Marksist ‘ana ilkeler’den biri ‘hayatı belirleyen bilinç değil, bilinci belirleyen hayattır.’ İnsanların düşünceleri, içine doğdukları hayat koşulları tarafından belirlenir. Bu koşullar, her şeyden önce üretim araçlarının, biçimlerinin ve ilişkilerinin oluşturdukları ‘altyapı’dır.
Bir toplumun ‘üstyapı’sını, insan usu bağımsız olarak kendi başına yaratamaz. Bunlar ‘altyapı’nın belirlediği şeyler toplamıdır. Böylece Marks, sınıfların oluşmasının, toplumdaki yapısal değişikliklerinin yasalarını saptayarak görünenin altındaki asıl yapıyı ortaya çıkarmak istemişti. Bu çabasında da başarılı olmuştur.
İçine doğduğumuz ‘altyapı’nın özgül bir ‘yansıması’ olan egemen sanat/edebiyat ortamı bu bağlamda ‘üstyapı’nın bir ‘olmazsa olmaz’ıdır. Bu ‘olmazsa olmaz’lar Marksist ‘ana ilkeler’den ‘insanlar hangi düzeyde ortam yaratırsa, ortam da aynı düzeyde insanlar yaratır’a çok uygundur. Eşyanın doğasına ters düşmeyen bu gerçeklik sınıfsal karakterinden kaynaklanan olumsuzluklarını da beraberinde oluştur- maktadır. Bununla yetinmeyip bir de dayatmaktadır. Kısacası varlığı sınıf esasına dayanan ‘ortam’ın bütün sonuçları da sınıfsaldır.
İstesek de istemesek de içinde yaşadığımız ‘altyapı’nın egemen sanat/edebiyat ortamı birçok sonuç yaratıp bize dayatmaktadır. Bu sonuçları yaşamın her alanında görmek olası, ama kanıksamak olası değildir. Hele hele amaçlarından birinin yaşamı ve dünyayı güzelleştirmek olanların daha çok önüne set çekmesi gereken gerçekliklerden biri de kuşkusuz e/LEŞTİR(M)ENLER’dir. Çünkü bu yapay topluluğun oluşturduğu ‘prototip’ler kendilerini doğal ve gerekli, vazgeçilmez göstermeye hız ve özen göstermektedir. Bu genellemenin içinde görmediğim gerçekçi eleştirmenleri -ki sayıca az da olsalar- ayrı tutuyorum. Medyatik dayanaklarla güzelliklere sevdalıların ufkunu karartmaya, teslimiyetin ve uzlaşmanın afyonuyla genç beyinleri uyuşturmaya; ‘benim şairim, öykücüm, romancım, sanatçım vs.’ dediklerini de göklere çıkarmaya çalışmaktadırlar. Hem teslimiyeti hem de uzlaşmayı kendilerini besleyen ve kollayan egemen sanat/edebiyat ortamının varlığı ve sürekliliği için bin bir şablonla kamufle etmeye, geleceğin tek kurtuluş yolu olarak göstermeye soyunmuşlardır. Engelleyemedikleri, kendilerine benzetemedikleri, yüzlerini ‘tarafsızlık’ maskesiyle egemen anlayışa döndüremedikleri herkesi sözde konuşmalarıyla, yazılarıyla e/leştir(m)enleri çok iyi tanımak zorundayız.
Çünkü onlar, eleştir(m)en değil, e/leştir(m)enlerdir.
Egemen sanat/edebiyat ortamının sonuçlarından biri de yukarıda açıkladığım e/LEŞTİR(M)ENLER’dir. Bunlar görsel medyanın da renkli ortamlarında ve yazınsal medyanın ‘al benili’ köşelerinde, sermaye dergilerinin ya da sözde emekten yana dergilerinde kurum kurum kurumlaşmış olarak karşınızda dururlar. Burunlarından kıl aldırmazlar. Şey etmeyecekleri katırın önüne yem koymayan seyisler gibi her türlü nemalanmayacakları kişileri konuk almazlar, köşelerinde onlara yer vermezler. Kendi ‘taraf’ında olmayanları da yok saymak ve tu kaka yapmak için yağlı düz duvarlara bile tırmanırlar. Özcesi, oluşturdukları ‘fotoğraf ve imaj’ fiziki olarak çok farklı olabilir ama özdeş bir ‘görüş’ün piyonları olduklarından bir fabrikanın ürünleri gibidirler.
