Evet bir kıyamet geliyor, kapıda. Çok alametler belirmişti, artık yeniyetmelerin bile dilinde, büyüklerinden duyduklarını söylerken yarı inanır yarı hayal kırıklığını gözlüyorum hepsinde. “Biz daha yeni gelmiştik, kıyametin sırası mı şimdi” diyen bakışlarını görüyorum.
Bir yandan da inanıyor mu inanmıyor mu belli olmayan bakışlarıyla dalgın dalgın onaylıyorlar büyüklerinden duyduklarını. Zaten gelecekten gelen darbukacı Diyar da onayladı. İçinde yaşadığımız kabusu betimlemek için oyun yazmaya da gerek yok. Telefonlara her sabah düşen haberler de aynı şeyi söylüyor, bazısı bir saat, bazısı daha uzun süren ve büyük büyük adamların ağızlarını yaya yaya anlattığı felaket senaryoları da, ninelerin kıyamet alameti diye sıraladıkları da hep aynı okun peşine gidip aynı bilgiye ulaşıyorlar; “Dünyanın sonuna geldik sayın yolcular, ani frenden sonra savrulmamak için sıkı tutunun.”
Melodisi var bu kıyametin
Şamil Yılmaz’ın yazdığı, Sezen Keser’in yönetip Oğulcan Arman Uslu’nun oynadığı 9/8’lik Kıyamet neden aynı şeyi anlatmak istedi acaba? İzlerken gözümün önünden az önce bahsini ettiğim sitelerin haberleri, videoları geçti. Bu oyunda ise söz var, görüntü yok, şarkı var ama klipsiz. İçerik? Aynı. Ayşe Arman da her gün “bittik, bu kadarı olmaz” diyor. Diyar da “olmaz dediğiniz her şey olur, hatta oldu, bak valla gelecekten bildiriyorum” minvalinde konuştu. Konuşurken darbukasını da konuşturdu, elinde kalan bir sırt çantası bir de darbukasıyla diyar diyar gezerken hikayesine müziği katık etti paylaştı.
İstanbul’dan başlayıp hep batıya, hep batıya giden sörvayvırlar arasında kalan Diyar mülteciliğin ne yaman bir şey olduğunu bu felaketten sonra iyice idrak etti, mülteci olmanın inceliklerini kıdemlilerden öğrendi. Bir zamanlar itilip kakılan mültecilerin avantajlı duruma geçmesini eskiden mavi kanlıymışçasına hayranlık ve şaşkınlıkla karşılayan Diyar da, gün geldi söz sahibi oldu. Ama payına düşen ancak dünyanın sonunu anlatmak olabildi. Eh Sezen Aksu’nun dediği gibi, masum değildik hiç birimiz! Ama kendi masumiyetsizliğini (kelimeyi uydurduğum için Word hemen altını çizdi) anlatmaktan, Leyla’ya ihanetinin neliğine dair ayrıntı vermekten sürekli kaçındı. Sistemin belki en zayıf işbirlikçisiydi ama netice itibarıyla onlardan biriydi. Anlatırken gri alana girerek bir estetik kaygısı da taşıdığını hissettirdi, belirsizliğin rahmetiyle yıkanıyor gibi yaptı ama belki özelini bizden saklıyordur, bilemeyiz. Pişmanlık, yürek acısı, utanç ve dehşet duygusuyla hikayesini (a harfini inceltmeden) anlatıp durdu. Her defasında hikayenin bir başka kısmını anlattığını söyleyerek. (Keşke bu kısmı gerçek olsa!)
Mağdurlar ormanında bir başka mağdur
Uzunca bir zamandır bu toplumda varlık gösteren cemaatlerin kurbanları, mağdurları ya da eski takipçilerinin kuyulara söylediği sırlar artık oralardan taşıp sazlıklardan yankılanıyorlar. Travmalar anlatıldıkça yeniden yaşanıyor, bilmeyenler ise haberdar oluyor çeşit çeşit illetin varlığından. Büyük gürültü kopararak başlayan Kızıl Goncalar da bu anlatıların içinde önemli bir yer tutuyor. 9/8’lik Kıyamet yukarıda da söylendiği üzere bu oluşumların nihai olarak yaratabileceği yıkımın öngörüsünü sahneye taşıyor. Kızıl Goncalar’ın Cüneyt’i gibi insan tenine dokunamayan Diyar, tıpkı Cüneyt gibi anne kaybı yaşamış. İzan adındaki izansızın peşi sıra gidenlerin çoğalarak zuhur etmesinin ardından askerin, polisin ardına bakmadan kaçmasını anlatınca seyircilerin bazıları köprü üstü darbesini, bazıları boğazı kesilen askeri okul öğrencilerini, bazıları tarikat kavgası yüzünden bir türlü seçilemeyen yüksek mahkeme başkanını, bazısı grup seks yapan imamın verdiği ifadedeki rahatlığını, para için bebek öldüren Hipokrat yeminli canavarları, ya da Defne Joy Foster’ı hatırladı. Zaten hatırlamakla ilgili sorunu olan bu ülke insanına burnu felaketten kurtulmasın diye ardı ardına melodramlar, korku hikayeleri iniyordu göklerden. Lubunlar, feministler, hayvanlar ve diğer en mazlumlar kategorisinde olanlara ilk kurbanlar rolü verildiğini dinledik. Tam o sırada Kuzey Ormanlarının üzerine yapılmış havaalanında uçakların camlarına çarpa çarpa ölen kuşların kan kokusu burnumuza geldi. O ormanların içine ‘güdülerek’ götürülen kurbanların başına neler geldiğini öğrendiğinizde “eh insanlık bir arpa boyu yol gitmemiş” diyeceğinizi tahmin ediyorum. Peki bu kadar umutsuz, oyunun başındaki şarkılar gibi arabesk bir evrenin içine çekilince iyi mi hissettik? Gözyaşlarını tutamayanlar başkalarının acısına mı ağladılar yoksa kendi muhayyel ve muğlak istikballerini düşündükçe mi mücrim gibi titrediler, bilmiyorum.
