…)”
Avukatın ruh hâlinde, Bartleby tarafından maruz kaldığı pasif direnişin etkilerini çok kısa zaman içinde görürüz. Yavaş yavaş deliriyor gibidir.
“İşte bu kelime!”
“Ha, tercih mi? Evet ya, tuhaf kelime. Ben kendim hiç kullanmam.”
Tercih kelimesi ofisteki diğer çalışanları, Hindi, Zencefil ve Cımbız’ı da etkisi altına alır, insanların diline yapışır kalır. Peki efendim, der Hindi, eğer öyle yapmamayı tercih ediyorsanız ben de yapmam.
Avukat, Bartleby ile geçinebilmenin tek yolunun ona acımak olduğunu kavrar. Zavallı, diye düşünür onun için. Hiçbir zararı yok, sadece elinde olmadan biraz tuhaf o kadar. Benden başka bir patronun eline geçerse ne hâllere düşer kim bilir, zavallı!
Acımak, avukatının vicdanını rahatlatması için kelepirden leziz bir yoldur.
Kâtip Bartleby hayal gücünü mü kullanıyordu? Olsa olsa “mülayim bir pişkinlik”ti onun yaptığı. Bartleby’i yalnızlık ve yoksulluktan kavrulan bir zavallı olarak olarak görmek ne kadar kolay. Bu yüzden avukat ona karşı hiçbir zaman tam bir acımasızlık içinde davranamıyor. Arada kalmış bir tiksinti ve melankoli kardeşliği arasında gidip geliyor. Belgelerinin Bartleby’in elinde tam bir güven içinde olduğunu biliyor aslında. Bartleby işini savsaklıyor değil ki? Aksine, onu gereğinden fazla bir adanmışlıkla yapıyor.
Yine de istek, istekler… İsteğin yıkıcı etkilerinden Schopenhauer bahsetmişti.
Bu dünyada bizi anlamlı bir şekilde mahvedebilecek tek şey isteklerimizdir. Onların ateşi altında yanıp kavruluruz ve acı çekeriz, aynı avukat gibi öfke nöbetlerine tutuluruz. Acı ise düşünmeye iter. Bana kalırsa Bartleby’in en önemli özelliği düşünmesiydi. Hiç öyle görünmemesine karşın bedeninin birkaç santim mesafe dışında onu çevreleyen bir düşünce haresiyle işini gücünü yapıyordu. Onu dokunulmaz kılan da buydu. Vahşi bir hayvan gibi yanına yaklaşılmaya cesaret edilememesinin nedeni buydu.
“Yapayalnızlığın yegâne bir seyircisi” hâline gelmişti. Bu derin hayal gücü herkes açısından kıskançlığa varan bir hayranlık uyandırıyordu.
“Demek tercih etmiyorsun ha?” dedi Cımbız, dişlerini gıcırdatarak. Sonra da bana dönüp, “Sizin yerinizde olsam efendim, onu öyle bir güzel tercih ederdim ki – bu inatçı katıra tercihler verirdim efendim! Allah aşkına söyleyin efendim, bu sefer neymiş yapmamayı tercih ettiği?”
“Onu öyle güzel tercih ederdim ki…” İşte, öylesine bir kelime değil bu. Bir erdem olabildiği gibi bir hakarete de dönüşebiliyor. Onun esnekliğinden yararlanmak da belli bir hayal gücü gerektiriyor.
Evren kuramı nedeniyle ölüm cezasına çarptırılan, yargılanmasının ardından dersleri yasaklanan ve ömür boyu ev hapsine çarptırılan Galileo’nun savunmasıyla, Kâtip Bartleby’ın yapmamayı tercih etmesinin toplum ve otoritede yaratacağı rahatsızlık arasında pek bir fark yoktur. Bir bilim adamı ve sıradan bir kâtibin yüzleşmek zorunda kaldığı şey aynıdır.
Otorite sığ bir huzursuzluk içinde kıvranır ve işin sonu Galileo’ya olduğu gibi Bartleby’ın cezalandırılmasına kadar gider. Oysa Bartleby her şeyi olması gerektiği gibi, olması gerektiği “kadar” yapmıştır. Onun suçu görevlerinin dışına taşan isteklere boyun eğmeyişi, bir koşu postaneye kadar gidip gelmeyişiydi. Dünyanın beklentileri elini yakasından çekmiyordu. Hikâyenin sonunda belki de bir parça bir şeyleri anlamaya başlayan avukat tüm bu olan bitenin insanlık durumuna dair bir yanılsama olduğunu kavrayacak ve şöyle feryat edecekti;
“Ah, Bartleby! Ah, İnsanlık!”
“Katip Bartleby”
Yazan: Herman Melville
Çeviren: Yusuf Eradam
Sahneye uyarlayan ve Yöneten: Muhammet Uzuner
Dekor Tasarımı: Veli Kahraman
Kostüm Tasarımı: Nihan Şen
Müzik: Berkay Özideş
Dramaturg: Oya Yağcı
Işık Tasarımı: Muhammet Uzuner
Afiş Tasarımı: Veli Kahraman
Oynayanlar: Can Seçki, Dorukhan Kenger, Kerem Aktı, Osman Onur Can, Yusuf Kısa
Işık Kumanda: Ekin Bora Boran
Efekt Kumanda: Harun Özkan