Bu yüzden ‘prototip’tirler.
Egemen sanat/edebiyat ortamının ‘altyapı’sına damgalarını vuranların amaçlarına ve çıkarlarına dönük canla-başla hizmet eden bu e/LEŞTİR(M)ENLER’in bütün eylemi, kendilerinin atmosferi olan ‘ortam’ın dayanağı ‘altyapı’ya yönelen sanatsal tüm yaratıları da eylemleri de en azından yozlaştırmak içindir. Hiçbir zaman gerçek kendileri olamamışlardır. Kendilerini tanıyamamışlardır. Görünmez çelik iplerle efendilerine (uzaktan kumandalarla yönlendirenlerine bağlı robotlardan) bağlı kuklalardan bir farkları olmadıklarının bilin- cinde değiller ne yazık ki. Yaşadıkları ortamlarda ‘ayna’ yoktur bunların. Bu yüzden yüzlerini gördükleri ‘efendiler’ gibi görüyorlar kendilerini. Bunların efendileri amaçlarına ve çıkarlarına uygun biçimde canla başla hizmet eden bu piyonların kendi kendileriyle karşılaşmamaları için ‘ayna’lar bütün mekânlardan kaldırmaktadır.
‘Körle yatan şaşı kalkar’ böylelerini daha güzel betimliyor bence. (Kör: egemen sanat/edebiyat ortamı. Şaşı: e/LEŞTİR(M)LER) Aktör ya da aktrist değiller. Çünkü rol kesmiyorlar. Kendilerini bilmiyor, tanımıyorlar.
Kendi bedenlerinde başkasıdırlar. Sağırdırlar.
Dudaklarından dökülen her sözcüğün ve çıkan her sesin efendilerine ait olduğunu duymuyorlar. Kördürler. Yazdıkları her sözcüğün, kurdukları her tümcenin kendilerine ait olmadığını görmüyorlar.
Dar bir çevre içinde farklılıklarını dillendirirler ama kendi atmosferlerinden uzaklaştıklarında paniğe kapılırlar.
Bukalemunlaşırlar. Yanlış bildikleri düşüncelere karşı ‘aşı’lanmayı erdem sayarlar. Seralarda yetiştirilen bitkilerin doğal olanlardan çok üstün olduğunu savunurlar. Ve kendi aralarında paslaşırlar, aynı takımın oyuncuları kadar erdemlice değil ama. Metafiziği önemserler ama zorunlu hallerde bunu yadsırlar. Varlık nedenleri olan egemen ortam bir bakıma ‘sera’ olduğundan kendileri de bu ‘sera’nın ürünleri gibi gerçeklerin güneşi karşısında kar gibi erimemek için soğuk ve loş yerlerde görünürler.
Efendileri adına birer ayaklı kütüphane olabilmek aşkına raf raf kitaplar arasında tüketirler ömürlerini. Yalnızca birer aktarıcı olabilirler ama asla yaratıcı değiller, olamazlar. Sözde bu fener dahi insanların(!) karanlıkta kalan özel yaşamlarının uzantıları olan eşleri/sevgilileri ve çocukları paramparçadır.
Zaten e/LEŞTİR(M)ENLER’in çoğu gerçek yaratıcı olamadıklarından bu işe gönüllü olmuşlardır. Yazardan daha çok şey bilmeleri gerekirken kendi yollarını bile aydınlatmaya, görmelerine yarayan ışık bilgileri yoktur. Bilimsel tahliller yapmak, inandırıcı savlar ileri sürmek ve iddiasını sonuna dek götürmek bunlara özgü şeyler değildir. Kaypaktırlar. Dönektirler. Yüzsüzdürler. Kişiliksizdirler. Kıvırtmakta ve döneklikte ustadırlar. Sözde bükemediği bileği öper görünürler. Görüntüyü kurtarmada birincidirler.
