Edebiyatın yaramaz çocuk hâlleri olduğuna öteden beri inanırım. Meraklıdır ve karıştırır, alttakini çekerken üsttekileri devirir.
Afacandır, zira zekâsı parlaktır. Tatlı ve sevimli hâllerine diyelim kaş çattınız, fazla kızamazsınız, iki dakikada sizi tebessüm ettirir; işte edebiyat budur…
Sözün, söylemenin, anlatmanın gücü her zaman bu yaramaz çocuğun zihninde yeni soru işaretlerine, türlü arayışlara dönüşür.
Haşarı çocuğun çaya sirke katmak, üstüne tuz ekip biraz da ketçap eklemesi gibi edebiyatın yaramazlık hâlleri, bütün bu yeniliklerin beşiği olur; oradan yepyeni tarzlar türeyecektir.
İşte böylesi bir edebiyat denemesi kısa süre önce raflarda yerini aldı:
“Açılırken Tek Kilitli”
H.Okan İşcan’ı, birkaç yıldır, internet ortamlarında takip ediyorduk; seyahatlerini anlamlandıran kısa kısa yazdığı deneme notları birikiyordu sanki, bu satırlardan bir kitabın geleceğini görüyorduk. Nitekim geldi!
İşcan işi icabı Evliya Çelebi’liğe çıkmış biridir; nazar değmesin ama herkese kısmet olmaz böylesi.
Hem işini yapacaksın hem de gezeceksin…
Yediğin içtiğin senin olsun, gördüğünü anlat bari, denilse Okan İşcan’ın gezi notlarından, bunların tümünden bir seyahatnâme çıkardı elbette.
Fakat, İşcan edebiyatın her yere uzanan kollarına, her şeye dokunan ellerine birer cümle bırakmak istemiştir.
Kim bilir, belki gezi notlarından ileride başka metinler de okuruz, ancak şimdi gezdiği bunca yerden dostlarına birer mektup gönderiyormuş gibi, onlara hitaben ve ithafla, yazmayı tercih etmiş olmalı.
Yüz on sekiz sayfalık, kısa cümleler, şiirsel seslenişler, öyküyü anımsatan küçük mekân tasvirleriyle ve edebiyatın deneme tarzına yakışan aforizmalarıyla, aslında 40-50 sayfalık bir bütüncül metin var, elimizde: “Açılırken Tek Kilitli…”
Danimarka’da bir trende yazıp, o günden beri biriken küçük notlarını, daha ilk girişinde, mesela “Leyla ve Süheyla”ya ithaf ediyor.
Böylece bizi de bir merak alıyor. Leyla ve Süheyla kim, ama söylemiyor ki yazarımız. Leyla ve Süheyla aklımızda birer isim olarak kalıyor, biz kendimize göre birer Leyla ve Süheyla yaratıyoruz zihnimizde. Leyla’lar, Süheyla’lar çoğalıyor…
Zaten bütün okumalar bir zihin çözümlemesi değil midir?
Bu isimler kurmaca mıdır, yoksa gerçekten İşcan’ın yaşamında Leyla ve Süheyla var mıdır? Sayfalar ilerledikçe soy isimleri görülmeyen pek çok başka isimler birikiyor ve bu kez biz yazarın zihin dünyasını kavramaya, çözmeye, anlamaya çalışmak için kâh küçük şiir dizeleri gibi kâh devrik cümleyle kapanmış bir vurgunun peşine düşüyoruz.
Ne ki İşcan, saklambaç oyununa çıkmış küçük bir afacan gibi derhal saklanıyor, bir tek “Elma dersem çık, armut dersem çıkma!” diyesimiz kalıyor.
İşcan’ın edebiyat ve kitap dünyasına giriş yaptığı bu eserinde bilinçaltı akımı~Sürrealizmin izlerini görerek okudukça izler, rüyâlar, sebil çeşmeler, sık sık tren düdükleri, uykusuz gecelerinde saat tik takları apaçık ve apak biçimde “Hey okur! Ben saklanacağım, haydi gel beni bul!” diye seslenmektedir.
Ah, hele saatler; Okan İşcan için saatlerin önemi…
Dedesinden kalan köstekli saatin yanında anneannesinden miras kol saatini yan yana koyarken geçmiş zamanı durdurduğuna şahit oluruz; kendi kaybolan dede saatlerimize yanarız.
İşcan’ın eseri başlı başına oturup, baştan sona okunacak bir metin değildir. Orasından burasından eşelenip deşelenecek, karnı tok tavuğun yine de iştahla sapı samanı gagaladığı gibi, bir edebiyat iştahına ihtiyaç gösteren yazı türü olarak karşımızdadır.
Romandan hikâyeye, şiirden düz yazı ve denemeye kadar belki de bütün türlerin bir kokteyli bulunuyor elimizde…
Hele, gazetemizin yazarlarından Mahmut Şenol’un Arkitera Mimarlık dergisinde 2016’da yayınlanmış “Meşgul Görünmek Sanatı” başlıklı deneme-hikâye yazısından alıntı yaptığı Yusuf Kalfa karakterini tekrar bize hatırlatması dikkatimizi çekmiştir.
Sizin de hayata dair küçücük gibi görünen ve üzerinde durmayı ihmal ettiğiniz nice şeyleri, bir daha durup düşünüp, satır satır ve yavaş bir ritimle tekrar tekrar okuyabileceğiniz yepyeni bir tarz sunan, mektup-öykü ve şiirin bezediği sessiz bir zihin yolculuğu kitabı, tarafımdan tavsiye edilir…
Rahmetli şairimiz Gülten Akın’ın, “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya” dizeleri kulaklarımızda çınlıyorsa, işte şimdi İşcan’ın sözcüklerini dinleyerek ince şeylerin peşine düşmek vaktidir.
Bu yazı acikgazete.com’dan alınmıştır