Dil canlı bir varlık gibi denilebilir. Toplumsal değişime ve gelişime çok açıktır. Örneğin 13. yy Osmanlıcası ile 16. yy Osmanlıcası aynı değil. Cumhuriyetin ilk dönem Türkçesiyle günümüz Türkçesinin aynı olmadığı gibi.
Batı dillerinin kökeni Latincedir. Latinceden türetilen sözcükler Batı dillerini zenginleştirmiştir. Bu akış ve zenginleştirme bir biçimde sürmektedir hâlen. Ama Türkçenin kökeni Arapça ya da Farsça değil ki bu dillere dayanarak dilimizi zenginleştirmeye çalışıyoruz. Beni anlamaya ve de üzerinde düşünmeye iten gerçeklik bu. Mazhar Paşa’nın Arapçadan türettiği hekimlik terimleri ne Araplara ne de bize yaramıştır. Selçuk Üniversitesi 11.000 imza ile dil kirlenmesinin önlenmesi için bir dizi sorunu Dil Derneği’ne ulaştırmıştı. Dernek görevlileri de Nisan 2005’te TBMM Dilekçe Komisyonu’na iletmişti sorunları. 2 Haziran 2005’te Dilekçe Komisyonu, “Komisyonu gereksiz zaman kaybına uğratıyor,” gerekçesiyle başvuruyu görüşmemişti, anımsadınız mı bu olayı? Hadi gelin siz Çinli bilgenin dille ilgili kanıksadığımız o ünlü savını anımsamayın. (ki ilk yazıda verdiğim için, anımsatmakla yetineyim o sözü) Dil Derneği’nin gücü sınırlı ancak bu tavrı geniş çaplı bir açıklamayla kamuoyuna duyurmuş, kınamıştı, hepsi bu kadardı çünkü. Bunu söylerken gerçekten de Türkçe için ellerini hangi taşların altına özveriyle koyduklarını yöneticilerin, yok saymıyorum ve de unutmuş değilim.
Buradan sonra bir parantez açayım ve bir konuya daha yer vereyim istiyorum. Kimilerine göre, kulağı tersten göstermek gibi algılansa da konu ile ilgili diye düşünüyorum aktaracaklarımı. Şimdi; bu konuda düşündüklerim şunlar: Dil, insan topluluğunun ve o topluluktaki bireylerin duygu ve düşüncelerini anlatmak ve birbirleriyle iletişim kurmak için kullandıkları sesli, kimi zaman da yazılı göstergeler dizgesidir. Geçmişten günümüze gelişip değişen dil/ler/in gittikçe daha yetkinleştiğini görüyoruz. Aynı zamanda teknolojik gelişmişlikle birlikte sosyo-ekonomik açıdan güçlü olanların başka dilleri öteleme, bozma hatta yok etme düzeyinde çabalar geliştirdikleri hiç de görmezden gelinmeyecek bir sonuç. Bu yüzden bu kaygıyı ve dayatmayı yaşayan ülkeler toptancı bir anlayışla ve gerekli gördükleri alanlarda yasalarla dillerini koruma içine girmişlerdir.
Dilbilim ve dilbilimciler bu korkunç saldırı gerçeğini bildiklerinden pek çok işlerinin yanında dillerini korumak, geliştirmek, yabancı, ama gereksiz sözcüklerden arındırmak gibi görevler de yürütüyorlar. Oysa halkın, özellikle moda söylemle birer bukalemun gibi taklitçi olan gençlerin öğretmenler ve dilbilimciler tarafından eğitilmeleri gerekiyor sık sık. Çünkü ancak gençlik, halk ve eğitimciler, aileler dillerine sahip çıktıkça dilleri dedelerinin ve ninelerinin zamanındaki kadar derinlikli, has ve de kendi kalabilecektir. İşte bu anlamda tarihin, yazının bulunuşuyla başladığının söylenmesi boşuna değil. Çünkü tarih, insanlığın ve toplumların geçmişi ile ilgili bilgileri, geçmişteki ve bunların gelişmelerini yer ve zaman göstererek yeniden ele alıp inceleyen bilim dalıdır. Böyle olunca geçmişin her yönden geleceğe yazılı ve sözlü aktarılmasının tek ve vazgeçilmez aracı dildir.