Esere ve yazara dönük dillendirmelerini birbirine karıştırırlar her zaman. Amaçları ‘üzüm yemek’ değil ‘bağcı dövmek’tir çünkü.
Doğaları budur da ondan. İspiyoncudur, işbirlikçidirler. Gizlenmeyi bilirler. Ama renklerinin ‘kara’ olduğunu turnusol kâğıdı pratik açığa çıkarır. Bazen birbiriyle de kapışırlar. Tartışırlar. Kavga ederler, kafa kırıp göz çıkarırlar.
Birbirinden farklı düşündükleri ya da olduklarını göstermek için değil bütün bunlar efendilerine daha iyi hizmet ettiklerini göstermek içindir. Bu ekstremistlik bir aldatmacadır. Kendi aralarındaki bu farklılıklar, egemen sanat/edebiyat ortamına daha fazla teslimiyetin ve ‘altyapı’ ile uzlaşmanın kimi zaman kamufle edilip bağımsız ve bağlantısız (!) görünmeye çalışmanın gizlenebilmesidir.
Onların farklılıkları kendi dışındakileri kendilerine benzetmek için sergiledikleri oyunların örtüleridir o kadar.
Edebiyat sonuçta bir disiplindir, birikimdir ve de işçiliktir.
Bu yüzden edebiyatla bir biçimde iç içe olanların kendi yetersizliklerinin, eksikliklerinin bilincinde olması gerekir.
Bu tür farkındalık ve bilinçlilik yetersizliklerimizi ve eksiklerimizi gidermemize rehberlik ederler Hele hele bu alanda yazanların, eğer yaptıkları işi heveslilik sınırı içinde görmüyorlarsa ve de iddiaları varsa, herkesten daha çok yaptıklarını ciddiye almalılar ve kendilerini geliştirmeliler.
Eleştirmen ve eleştirmenlik heveslileri de bilmeli ki eleştiri hiç de sıradan ve masumane bir disiplin, birikim ve işçilik değildir.
Çünkü mademki edebiyat vardır, kaçınılmaz bir biçimde onu anlamayı bilmek, yermek ya da takdir etmek için eleştiri de olacaktır düşüncesini taşımak ya da savlamak eleştiriye yapılacak en büyük haksızlıklardan biridir bana göre. Söylediğim ve altını bir daha çizmek istediğim eleştiri gerçekliği şudur:
Yazar, yazdığından fazlasını bilmelidir evet; ama eleştirmen de ondan daha fazlasını bilmek zorundadır. Bunun tipik ve kanıksanan bir örneği bana göre Nabokov’dur. Tolstoy’un defalarca düzelte düzelte yazdığı Anna Karenina’daki kahramanların tek tek hikâyelerini anlatırken hiçbir yanlış yapmayan yazarın ortak nesnel zamanı iyi düzenleyemediğini kahramanların takvimlerinin birbirini tutmadığını, yani bir editörün fark etmesi gereken pek çok kronolojik hata olduğunu göstermiştir bize. Bunu ele aldığı başka yazarların eserleri için de yapmıştır Nobokov. Bizde bu çizgide işaret edeceğim kişi Fethi Naci’dir bir yere kadar. Ondan buyana gazetelerin kitap eklerinde boy gösterenler salt edebi üretim tarzı ve sistemi içinde ürünün(kitabın) tüketiciye (okura) ulaştırılması dizgesinde üstlerine düşeni yapmaktadırlar, o kadar. Benzerini gazete ve televizyonlarda gördüğünüz her türlü ürünün tüketilmesine dönük görsel ya da yazınsal reklamlar gibi bir şey yapılanlar. Bu tür eleştirilere reklam yazılar, bunu yapanlara da reklameleştiriciler diyorum. Konuyu dağıtmadan söylediğime dönecek olursam… Edebiyatı genel anlamda bir tür cinayet olarak düşünecek olursak (tamam, her benzetme hatalı olabilir) eleştiri de bilinen suçlusuna karşın, neden işlendiğini