İlk yazıda eleştiriye dair düşüncelerimi açıklamıştım. Bunu yaparken kendi yöntem ve metne yaklaşma biçimimden söz etmiştim. Bu tarzla ilgili çeşitli zamanlardaki okumalarımdan soğurduğum düşünceleri kendi akıl süzgecimden geçirerek açıklamıştım. Bu yazıda da aynı biçimde eleştirinin neye yaradığını, niçin edebiyatın, sanatın kopmazı olduğunu kimi örneklerle zenginleştirip açıklayacağım.
Bu yazıları okuyacak olanın bilmesini istediğim şey şu: Bu iki çalışma, anlamsal içeriği ve kavramsal çerçevesi bakımından kendisine dışarıdan hiçbir şey eklenmeyecek, ya da kendisinden herhangi bir şey çıkarılmayacak tarzda, tam, dolu ve yetkin bir çalışma değil asla. Böyle bir iddiam da olamaz zaten. Özel, yani bana göreliği içerir. Ne kadar gerçekçi ve nesnel bakışla ele alsam da, bir tür parmak izim gibidir. Hoş aslında her yazı, metin, eser de böyledir ya… Sanat ve edebiyat yapıtlarında bile rastlanmayan türden metafizik bir yetkinlik arayışı, kavramsal çözümleme çerçevesinde kaleme alınan, betimleyici bir üslup kullandığım çalışmamla asla uyumlu olmaz; bu biline… Her ne kadar didaktik bir amaca hizmet ediyormuş gibi duyumsasa da pek çok okur, en azından kendi açımdan iyi anlaşılmak için olduğunun bilmesini isterim. Her iki yazımın da dikkatli, bilinçli ve eleştirel okuma yapabilen okurun zihninde kimi anlam boşluklarının doğmasına, ya da belli anlam kaymalarının oluşmasına yol açabileceğinin de farkındayım. Bu yüzden de, her iki yazı da öylesi okurun gözünde yeniden kurulup, gerektiğinde tersinden anlamlandırmalar yoluyla, tanımlayıp kavramlaştırılacak kimi çabaları gerekli hâle getirecektir. Yazılara müdahil olamayacak olan okurun kendi çabası sonucunda en azından dağarcığına eklediği ilgili bilgilere rehber olacak yazdıklarım… Okura kendi bilgilerini anımsama ve yenileme fırsatı verecek olan yazılarım, aynı zamanda da eleştiri ve eleştirmenlik konusunda farklı tat ve bilgi sunacaktır. Çünkü bu konu yalnızca eleştirmenliğe soyunan yazarları, doğrudan iş edinenleri değil, has okuru da ilgilendirmektedir. Eleştirmen, yazar, okur ve eser/yapıt ayrılmaz dörtlüdür. Bir tür ‘mahşerin dört atlısı…’
Eleştiri Nedir başlıklı yazıda genelde eleştirinin ne olduğundan ve de türlerinden, kendi yazılarımın hangi türler içinde yer aldığından söz etmiştim. Bu yazıda da birinci yazının sonundan başlayarak eleştirinin neye yaradığını anlatacağım. Anımsayanlar olacaktır en sonda, Olgunlaşmamış zihinler yaptıkları yanlışlara bir de yazımda verdiğim Şolohov gözlüğünden bakabilseler özeleştiri denen silahı kafalarına doğrultup intihar ederler, savunma zırhına bürünüp devekuşu misali gerçekliğe gözlerini yummaz, kulaklarını da kapamazlar, dediğimi… Gerçekten eleştirinin ne olduğu konusunda pek bilgisi olmayanları farklı kişiliklerde ve görünümlerde de olsalar birleştiren tek şey: övülmek onca yanlışa rağmen. Yanlışlarının gösterilmesi, gerçekliğin aynası olmak hoşlarına gitmiyor maalesef. Oysa gerçek dediğimi şey keçi gibi inatçıdır ve görülmek, bilinmek zorundadır. Metindeki yanlışları duymazdan, bilmezden gelmek kime ne kazandıracak? Bu gibi sorularla meşgul olmak istemeyen kadın ya da erkek yazarlar suçu yapıp ettiklerinde aramak yerine övülmediklerinden şikâyetçi olabiliyorlar. Feveran biçimde arayışlara giriyor ve kedi gibi yayıp ettiğini gizlemeye çalışıyor. Bir metin okura yazılır. Sonuçta eleştirmen de bir okurdur ve o çiçeklerden aldıklarından yapar balını. Bu bal hoşuna gitmiyorsa kusurlu olan arı değil o bahçede o gülleri, bitkileri yetiştiren bahçevandır…