Kimin daha doğrusu kimlerin vazgeçilmez aracıdır dil?
İki uzmanlık alanının çalışanları için dil vazgeçilmez araçtır.
Peki, kim bunlar?
Tarihçiler ve edebiyatçılar…
Bunlar, bilgi birikimlerini ve kanıtlarını, kurgularını biri okuruna, öteki ise muhataplarına gerçekçi ya da kurgusal da olsa aktarmalarının aracı olan dili iyi kullanmak zorundadır diye düşünüyorum. Dile hâkim olamayan bir tarihçinin, edebiyatçının inandırıcı, nesnel ve geleceğe kalıcı yapıtlar bırakması düşünülemez.
Geçmişte ve günümüzde bu işi ciddiye alan iğneyle kuyu kazarcasına çabalayan tarihçiler, hatta tarih okulları, edebiyatçılar var diyebiliriz. Olgucu ya da deneyci ama sonuçta araştıran, ayakları yere basan kişiler tarihle edebiyatı dili âdeta alçı gibi kullanarak başarılı yapıtlar veren edebiyatçılardan edebiyat tadında gerçek tarih yapıtları oluşturan tarihçilerden söz etmek olası.
Bir düşünür, yazarlar, yaşayan kişilerden ve yaşanmışlıklardan istediklerini alıp yapıtlarında içkonu yapar. Zaten hiçbir edebiyat yapıtı da birebir gerçeklileri olduğu gibi yansıtamaz. Burada bir yazar için aslolan ele aldığı konuyu en iyi biçimde kurgulaması ve yazmasıdır. Tarihi olayları veya kişileri bir tarihçi gibi aktarması beklenemez. Sonra kaldı ki tarihçilerin bile yazdıkları sözde yansızlıklarına rağmen bütüncül bir sonuç sergilemez. Aynı olayı ele alan tarihçilerin arasında farklılıklar olduğu gibi, tarihi olaylardan ve kişilerden yararlanan edebiyatçıların da yapıtlarında (örneğin Deli İbrahim veya Kösem Sultan diyelim benzer örnekler çok ama bunları ele alanların, tiyatro oyunu yazanların Deli İbrahim ve Kösem Sultan’ları hem birbirinden farklı hem de gerçek kişiliklerden de farklıdır.) tarihi şahsiyetler ve olaylar farklı farklıdır… Bu hem bir zenginliktir, hem de özgünlüktür edebiyatımız ve dilimiz bakımından, ama tarih ve tarihçiler açısından bütünüyle kabul edilecek sonuçlar değildir. Her ikisinin iç yasaları vardır ve tarihçilerle edebiyatçılar bunu iyi bilir ya da bilmek zorundadırlar. Bu yüzden biri diğerinin alanına yetkinmişçesine dalmaz.
Tarihi kişiliklerden ve olaylardan ne kadar yararlanırsa yararlansın sonuçta edebiyatçılar kendi ballarını yapar.
Tarihçinin iç yasaları ve bakış açısıyla bu “bal”a baktığımızda ve “bal”ı değerlendirdiğimizde rahatlıkla gerçek bir “bal” olmadığı sonucuna ulaşabiliriz. Çünkü yazarlar gerçekliklerden de yaşamış kişilerden de yola çıksa, edebiyatın iç yasaları gereği bunlardan kendi “ özgün bal”larını yapar. Ama bir tarihçi ise kılı kırk yarmak, nesnel olmak ve ele aldığı tarihsel gerçekleri detaylandırmak, belgelemek ve ortak bilim şablonlarıyla da test etmek zorundadır. Bunun da araçlarından biri ve vazgeçilmezi başta da değindiğim gibi dildir. Tarihçi de edebiyatçı da dile hâkim olmak durumundadır. Çünkü gerçekten dil, tarih ve edebiyat iç içedir. Kim ne derse desin, hatta roman olarak değerlendirilmemesine karşın ve tarihi kişilikleri, olayları abartarak tarihsel gerçekliklerden soyutladığı iddia edilse de, ŞU ÇILGIN TÜRKLER bana dil, tarih edebiyat ilişkisinin en güncel yapıtlarından biri gibi geliyor.
