Değerli okur…
Deniz nedir sizce?
Denizci değilseniz, doğa karşısında hissettiklerinizi biraz tuzlu su ile harmanlayıp, uçsuz bucaksız burçak tarlalarında uzanıp giden buğday başaklarının fısıldayan sesidir, diyebilirsiniz.
Eğer gemiciyseniz; günlerce esen ‘lodos’un, ‘poyraz’ın ya da ‘karayel’in kulaklarınızda çınlayan uğultusudur zaten deniz. Şöyle de söyleyebiliriz:
Kıyıdayken, yalçın kayalıklara vuran bembeyaz dalgaların ürkütücü heyecanı, ya da suskun kumsallarda sevişir gibi nazlı nazlı dans eden dalgaların ninni sesleri; gemideyken, uçsuz bucaksız denizlerin içimize doldurduğu sonsuzluğun büyüleyici huzurudur.
Esasında deniz, görmediğimiz, bilmediğimiz ufkun ötesindeki gizemli yerler, hayalimizdeki başka başka dünyalardır. Havasını, suyunu, bulutunu, rüzgârını, turkuazını, yeşilini, gecesinin ay ışığını, yakamozunu, gökyüzünün yıldızını, dibinin balığını, böceğini, yosununu, süngerini, sahilinin çiçeğini, ağacını, yemeğini, şarabını, aslında insanını merak ettiğimiz yerdir.
Elbette Marmara da deniz, okyanus da deniz! Kadıköy’den Eminönü’ne şehir hatları vapuruyla geçip beni lodos çarptı derseniz de denizdesiniz, dalgaların hiçbir kara parçası tarafından durdurulmadan dünya etrafında dönüp durduğu güney okyanusunda ‘Kükreyen Kırklar’, ‘Öfkeli Elliler’, ‘Çığlık Atan Altmışlar’da rüzgârların sürekli kasırga ve fırtına şeklinde estiği, dalgaların 40 metre yüksekliğe ulaştığı yerlerde aylarca seyrederseniz de denizdesiniz.
Deniz demek sadece yosun kokan, tuz kokan, kız kokan, masmavi suyu sevmek değil ki; fırtınayı, rüzgârı, dalgayı, yağmuru, ıslanmayı, kaçmayı, kovalamayı, mücadeleyi, sabretmeyi, doğayı sevmek; akıl ve bilgiye saygı duymaktır. Yaşamdaki yerini, insan olarak haddini de bilmektir…
Bana sorarsanız eğer, deniz sonsuzluktur, derim. Neden mi? İnsana sonsuzluğu hissettirdiği için. Bakın geçenlerde deryada geziyorum. Etrafta kimsecikler yoktu. Gecenin karanlığında yol alıyordum. Dümene sıkıca tutunmuş, heykel gibi dururken bakışlarım denizin uzaklarına kaydı. Yukarıda kara bulutlar güneye doğru koşa koşa akıyor, güverte yeli içimi ürpertircesine esiyordu. Serin havaya aldırmadan gecenin karanlığında, uzaklarda bir sahilde yanıp sönen fener ışıklarını izliyordum. Bir anda uzak sahilde ardı ardına beyaz ışıklar çaktı, denizin üstü yakamozlandı. Belli ki çakan fener hüsufluydu, aydınlığı karanlıktan uzuna ayarlanmıştı. Derin derin serin havayı içime çektim. Denizin güçlü dalgaları küçücük teknemi ceviz kabuğu gibi sallıyordu. Kuzeyde bulutlar kapkaraydı. Yağmur bulutları arasında ışık selleri çakışıyordu. Uzaklarda bir yerlere şimşekler düşüyor, denizin üzerini aydınlatıyordu. Sahil fenerlerinin ışıkları şimşeklerle boy ölçüşemezdi, hepsi karanlıkta kayboldu. Kuzeydeki cephe hızla döndü, bana doğru yaklaştı. Şimşekler çaktıkça, karanlık denizde dalgaları yara yara ilerleyen teknem, direğinin en tepesine kadar ışıkla yıkanıyordu. Yağmur çiselemeye devam ederken, önce ipil ipil, sonra damlalar sıklaştı, irileşti, bir anda sağanak başladı. Sular güverteyi yıkayıp dört bir yandan oluk oluk denize akıyor, sağanak dinmek bilmiyordu. Karanlık denizin sessizliğini rüzgârın hoyrat sesi yırtıyordu. Vuuuv… Vuuuv…
Dümeni sahile doğru kırdım. Böyle ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Yağmur dindi. Kara bulutlar hızla uzaklaştı. Teknem rotasında kuğu gibi ilerliyordu. Taze havayı ciğerlerime çektim, şimdi kendimi daha iyi hissediyordum. Gün henüz ağarmamış, denizin üstü siyahtı. Saatime baktım, fosforlu kadranı altıyı gösteriyordu. Güneşin doğmasına en az bir saat vardı.
Yıldızlar buz tutmuş, cilalanmış gibiydi. Ay ışığı önce denize vurdu, ardından pruvamda yükselen dağlara. Dağların heybeti yüreğimi ürküttü. Sanki beni gözetliyorlardı. Tepeleri karlarla kaplıydı. Kıyıya yaklaştıkça bodur çalılar, deniz yosunları ve likenlerle örtülü demir rengi, kömür rengi kayalık yamaçları gördüm. Kayaların üstleri bıçak gibi sivriydi. Üstünde yalın ayak gezilmez, keserdi. Güverteyi sahilden esen yelin getirdiği ateş rengi, altın sarısı, kırmızı, kahverengi mis gibi bir toprak kokusu sardı. O anda yamacın arkasını saran vadide pembe, süt beyaz, ak beyaz ve yemyeşil çiçekler düşledim. Ne cennette vardı öyle çiçekler ne de başka bir yerde. Üstelik her dakika, türlü türlü renge giriyordu. Bir bakıyorsun bir yer morumsu, yer yer koyu mavi, bazen de solgun. Bilirsiniz gün doğarken kıyıların renkleri insanı deli eden bir renk cümbüşüyle oynaşır.
Ve yeniden başımı yukarı kaldırınca, gökyüzünü boydan boya kaplayan karanlık perdenin içinde milyonlarca yıldızın ışıldadığını gördüm. Samanyolu diye mırıldandım. Geriye doğru kaykılıp boynum tutulana kadar yıldızları seyrettim. Şu ufkun üzerinde titreyen Venüs olsa gerek. Öyle güzel bir manzara ki! Yüreğim o an çocuklar gibi pır pır atmaya başladı. Sanki o parıldayan yıldızlara elimi uzatsam tutacakmışım gibi görünüyordu. Hatta bir ara kollarımı yıldızlara doğru uzatarak birkaçını yakalamayı bile denedim. Tutamadım, çok ama çok çok uzaklardan göz kırpıyorlardı.
İşte o anda “şu evren ne kadar da büyük Tanrım!” diye mırıldanırken, aslında denizin, Tanrı’nın sonsuzluğunun dünyadaki yansımasından başka bir şey olmadığını anladım…