Her evin kedisi, köpeği olmayabilir ama bana sorarsanız, faresi muhakkak vardır. Siz yok zannedin!
Şehirlerde binalarımızı birbirine görünmez kollar gibi bağlayan yeraltı dehlizlerinde, elektrik-su, hatta doğal gaz taşıyan boru hatlarının uzantılarında, kuytu deliklerinde, söylemeye ne hacet elbette kanalizasyonların en iğrenç köşelerinde bizim evlerimize almadığımız farelerimiz yaşar.
Biz onları besleriz; bilmeyiz!
Onlar şehrin kedisi ve köpeğinden, kafesteki bülbülünden, akvaryumdaki balıktan çoktur.
Böyle olunca, sadece kadim masallarda değil, dünya edebiyatının neredeyse tamamında farelere rast gelinir.
Unutmak kararıyla fare hakkında yazılanı okur, hafızamızdan hemen siler, bir başka romanda karşımıza çıkana kadar karşılaşmamaya titizleniriz.
Ama onlar bizim apartmanlarımızın altındaki bir dünyada yaşıyorlar.
Biz görmezden gelsek bile roman yazarları onları sayfalara taşır, edebiyatın, romancılığın görünmez kahramanları yapar.
Romancıya o yüzden güvenilmez ama onsuz da edilemez.
Okuduğunuz romanın sayfalarında bir hışırtı duyarsanız, ben söylemiş olayım, belki bir fare dolaşıyordur içinde; az sonra karşınıza çıkacaktır, sakın ürkmeyin, bir şey yapmaz!
Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini eserinden son sayfada kalp kırıklığıyla ayrılanlar arasında benim adıma rast gelebilirsiniz, şaşırmayın.
Corelli, Yunan dilberi Palegia’ya, şu kahrolası II.Dünya Savaşı sonlanınca İtalya’dan geri döneceğine söz verip Yunanistan’ı terk ederken geride mandolinini emanet bırakır; nişan yüzüğüdür o! Ama bir daha hiç dönmez. Oysa dönmüştür, Palegia’nın kapısında oynayan bir çocuk görünce, onun evlendiğine inanıp sessizce geldiği gibi uzaklaşmıştır. Kızarsınız ona, “İçeri girsene be adam! Sor bakalım evlenmiş mi Palegia! Ah Corelli!” dersiniz, fakat romandır bu, bir kez yazılmış-yaşanmıştır, kader gibi geri çevrilemez.
Kitapların da çünkü kaderi vardır: Habent sua fata libelli !
İşte bu, sizlere ‘çaktırmadan’ bana birkaç damla gözyaşı döktüren sonuyla, o romanın faresini anlatmak isterken, bakın tuttuk neresinden lafa girdik.
Corelli’nin askerlerinden Francesco bir fareyi sahiplenmiştir, cebinde gezdirir, adını da Mario koyar. Mario roman kahramanı gibi tam yirmi üç kere ortaya çıkar, sahibi onunla konuşur, dertleşir.
Corelli’nin anlatısından başlayıp fare kapanımızı kütüphanemize kurarsak, altından kalkamayız, dünya edebiyatı baştan sona fareyle doludur.
Garip Hindistan’ın acayipliklerinden birisi olarak bildiğimiz fareye tapınanların kurduğu Karma Mata Tapınağındaki kabaca 25 bin civarında, uzun kuyruklu, bıyıklı ve sivri kulaklı, sinsi suratlı bu kemirgenlerin romanlarımızdan çıkıp gideceği de yoktur.
Biz Corelli’nin fare Mario’suyla oyalanmayalım da okurumuzun koluna girip Türk romanında fare peşinde gezinelim.
En bereketli köşeye kapanımızı kurduk mu, bakın birer ikişer yakalanacaklardır. Bunun için, adı ortalıkta pek sükse yapıp dolaşmamış fakat bize göre edebiyatımızın en usta kalemlerinden birisi olan İrfan Yalçın’ın roman koridorlarında tuzaklarımızı kurmalıyız.
İrfan Yalçın’ın 1980 tarihli Fareyi Öldürmek başlıklı romanı Kafkaesk roman türünün izlerini taşır; 2014 yılında sinemaya “İçimdeki İnsan” afiş adıyla aktarılmıştır. Bir taşra kasabasında yoksulluğun dibine kadar inmiş ailenin âdeta şamar oğlanı olmuş Sabri’nin acıklı hayat öyküsüdür bu. Sabri’nin hayatı baştan sona günâh keçisi olmakla sürer. Sonunda bu temiz kalpli, iyi niyetli kahramanımız çocukluğundan beri ruhunu istila etmiş fare korkusu-Musophobia’ya yenik düşecektir; fareler ona cinayet işletecektir.