Üç eleştiriyi kullanan, kullanmayan gerçekçi eleştirmenlerim ve beyinsel beslenme pınarlarımdan birkaç örnek vermek istiyorum şimdi. Çünkü dostlukları olduğu hâlde eserlerine yapılan eleştirilerden dolayı dostluklarını bitirmemiş ve Montaigne’in eleştiri hakkındaki sözüne uygun davranmış olanlar da var. Nabakov, Rus Edebiyat Derslerinde, Anna Karenina hem gelmiş geçmiş en mükemmel romanlardan biri hem de Tolstoy‘un defalarca düzelte düzelte romanı nasıl yazdığını bilenler için çok büyük bir özenle yazılmış bir kitaptır. Ama kahramanların tek tek hikâyelerini anlatırken hiçbir yanlış yapmayan Tolstoy‘un, Anna Karenina’da, ortak nesnel zamanı iyi düzenleyemediğini, kahramanların takvimlerinin birbirini tutmadığını, yani romanda bir editörün fark etmesi gereken pek çok kronolojik hata olduğunu Nabokov -Tolstoy’dan zeki gözükmenin zevklerini de çıkararak- göstermiştir. Romandaki bu tutarsızlıkları, kitabı severek okuyan okur, Tolstoy’un eşzaman konusundaki uyarılarını da doğru sanarak okuduğu için fark etmez bile. Yazarın ve okurun bu dikkatsizliği arkasında, romanları kahramanların serüvenlerine ve dünyayı algılayışlarına odaklanarak yazma ve okuma alışkanlığı yatar diye eleştirir uzun uzadıya. Ama aynı Tolstoy’u Amerikalı yazarlara karşı da savunur. Umberto Eco da Nerval’den Borges’e dek pek çok yazarı, metinlerinden beslense de gördüğü yanlışları dillendirir, edebiyatçılarla ilgili metinlerde. Yetinmez, şekil ve çizimlerle de destekler eleştirilerini… Edebiyat metinleri üzerine eleştiri yazılarımı okumuş olanlar iyi bilir bu anlamda Nabokov ile Fethi Naci’yi çok beğendiğimi… Fethi Naci, tanışıklığı, dostluğu olduğu kişilerin beğenmediği, yanlış bulduğu yapıtlarını sayfalar dolusu eleştirmiştir. Şimdi ondan birkaç anımsatma yapayım. (Yüz Yılın 100 Türk Romanından, 7. baskı, 2015)
Beğendiği, sevdiği yazarların kitaplarından örnekler vermeyeceğim, meraklısı onlarca kitaplarından birine bile baksa demek istediğimi anlar. Yakup Kadri’yi ‘Hüküm Gecesi’ndeki ana karakter gazeteci Ahmet Kerim üzerinden, ‘Sodom ve Gomore’yi de ilgili dönem anlatısı, tanıklığı açısından ilginç, yazınsal açıdan da çok zayıf, ‘Ankara’sını da çok başarısız bulur. İşçi sınıfını kaldırarak toptan memur yapmak düşüncesini kıyasıya eleştirir. Nahit Sırrı Örik’in ‘Kıskanmak’ı romanından, Enis Batur’u da yazdığı uzun önsözden dolayı topa tutar. Peyami Safa’nın ‘Fatih-Harbiyesi’ni çok ilkel, şematik roman ve kişileri de yazarın birer sözcüsü olarak değerlendirir. S. Ali’nin ‘Kuyucaklı Yusuf’unu okuduğu romanların içinde ayrıntıları mükemmel, en ustaca kurgulanmış roman olarak över. ‘Huzur’u, Türkçede yazılmış en güzel aşk romanı diye tanımlar. Kemal Tahir’in ‘Eski Şehrin İnsanları’nın ilk baskısını tarihsel tanıklık ve gerçeklik açısından över. 15 yıl sonra yayımlanan ‘Yol Ayrımı’ içeriği yüzünden ilk romanın ana karakteri Kâmil Bey’i karısının ağzından kötülediğinden ilk kitabın ikinci baskısını adeta yeniden yazdığı için kıyasıya sayfalar dolusu karşılaştırmalar yaparak eleştirir. Kişisel tanışıklıklarına rağmen gözünün yaşına bakmaz asla. ‘Yorgun Savaşçı’ romanını da beğenir. Fethi Naci’ye göre, Orhan Kemal’in kahramanları sömürü bilincinden yoksundur. El yordamıyla bireysel kurtuluş yolları arayan kişilerdir. ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’yi bilinçsizliğin ve zorlamalarla Menderes döneminden sonra şişirilmiş eser olarak görür. Samim Kocagöz’ü yanlış sözcük kullanımı ve savruk dili yüzünden eleştirir. Tarık Buğra’yı da ‘Küçük Ağa’sından başlayarak yazın, dil ve kurgu açısından değerlendirir. Konulara, bir görüşün yazarı olarak yaklaştığını belirtir. ‘Gençliğim Eyvah’ romanını yerden yere vurur. Kendinden bağımsız bir gerçeği veremeyen eserlerin sanat, edebiyat olmayacağını söyler. Ama Kemal Tahir’in ‘Yol Ayrımı’nda işlediği ‘Serbest Fırka’ konusunu ‘Yağmur Beklerken’de iyi biçimde anlattığını ve o dönemde yaşanılanları öğrenmek için okunması gerektiğini söyler. Attilâ İlhan’ın ‘Kurtlar Sofrası’ için de özetle, Türk romanına katkısı olmayan bir emek ürünü der. Ekler: Memlekette olup olmadığı şüpheli bir yığın kuklanın boy gösterdiği beyhude 714 sayfa… ‘Bıçağın Ucu’ için de yazarın düşüncelerini yaymak için bir araç. Romanlaşamamış düşünceler yığını. 