e/leştir(m)en mi eleştir(m)en mi? başlıklı yazım mesele121.org’da yayımlanınca birçok kafadan ses çıktı ama bunların bir kıymeti yok maalesef, yazıya dökülmedikleri ve en azından kafalarındaki ilgili başka sorulara yanıt aramaya bile etki etmediği için.
Son yıllarda özellikle de edebiyat alanında yayımlanan inceleme ve eleştiri çalışmalarının büyük bölümü akademi ve akademisyen kaynaklı. Daha da iddialı bir söz de akademi dışında pek eleştirmen yetişmediğiyle ilgili. Gerçeği görmek, anlamak ve içselleştirmek istemezlik böyle bir şey olsa gerek. Kendimden sorumlu olduğumdan bu alanda yaptıklarımdan söz edebilirim ancak. Üstelik de gölgemi bile kimselere ezdirmeden… Kitap boyutunda çalışmalarımla da bilen bilir, bu alandaki yaptıklarımı. İlgilendiğim, okuduğum kitapları hakkını vererek değerlendirdim hep. En ince ayrıntısına kadar inceleyip irdelemeden de bırakmam elimden. Bunun akademisyenlikle ilgisi olmak zorunda da değil üstelik. Çünkü okuduğumu iyi anlarım ve alt okumalarım da yılların birikimidir. Bu yüzden de kişilere değil yapıtlara dönüktür eylemim. Yazarı, şairi birebir tanımam, görünür yaptığına, bazı edebiyatçıların hastalık hâlleri başlıklı yazımda detaylandırdığım önyargılarla bakmam asla. Esas olarak kişiliğimden kaynaklandığını düşünüyorum yaptığım tarafsızlığın. Çünkü kitapların sonuçları bana söylettikleri. Tarafsızlık ve nesnellik gerçeklik duygumun ve anlayışımın yansıması olmalı diye düşünürüm. Yoksa eleştirmenlik nesnellikten uzak bir dillendirme aracına dönüşür. Tabii zaman zaman dergilerde, gazetelerde şairler, romancılar ve öykücüler hakkında makaleler de yazıyorum hâlen. Çocuk yazını üzerine olan eleştirel yazılarım Çocuk Edebiyat Denilince adıyla (Ocak 2017, Doğu Kitabevi) yayımlandı. Sanat, edebiyat ve yazar/lar üzerine yazılarım da Reddediyorum (Nisan 2017, Doğu Kitabevi) adıyla okurla buluştu. 600 sayfadan fazladır ikisinin toplamı. Geride Yazılan Kaldı/Eleştirel yazılar (Nisan 2020, Doğu Kitabevi) ise büyük boy ve 432 sayfa olarak basıldı. Girişindeki “Yazdıklarım İçin Bir Giriş” başlıklı kısa sunumda bu kitabın son kırk yılda yazdığım makaleler ve basılmamış yazılardan derlendiğini belirtiyorum. Diğerleri de bu süre içinde çeşitli dergi, gazete ve internette yayımlanan yazılar toplamıdır. 2020’den beri başta Evrensel olmak üzere çeşitli mecralarda yayımlanan ve bu üç kitapta yer almayan yazıları da Dilimden Düşen Sözler başlığı altında topluyorum, şimdiden (13.5X19.5 boyutuyla ) 460 sayfaya ulaştı. “Türkiye’de eleştirmen yok!” veya “Akademisyenler eser vermiyor, eleştiri yazmıyor” demek bence havada kalıyor.
Bizde eleştirmenlik/tanıtımcılık nedense bir tür ürün/mal tüketimciliği reklamcılığına dönüşmüş durumda… Yazar/yayıncı ile okur arasındaki ilişkiyi üretici/tüccar ile tüketici arasındaki ilişki gibi görüyorlar… Söylenecek çok söz var ama bu kadarıyla yetineyim… İzmir Kitap Fuarı dolayısıyla böyle bir eleştirmenlik/tanıtımcılık görevi üstlenmiş ünlü büyüğümüz bir büyük gazetede(!) Kitap Fuarına, kitapçılara uğrayın, bu yıl çocuğunuzun/çocukların 23 Nisan’larını kitapla kutlayın. O kadar güzel kitaplar var ki, siz bile kendinizden geçersiniz diyor.