Çalıştığı resmî dairede şefini fareye benzeten Sabri, eline geçirdiği bir demir maşayla faresini öldürür. Olmaz demeyin, olur!
Capon Çayevi romanında halim selim çaycı Nuridin Efendi en sonunda bir kadını boğazlamıştı; okurlar “Biz ondan hiç ummazdık, nasıl yaptı bunu?” diye ayıplamıştır; biliriz.
1934 doğumlu İrfan Beyin Fransızca öğretmenliğiyle geçen taşra yılları onu edebiyatımızın kasaba romancıları arasına sokar ama nihayetinde yayıncılığın kalbi olan İstanbul’a gelir, büyük şehir romanları da yazar.
Laf aramızda, kıskanmak değil bizimkisi fakat gıpta edilecek sayıda, pek çok roman ödülü alır.
Romanlarından filme çekilen bir başkası da Genelevde Yas’tır.
“14 Numara” başlığıyla 1985 yılında beyazperdeye taşındı. Roman bir ‘kerhanede’ geçer, müşterilerin sorduğu hep bildik ‘Bu hayata nasıl düştün?’ hikâyelerinin romanıdır.
Lakin romancımızın, her bir karakteri yaşamın içinden devşirip onların en derin yaralarına kadar içlerindeki ruhu teşhir etmesine şapka çıkartılır!
H20 Yayınevi tarafından yapılmış elimizdeki son baskısını okurken, (2019, s.75), İrfan Yalçın’ın Musophobia’sını bir kez daha görürüz: Kızlar müşterisiz kalınca çene çalıyorlar aralarında; mevzu fare! Lakırdı İstanbul’un arsız kuşlarınca genelev balkonuna bırakılan kurumuş fare kafalarına gelir dayanır. Her sabah balkonlarında gözleri oyuk, dişleri fırlamış fare kafaları bulmaktadırlar.
Birisi diyor, iç çamaşırı yerine kombinezonla dolaşmakta olanı: “Ne var korkacak canım? Fare kafası alt tarafı.”
Öteki kız, ayakları üşümüş de kalın erkek çorabı geçirmiş ayacıklarına, cevaplıyor: “Beyaz beyaz dişler var ama üstünde. Uykuma giriyor bazı…”
Büyük romancımızdır Yalçın. Ne yazık, Ömer Türkeş’in Radikal Kitap Eki’nde 2009 tarihli yazısında aktardığı gibi genç kuşaklarca pek bilinmez; bilinmeyişi ortalıkta dolaşmamasındandır.
> Milliyet Yayınları, 148 s.
> Baskısı yok
Bütün gün o kapı senin bu kapı benim, sellemehüsselam gezinse, böyle mi olur! İrfan Bey öyle yapmaz ama; roman yazmayı, gezinmeye tercih ediyor olmalıdır. Anlatacağı kahramanları roman dünyasına davet eder. Fareleri de…
Alınız, mesela Büyük Soytarı romanını; bu kez, beş ayrı yerde fareden bahsedilir ve bunlardan birisinde, roman kahramanı anlatmaktadır:
“Ne insanlar yaşıyormuş dünyamızda meğer!” dedim; düşte görsen korkarsın! Lağımlardan gelen iri fareler gibiydi çoğu; saç sakal içinde iki kuru göz, -insan gibi bakmayı çoktan unutmuş- tırnaklar parmaklardan uzun; yarı hayvan, yarı diken.” (1982, s.32)
Bu romanında birçok kez fareleri sayfasında gezdiren İrfan Bey, Yorgun Sevda başlıklı muhteşem eserinde sadece bir kez fareden bahseder. “İri bir fareyi üstüne gaz dökerek yaktığını anlatırken Cüce Hamdi, öğürecek gibi oluyor…”
> h2o Kitap, 140 s.
> Satın almak için
Durun daha bitmedi: İrfan Yalçın’ın Aşağıdakiler başlıklı romanını okuyanlardan biraz ödlek olanı, bir süre tuvalete gidip hacet giderememiş olabilir: “Koca koca fareler çıkıyor heladan, benim kedilerden bile büyük, senden bile bü… Yok senden büyük değil. Lağım fareleri nah böyle, ya yatağıma girerlerse? “ (2018, s.17)
Tuvaletler birbirlerine bağlıdır, sanmayın ki siz tek başınıza oturup kalkıyorsunuz, karşı apartmanın falanca dairesindeki filanca da aynı boruların bir ucuna oturuyor ve bu şebekenin içinde fareler yaşıyor. Biz romanlara devam edelim, bırakalım, orada yaşasınlar. Onların da varoluş yazgısı, doğada üstlendikleri görev bu!