ortaya koyan dedektif/ler olarak düşünmemeliyiz. Bu benzetmeden yola çıkarsak eleştiri edebiyatın gizil suç ortağı diyebiliriz. Oysa dediğim gibi, günümüzde kaçınılmaz bir biçimde; özellikle de gazetelerin kitap eklerindeki sözde eleştirmenlerin görevleri belirlenmiştir: Metinle okuyucu arasındaki tıkalı yolu açmak, metni daha kolay tüketilmek üzere irdelemek, bir bakıma ürünü(kitap) tüketiciye(okur) beğendirmektir. Nesnelliği, gerçekçiliği de görmezden gelmektir. Aslında bu tür eleştirmenlerin kendileri de birer ara tüketici olarak nefesini ürünün daha çok tüketiciye ulaşmasına yardımcı olmak için tüketmektedir. Bu yüzden Nabokovluk ya da Fethi Nacicilik beklemek saflık olur. İşte bu açıdan bakıldığında eleştiricilerin profesyonel ya da amatör olmalarının bir anlamı yoktur bence. Çünkü okumaktan daha doğal ne olabilir ki? Bu tüketici-üretici karşıtlığı ya da iç içeliği sonucudur bir bakıma. Tabi bunu söylerken onun amatör olduğunu, olabileceğini de iddia etmiş olmuyorum. Çünkü sonuçta üretici-tüketici ekseninde edebiyat genel üretim tarzından etkilenecektir. Oluşturulan bu müthiş sektörün doğasından kaynaklanan her şey gibi eleştirmenlik de bu egemen edebiyat sisteminin sonucu bir seyir izleyecektir. Burada bir şeyi daha belirtmeliyim ki egemen edebiyat sistemi kaçınılmaz bir biçimde egemen ideolojiden beslenen yazarlardan, eleştirmenlerden ve okurlardan vs. muazzam bir kütle oluşturduğu bir gerçek. Benzer biçimde bunun karşısında muhalif bir genel ideoloji, buna koşut bir edebi üretim ve bunların sonucu olan yazarlar, eleştirmenler ve okurlar da ayrı bir gerçekliktir… Asıl olan ise eleştirmenlerin yazarlardan fazla şey bilmeleri ve birer Nabokov-Nacivari nesnellik, gerçekçilik geliştirecek olmalarıdır. Bunu en azından egemen edebiyat sisteminin sonuçları olan her sözde eleştirmene tavsiye ediyorum Bunların karşısında olanların ise bir başka yazı konusu olduğunu da anımsatmak istiyorum.
Görmekle bakmak arasında fark olduğunu biliyoruz hepimiz. Ama ne yazık ki bakmasını bilmiyoruz. Hep görüyoruz.
Oysa bakmasını bilen her duyarlı, gerçekçi ve tepkici insan çevresini kuşatan e/LEŞTİR(M)ENLERi görür, fark eder. Çürümenin yaydığı kirliliği, kokuyu yok etmeye çalışan ELEŞTİR(M)ENLERin saflarına katılır. Ayrıkotu gibi bütün güzellikleri örtmeye çalışan her şeyi ile de kirletmeye soyunan e/LEŞTİR(M)ENLERe karşı: “İster bilinçsiz ister bilinçli her türlü uzlaşmacılığı reddediyorum.” diyen P.P. Pasolini gibi haykırır.
Çünkü salt edebiyat, sanat ve kültür ortamlarında değil, hayatın her alanında bu işleri görev edinip hakkımız olan bir güzel yaşamı bizden esirgeyen, bize boyun eğdirmeye çalışan, yanlışlarını, yalanlarını gerçek saydırmaya çalışanlar var.
Bu her türden e/LEŞTİR(M)ENLERe karşı bilinçli olmalıyız. Çünkü yapaylıkların sonucu olan her şey, doğallığın karşısında güneşi gören kar gibi erimeye mahkûmdur. Çünkü gelecek, ‘altyapı’nın bütün sonuçlarını ELEŞTİR(M)ENLERindir. Bizim de tarafımız bu olmalıdır.
* Yazarın “Geride Yazılan Kaldı” (2020/Doğu Kitabevi, İst) adlı kitabından alınmıştır