Şahsen malumun ilamını heyecanla izlediğimi söyleyemem. Ama oyun başlarken elinde darbukasıyla sahneye çıkan, birtakım arabesk şarkıları çalıp söyleyen, hatta istek parçası alan Diyar’ın her söylediğine gülen seyirci çok canımı sıktı. “Ben gülüyor muyum?” diyen bir davudi dış sesin müdahalesini bekledim ama gelmedi. Seyirciye göbek attırmaya hiç niyeti olmadığı adından bile belli bu oyuna gülmeye kurulu gelmelerine de tek kaşım havada, suratsız okul müdürü gibi baktım. Galiba Diyar’ın vicdan azaplı bu melodramı onlar için yazılmıştı, kahramanımızın adı Diyar olduğuna göre hepimize gelsindi.
Neden mi? Şöyle bir anekdot belki daha açıklayıcı olur; sık sık bir protesto alanı olarak kullanılan bir bölgede yer alan bir mağaza düşünün. Müşterilerle kasiyer arasında şöyle bir konuşma geçiyor;
Kasiyer: Ay galiba yine olay var, bakın polisler gelmiş.
Birinci Müşteri: Bok var, köpekler, kadınlar öldürülürken gelmezler.
İkinci müşteri: (Sanırım birinci müşterinin kızı, annesinin küfürlü konuşmasından hem rahatsız olmuş hem de cesaretlenmiş) Evet, ama yaa, biz sesimizi duyuramayacak mıyız, gerrrçekten çok sinir bozucu.
Kasiyer: Öyle demeyin, onlar da emir kulu.
Üçüncü Müşteri: (Kapri pantalonlu, beyaz gömlekli ve epeyce üşümüş haliyle elindeki birkaç alışveriş torbasını yanındaki arkadaşına işaret ederek) Ay, çabuk çabuk bunlarla kaçamayız, yan sokaktan gidelim.
Birinci Müşteri: Emir kulu deyip işin içinden çıkmak kolay. Sanki polislikten başka yapacak iş yok.
Kasiyer: Belki de en çok onlar için zor bu olay, sizi de zorla istemediğiniz bir yere gönderseler.
İkinci Müşteri: Ben olsam kesin başka iş bakardım.
Oyunu henüz görmemiş okuyuculara çok da haksızlık etmeden (her şey uzaylılar yüzünden oldu, ama olmayabilir de) birkaç itirazımı sıralamak isterim. Ötekilerin hikayesini anlatan bir metnin anlattığı ötekiler içinde sadece birine ses ve söz vermesi adil midir? Ses ve söz sahibinin neden hala bir erkek olması gerekiyor? Leyla’nın hatta Kopil’in sahnedeki yokluğunu haklı çıkaracak bir sebep var mıdır? Uzaklardan da olsa seslerini duyacağımız bir reji tasarlanamaz mıydı? Oyunda sözü geçen ve başlarına gelmedik kalmayan feministlerin ya da lubunların sesini neden doğrudan duyamıyoruz? Diyar’ın sürekli belirsizlik alanına çektiği hikayenin uçlarını ondan başka dillendirecek birinin olmaması da bir İzan varlığı değil midir? İzancı kadınların sokağa çıkmamalarıyla Leyla’nın sesinin yine bir erkeğin ağzından işitilmesi arasında bir paralellik var mıdır? Tek ses meselesinin içselleştirilmiş olma olasılığı nedir?
Bu kadar soruyla çıktığım oyunun kendisine de sorular sormasını isterim. Mesela; “Biz ne yapıyoruz şimdi?”