Ve asıl konuya geleyim…
Cumhuriyet Türkçesi, Türkiye sınırları içinde ve dışında tümüyle ortadan kaldırılmaya çalışılıyor demek bir abartı sayılmamalı. Dizilerdeki dil yanlışları, devlet kitaplarındaki yanlışlar, özel radyo ve televizyonların büyük çoğunluğunda görülen dil duyarsızlığı, sevgisizliği; geveze ve bir o kadar da doğru konuşmaktan uzak, elindeki metni okumaktan ve seslendirmekten aciz sunucular, yorumcular düşünüldüğünde gerçeklik daha iyi anlaşılacak sanırım. Ne yazık ki ünlü edebiyatçılarımızın birçoğu “Yaşayan Türkçe” adı altında “Osmanlıca”yı öne çıkarma çabası içindedir. Örneğin bir ünlü yazarımız tv konuşmasında “M. Kemal’in “Güneş Dil Teorisi”nin iyi bir başlangıç olduğunu, ama bu çabanın daha sonra ırkçılığa dönüştüğünü söylemiştir. Bu kişi A. İlhan’dı ve resmen Tecahül-ü Arif sanatı yapmıştı. Özetle, onun da kıblesi Fransa ve Fransız edebiyatı ve aydınlarıydı… Çünkü, Tanzimat’tan beri edebiyatçımızın, ressamımızın ve şairimizin vs kıblesi bu ülke yazını ve yazıncıları, sanatçıları olmuştur. A. İlhan, Fransa İhtilali sonrasında dil devrimi mi yapıldı? Neden yaşayan dilimizi bozduk ve kuşaklar arasındaki bağımızı kopardık. Her şeyiyle Fransız yeniliklerini ülkemizde yaşama geçiren Atamız dilimizi neden bozdu. Bu başka bir soru. Ama düzeltebiliriz. Özetle bunu demiş ve savunmuştu. Aklıma gelen şu: Fransız soylusu, kralı ve avamı aynı dili konuşuyordu. Bu yüzden Montaıgne keşke Paris’in arka sokaklarındaki zerzevatçıların diliyle konuşup yazabilseydim demiştir. A. İlhan bilmiyor muydu, ibadet dili Arapça, saray dili, Osmanlıca (denilen kozmopolitik ve de uyduruk dil), edebiyat dili Farsça, halkın dili Türkçe. Dilde ve eğitimde birlik nasıl sağlanacaktı peki. Ve yazı dili de eski Türkçe denen Arapça harfli alfabe.
A, İlhan giderayak “2. Cumhuriyetçiler”in kuyrukçusu olarak içini boşaltmaya çalıştı. Bu yüzden Cumhuriyet gazetesinden kovulacağını anlayınca ayrılmak zorunda kalmıştı. Zaman’da bu yüzden yazılar yazdı. Ayrıca Sanat Olayı adında bir dergi çıkardı, 12 Eylül’e ve Eylülcülere alkış tuttu. “Hangi Sol” diye yoz solu gösterdi. “Hangi Seks” diye eşcinselliği, “Fena Halde Leman” diye lezbiyenliği önerdi. “Hangi Atatürk” diye Sultan Galiyev ile M. Kemal’i aynı kefeye koydu. Laiklik Atatürk’ün değil İsmet Paşa’nın sorunudur diye anlamsız bir önerme attı ortaya. Yani sağduyu dediğimiz içimizdeki terazide tarttığımızda ağır gelen olumlu mu olumsuz mu diye görmeli, sorgulamalı, düşünmeli ve kararımızı da ona göre vermeliyiz, kişiler, olaylar ve olgular açısından. Böyle düşünüyorum.