526 sayfaya değil 50-60 sayfayla bir ‘sosyolojik’ inceleme de yeterdi der. Adalet Ağaoğlu’nu ‘Ölmeye Yatmak’ romanını ilginç olabilecekken bir tanıklığı belgelemek yüzünden başarısız yapmakla eleştirir. ‘Bir Düğün Gecesi’ni de başarılı bulur. Tarık Dursun K.’nın ilk romanını da başarılı bulur ama ‘Gün Döndü’ romanını ana izleği anlatamaması yüzünden ‘zihni kıt olmak’ ile itham edip eleştirir yazarı. Rolünü iyi ezberleyememiş bir oyuncuya benzetir onu. Romanın en bilinçsiz kişisi yazardır, der. Kankası Tahsin Yücel’in ‘Vatandaş’ını över. Yine de sayfa sayfa dil ve sözcük yanlışlarını belirtir. Bir başyapıt der. Ama ‘Peygamberin Son Beş Günü’ romanını adeta didik didik eder. Mantık hatalarını, kusurlarını, yani kirli çamaşırlarını ortaya saçar. Yazarı, kurulu düzene tek söz etmemekle, düzene muhalif olanlara muhalif olmakla suçlar sayfa dolusu yazarak yapar bunu üstelik. Ayla Kutlu da beğendiği yazarlardan biridir. Ama ‘Hoşça Kal Umut’taki gençlik hareketleri eleştirisini teslimiyetçi bir görüşle sonuçlandırmasını, kurulu düzen savunuculuğu ile eşdeğerde görür ve bu tutumunu kıyasıya eleştirir. Yine Ahmet Altan’ın ‘Sudaki İz’ini benzer tutumu yüzünden ‘tiksinti’yle açıklar. Ahmet Ümit için olan eleştirisini anımsatayım son olarak. ‘Sis ve Gece’ için olumsuz görüş bildirir. Karakterleri ve anlatılanları olumsuzlar. Bir yerde Fethi Naci, Mine’nin annesi (kocası Metin’i aldattığı için) polise, ‘Ceyhun’dan aldığım hazzın kırıntısını bile bulamamıştım kocamda.’ dediğinden ‘Mine gibi bir kadın belki bir psikiyatra söyleyebilir bunu, ama bırakın polise, hiçbir erkeğe böyle şey söyleyemez.’ der. Benzer birçok kurgusal hatadan dolayı itirazını dile getirir. Çünkü yazarlık her aklına geleni yazmak değil.
Fethi Naci’den örneklediğim eleştiri konusu yazarlar değil, eserleri olduğundan hiçbiri ne ona sırtını döndü ne de kişisel dostluğunu, arkadaşlığını kesti. Ama maalesef iyi bir yazar, şair ve denemeci olan Melih Cevdet Anday gibi eleştiriyi esere değil de kendine yapılmış sayanlar da az değil… Hatıralar Manavkuyu’da bahsetmiştim, Anday’ın bu konuda çok fevri davrandığını birçok yazar, şair ve eleştirmenle adeta papaz olduğunu… Işık içinde olsun gazeteci Mustafa Ekmekçi’den öğrenmiştim. Ekmekçi, “Tacim, M. Cevdet Anday’a şiirini üstat görse yakana yapışır. Çünkü onun bu tür şeylere tahammülü yok. Bir keresinde bir yazısından dolayı N. Ataç’ı Babıâli’de elinden zor almışlar.” demişti. Eleştiri yazıları yüzünden birçoğuyla kavga etmiş, birçoğuna da küsmüşlerden biriymiş… Bu anlayışta olan da olmayan da… Olgunluk, adını verdiğim yazar eleştirmenlerin eserlerine dönük yazılarından dolayı Montaıgne’in sözüne uygun davranan yazarlar gibi davranmaktır. Çünkü metin eleştirisi yazara dönük değil, esere dönüktür. Eleştiri romanın ve öykünün, hatta şiirin de olmazsa olmazlarından, akıl süzgecinden geçirilerek yapılır. Bu yüzden edebiyat metninin, şiirinin bazı temel kritere ve kurgusal da olsa gerçekliğe uyup uymadığına bakılır. Şolohov’un iki alıntısı bu yüzden oldukça kıymetli ve yol gösterici… Olumlu olumsuz yargılara gerçekliğin ve de nesnelliğin yolundan gidilerek varılır. Dünya ve edebiyat görüşü aynı diye olumlu, ayrı diye olumsuz bir tutum ve bakış olmaz asla; olmamalı da. Metin eleştirisinde asıl olan metnin eleştirmene ne duyumsattığıdır. Hani, ‘söyleyene değil söyletene bak’ misali…