İrfan Bey, her zaman ürkünç farelerden bahsetmez, roman kahramanı yeteri kadar çile çekiyorsa ona sevimli farecikler de gönderir. Uzun Bir Yalnızlığın Tarihçesi’nde, bu kez, sayfalarına sevimli bir fındık faresini davet eder…
> h2o Kitap, 144 s.
> Satın almak için
Romanında komünist takibiyle tutuklanmış kahramanı acıklı hikâyesi bizi zaten yeterince üzecektir. Muhtemelen eski polis merkezi Sansaryan Hanı’ndaki tabutluk hücresinde sorgulanır kahramanımız. Fakat İrfan Bey bu kadar eziyete dayanamaz ve zor günlerinde ona, işkence gören siyasi tutukluya bir fındık faresi salıverir. Fındık faresiyle barışıktır yazarımız, roman kahramanı da öyle… Kimselerin gelip gitmediği o ıssız yalnızlık günlerinde fındık faresinden başka ziyaretçisi yoktur, bizimkinin. Zaten işkence odasına bir de azgın fareleri göndermeye hangi roman yazarının gönlü razı olur?
“Fındık faresi için ayırdığım ekmek kırıntılarını kapının önüne dizip küçük bir çocuk gibi onun gelmesini bekliyorum ama gelmiyor.” (2017, s.19)
Demek farelerin beklendiği zamanlar da vardır.
Romancımız roman kahramanlarını farelere benzetmeye kadar işi vardıracaktır. Bu kez Annem, Babam ve Ben başlıklı romanına gidiyoruz. Romanda damat adayı birisi var, cüce gibi kısacık bir adam; fakat cüce değil. Roman anlatıcısı kahramanımızın halasına talip; kız istenecek:
“Uyanık bir düş görür gibiyim; bıyıklı, kambur cücenin incecik fare sesi, fare gözleri, nezleli yüzü, silmekten kızarmış küçük burnu, maymunsu bakışları… “Ölür de evlenmez o cüceyle benim kardeşim,” diyor babam eve dönünce, “kavak gibiyim onun yanında ben.”
Kızı aldı mı almadı mı, romanı okuyanlara bırakalım.
Haydi şimdi, Zonguldak’ın madencilik dünyasına bir yolculuk yapalım; romandan romana zıplayarak.
Bu kez, Ölümün Ağzı romanındayız
2.Dünya Savaşı yıllarında insanların zorla, mükellefiyet adı altında, kömür madenlerine indirilip çalıştırıldığı o yıllar.
Jandarmasız taşra romanı olmaz, burada da var; hem de fareli:
“…. Yığılmış odunların arasından koca bir fare nereye kaçacağını bilemeyerek kapıya doğru koştu, şaşkın şaşkın. Kocamandı karnı. Zor taşıyordu. Candarma, « Gebe » diye mırıldandı, kurnaz kurnaz gülümseyip. Sonra bir iki adım atararak çok doğal bir şey yapıyormuşçasına ayağıyla ezdi fareyi. İnsan sesini andran, tuhaf, acıklı bir ses çıkardı fare.”
Mideniz bulandı… Peki, bir daha böyle alıntılar yapmam; söz!
> h2o Kitap, 272 s.
> Satın almak için
Pansiyon Huzur romanında İrfan Bey de böyle düşünmüş olmalı, insaflı davranıp sadece bir kez fare lakırdısı etmiştir; kolay tarafından.
Pansiyon sahibesi İnci’den bahsediyor. “İnci cin gibi bakıyordu; fare yakalamış bir kedi kadar keyifliydi.” (2018, s.97)
Bu kadarcıktan hiçbir şey olmaz, korkulmaz!
Fare her yerde var, alışın diye yazıyor romancılar. İrfan Yalçın’ın Pansiyon Huzur’unda bir satıra sığan fareye siz aldırmayın.
Fareler öylesine her yerdedir ki, dolaba girmiş zampara gibi saklanmaya bile gerek duymaz, haydutluğa devam ederler.
Fareli Köyün Kavalcısı öttürsün dilediğince, ona aldanıp arkasından gittiklerine siz bakmayın. Vardır elbette onların bir niyeti…
Musofobi yüzünden depresyona girmiş Walt Disney’in sonunda çareyi Micky Mouse karakteri yaratmakta bulduğu söylenir. Öyle ki, bununla yetinmez, Tom & Jerry karakterlerini de yaratır. İşgüzâr kedi Tom ve sevimli farecik.
Bir de John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar romanı var ama bu ayrı bir yazının mevzusudur; beni daha fazla yormayınız.
Söylendiğince, batan gemiyi evvela fareler terk ediyorsa, çiftlik danası gibi besili bir fareye yazımızın küpeştesinde rast gelmeden, S.O.S mesajını çekip, müsaadenizle tahliye sandalına önce ben binivereyim.
Sandalın neresine fare saklandığına sonra bakarız.