Sesli düşündüğümde, yeni hazırlanan sözlükte acaba öncekiler de olduğu gibi Türklere Arapça, Farsça öğretmek amacı mı güdüldü diye sormadan edemedim doğrusu. Çünkü eski sözlüklerde bir Arapça sözcük alınıyor kökünden mastarına tüm çekimleri (hatta bugün hiç kullanılmayan sözcükler de dâhil açıklanıyordu. Bu doğru bir yaklaşım değil.
Niçin mi?
Çünkü gerçek bir sözlükte fiil hâli verilir, gerisi dilbilgisi kitaplarının işidir, içeriğidir. Sözlük konusu değil, olamaz da. İşin uzmanları bu konuda daha derinlikli bilgi sahibidir ve isteseler olması gereken yönde katkı sunabilirler. Hatta benim vereceğim örneklerin daha da fazlasını gösterebilirler. Ben birkaç örnekle düşüncemi pekiştirmek istiyorum.
Evlat, velet’ten geliyor ve zaten çoğuldur. Bu yüzden evlatlarım… gibi kullanılması yanlıştır. Olumlu-olumsuzluk gibi görmek-görmemezlik olmaz, yanlıştır. Görmemeklik olur. Çünkü “görür-görmez” anlamında “görmek-görmemek”, “görmeklik-görmemeklik” olur. Çekinser bir açıdan kabul edilebilir. Çünkü çekinmek/ten geliyor diye düşünüyorum, “konuşlanmak”ın kökü yok. (Konmak) kök “kon”dan birçok sözcük olur da “konuşlanmak” olmaz. Askeri sözcük deyip işin içinden çıkılamaz ve yanlış yapılamaz. Ama bizim doğru yanlışlarımız çok. Örneğin, çaydanlık sözcüğü sanıyorum Türkçeye, Farsçadan gelme “dan” bu dilde “lık” eki biz de çaylık yerine “çaylıklık” anlamında çaydanlık diyoruz. Sonra “bilişmek” de “araşmak” da doğru sözcükler değilmiş gibi geliyor bana. Görüşmek, öpüşmek… vs olur da bu ikisi, asla… Ne bileyim şöyle bir düşünelim diyorum, o kadar. Ve nedense bazı yazarlarımız sıklıkla kullanmaktan hoşlanıyor “çıkıntı” hadi neyse de “çıkıntılı”yı anlamak zor ve doğru da değil.
Şimdi, crude oil yağ, yeryağı anlamındadır. Almanlar petrola, erdöl, (yeryağı) doğalgaza da erdgas (yergazı) diyor. Çünkü bunların tümü doğal, yerden çıkıyor. Yakacak anlamında ise fuel oıl diyoruz, anlamak zor gerçekten. Yabancı sözcükleri olduğu gibi alıp kullanmamız gerekir. İçinden herhangi bir harfini değiştirdiğimizde Türkçeleştirmiş olmuyoruz. Buna hem hakkımız yok, hem de doğru değil yaptığımız. Örneğin, dinozor– dinazor, menopoz-menapoz, super-süper, sutyen– sütyen olduğunda bizce doğru yapmış olmuyoruz. Başka dillerden adapte ederek sözcük oluşturmakla Türkçe zenginleştirilemez, tam tersi dilimiz ortadan kalkar. Yani iyilik var dövmekten beter olur. Oysa çeviri yapılabilir veya aynen kullanılabilir.