Yayıncılar Birliğine üye yayınevlerinin 3/2’sinden fazlası ve kimi bankalar da çocuk kitabı yayımlıyor… Ve yılda 10 bin, 1 milyon kitap satan da bu büyük pastadan pay alıyor… Bu söylemin ilk bölümüne tam da benim itirazım… Bu yüzden diyorum ki, çocukların özel gününde stantlara uğrayacak olan çocuklara görevli/yetkili/ler ücretsiz kitap armağan ederek kutlasa onları; ne kaybederler acaba? Edebiyat/sanat konusunda kıbleniz Batı’nın yazarları, yayıncıları ve eleştirmenleri gibi davransanız ne kaybedersiniz? Ve de çocukların ceplerinden çekseniz ellerinizi! Biliyorum bunca olup bitenden sonra şairin dediği gibi, ah, kimselerin vakti yok/durup ince şeyleri anlamaya amma… Bizler de nehirler gibi doğarız hayata ve zamanla yatağımızı derinleştirip akarız insanlık okyanusuna… Kimimiz taşkın, kimimiz şaşkın kimimiz de derin ve serin nehirler gibi durgun… Akarız, siz buna yaşamak deyin… Yaşamak dediğimiz de türlü türlü… Ve biz insanlar duygularımızla, düşüncelerimizle, beklentilerimizle, devinimlerimizle, sevmelerimizle, bizi biz yapan her şeyimizle nehirler gibi hep akış hâlindeyiz…
Bazen isteseniz de olamazsınız her yerde. Çünkü aynı anda her yerde olmak olanaksız ve her yerde olmak demek hiçbir yerde olmamak demektir dostlar. Bunu; Zihni Küçümen, ‘Bir Kuşak’ adlı denemesinde; “Montaigne, ‘bir amaca bağlanmayan ruh, yolunu yitirir, çünkü her yerde olmak, hiçbir yerde olmamaktır.’ diyordu. Cyrano de Bergerec’de en sevdiğim dize, ‘Her şey olayım derken hiçbir şey olamadı,’ dizesi. S. Ali de Kuyucaklı Yusuf’un bir yerinde; ‘kendinde her şeyi yapabilecek gücü görmek, sonra yapılacak hiçbir şey bulamamak…’ ” biçiminde çok güzel özetler kanımca. Bukovski’den ödünç alıp değiştireyim, seçimleriniz bilinçliyse iyi bir hayat yaşıyorsunuz, keşkeleriniz çoksa eğer hayatınız cehennem demektir, karar sizin, dediğini. Konuşurken/yazarken ağzınızdan çıkana dikkat etsek ne üzecek ne de üzüleceğiz oysa. Sonra ağzına girene dikkat etse insanoğlu koruyacak sağlığını, ama yok bir yaprak gibi kaptırmış kendini sanala ve hayatta diyecek sözü olmuyor bir başkasına.
‘Kitapsız günüm geçmez’ diyormuş Emanuel Macron, Nilgün Cerrahoğlu’nun aktardığına göre ve de ekliyormuş Fransa Cumhurbaşkanı ‘Kitapların ve edebiyatın yeri hayatımın merkezidir. Edebiyatı yaşamdan ayrı düşünemeyiz. Edebiyat, bulunduğumuz duruma ışık tutar, yaşam deneyimlerimize ad koyar ve varoluşumuza öz kazandırır. Kitaplar aynı zamanda tanımadığımız yollarda bize eşlik ederek ufuk açar. Dünyayı edebiyatla duyumsarız!’ bununla yetinmemiş aktaranın yalancısıyım: ‘Çok veya az… Okumaya hep vakit’ ayıracakmış. Merak ettiğim -ki mecliste okuyan hatta yazan vekillerin olduğunu biliyorum en azından haberlerden, kendileriyle yapılan söyleşilerden- vekillerimizin ne kadarı okuma alışkanlığına sahip ve her birinin evinde özel kütüphanelerinin olup olmadığı, kütüphane olanlarda da ne kadar kitap bulunduğudur.
Sesli düşünmeden ve sormadan edemiyorum: Yılda 100/150 kitap değil de (en azından hiç okumayanları bir kenara koyarak ki bunlar çoğunlukta ve sorsanız bin dereden bahane de indirirler okumama, kitap almama kısacası sevmeme konusunda) sözde okuyanların içinde yılda 20/25 kitap okuyan kaç vekil/imiz var? diye… Çünkü yetişkin zekâları kitapla beslenmeyen toplumlar ne kadar büyürlerse büyüsünler cüce kalır(lar)mış.
Meclisteki 600 milletvekilimizin inanın neredeyse tamamının düzenli kitap okumadığı, okusalardı öyle böyle davranmayacaklarını biliyorum; o yüzden de olumlu adım beklenmeyeceğini kâhin olmadan da kestiriyorum; yine de N. Hoca misali ya göl maya tutarsa anlayışıyla sesli düşündüğümü itiraf ediyorum, belki bir parça işe yarar…
Ben kendi adıma okumadan yazan ve de bilen(ler)den bıktım gerçekten… Oysa kendimizle baş başa kaldığımızda boş bir kâğıdın soluna ‘ğ’ yi çıkarıp 28 harfi yukarıdan aşağıya alfabetik sıralasak, karşılarına da ilk harften son harfe kadar (a/z) bildiğimiz sözcükleri yazsak; sonra yazdığımız sözcükleri 3’le çarpsak, (niçin 3’le çarptığını da kendimiz bulsak, kolaycılığa kaçmasak mı) sonuç 600’e ulaşmıyorsa edep etsek ve ne kadar da okumadan biliyor/muş(!) gibi yaptığımızı görsek fena mı olur? Ardından da düşünsek bence daha olgun ve daha gerçekçi oluruz… Onca sözcüğüne karşın Türkçenin şuncağız sözcüğüyle kendimizi kanıtlamaya çalışmamız büyük ve inanın ki üstelik de yaman mı yaman bir çelişki…
Her şeye zamanı olup da okumaya ve kendini geliştirmeye zamanı olmayanlara çok uzaklardan birinin yani Ovidus’un bir cümlesini anımsatmak isterim: Yetişkin zekâları kitapla beslenmeyen toplumlar yok olmaya mahkûmdur.