Bizde sözlük değil, sözlük adı altında âdeta ansiklopedicik hazırlanıyor. Örneğin Türkçeymiş gibi yazılan “payplayn ve payreks” gibi sözcüklerin Türkçe sözlüklerde yeri olmamalıydı. Oysa hazırlanan sözlüklerimizin % 60’ı bu türde… Her dilden, özellikle de Arapça, Farsça, İngilizce, Almanca, Fransızca sözcüklerle dolu. İşin tuhafı da konuşurken de yazarken de kullanmıyoruz bunları. Oysa bu tür sözcükler, “Yabancı Sözcükler Sözlüğü” adı altında ayrı bir çalışma olabilir. Allah aşkına “peçiç” diye bir şey duydunuz mu? Hintçeden geçmiş dilimize. Yedi deniz hayvanı kabuğu ile oynanan bir oyunmuş. Dedim ya her dilden eskinin eskisi ve üstelik de hiç kullanmadığımız sözcükler var. Şişirilmiş bir sözlükle dilimiz 60.000 kadar sözcük, deyim, atasözü, vs ile de 90.000 daha, toplam 150.000 lik bir birikim. Günlük kullanılırlık mı yoksa kullanılmayan ve size ait olmayan çokluk mu önemli? Patchwork (peçvork) peçvörk yapınca Türkçeleşmiş olmuyor maalesef. Yamalı bohça, kırkpare anlamında. Oysa İngilizcede karşılığı bu değil ki. Bez parçalarını geometrik şekillerle birleştirip örtü yapma sanatı, duvar, bahçe düzeni için de geçerli üstelik. “Muteriz” (Ar.) şimdi “itiraz”ı anladık da buna ne gerek vardı demek yanlış mı? “Mutavaat” itaatetme boyuneğme, uyma anlamında. “İtaat”ı anladık, kullanıyoruz da, peki bu sözcüğe gerek var mıydı?
K, L, M, N, G harfleriyle başlayan Arapça, Farsça ve başka dillerden sözcüklerin Türkçe karşılıkları varken çoğunun, sözlüklerde bunlara yer vermek, üstelik de çekimleri ile ders verir gibi belirtmek Türkçeye ve sözlüklüğe ne kazandırıyor? “Ateş” ile ilgili 56 deyim, atasözü ve çekimli-yapımlı 22 de sözcük var. Ve ne hikmetse bazı sözcüklerin açılımı da yersiz ve yanlış… “Mîr” sözcüğünü arkadaş olarak da açıklamış. Bu yanlış. Soylu-Beydir asıl anlamı. Osmanlıdaki “mal-ı mîrî”e (beylikmal- devlete kayıtlı mülk) ne diyeceğiz?
Türkçe sözcüklerin başında c, h, f, l, m, n, r, v, z harfleri bulunmaz diye biliyorum. Bunlar yabancı kökenli sözcüklerdir ve çoğu da sıklıkla kullanılmamaktadır. Salzbourg (Fr.) diye bir yer yok. Doğrusu Salzburg (Alm.)
Kimi tanımlar, açıklamalar da yanlış, ama ben çok çarpıcı bir örnekle yetinmek istiyorum. Şahı piyon dizisinin üstünden atlatıp satranç tahtasının ortasına koydu. Tümce Çetin ALTAN’a ait. Yazar, bu hatayı yapmış olabilir, ama sözlüğü hazırlayanların anlatımın yanlışlığını bilmesi gerekirdi diye düşünüyorum. Bilmiyorlarsa da araştırmaları gerekirdi. Çünkü satrançta şah, yalnızca çevresindeki karelere birer adım yürür. Hiçbir zaman üstten atlayamaz. (sf.1149) İşte 1999 Dil Derneği Sözlüğü (2 cilt) buna benzeyen yüzlerce doğru yanlışla dolu. Evlere şenlik.
Dil Derneği’nin Yazım Kılavuzu da benzer biçimde… Umarım yeni baskıda bu gibi hatalar ayıklanmıştır dedim. (Almış olan bir dostumdan) Bakmak için elime aldığımda şöyle bir karıştırdım ki… Hani derler ya gelen gideni aratır, işte öylesi bir sonuçla karşılaştım.
Anlayacağınız onca paylaşım sözde kalmışçasına tıpkıbasımla karşılaşmış gibi oldum.
E artık taşı gediğine koyma zamanı.
Deveye, boynun neden eğri diye sormuşlar. Nerem doğru ki demiş, o da.
Ne demişler: Adamın adı Hıdır elinden gelen budur.