Edebiyatta bilinç akışı tekniğinin usta yazarı James Joyce’un eşi Nora’ya yazdığı mektubun 240 bin Sterlin’e satıldığını okurken içime en insani yanımızı yok etmenin acısı çöktü. Ama hemen belirtmeliyim ki klasörler dolusu sakladığım mektuplarımın hiçbirini yüz binlerce Sterlin’e satılan o mektupla değişmem.
İşte edebiyatımızın dik duruşlu yazarı, öykücü, romancı, araştırmacı Demirtaş Ceyhun’un ölümünden beş yıl önce 19 Nisan 2004’de bana yazdığı mektup hazinemin en değerli parçalarından birini oluşturuyor. Onun yazdıklarına geçmeden önce son romanım Ruhu Terbiyesiz Adam’da artık hayatımızdan çıkardığımız bu kavramla ilgili olarak kitabın kahramanının söylediklerini paylaşmak istiyorum. Mektuplaşma bugüne kadar kaç romanın kurgusuna girmiştir bilmem mümkün değil. Ama bir edebiyatçı olarak kendi adıma, üzerlerine özlediklerimizin kokuları sinmiş o yazışmaları romanımda en saf haliyle kullanmaya çabaladığımı rahatlıkla söyleyebilirim.
“Mektuplar ayakta tuttu beni.
Hani şu montumun sağ üst cebinde içim titreyerek sakladığım, tel örgülere her bakışımda yerlerinde duruyorlar mı korkusuyla yokladığım mektuplar.
Onlar olmasaydı bu kuşatılmışlık karşısında dayanacak gücü nasıl bulurdum?
Halıcı’nın kargacık burgacık, annemin dağınık, Buket’in inci tanesi harflerle ördükleri, soluksuz kaldığımda derinliklerine sığındığım dünya içinde bir dünyaydı onlar.
Her ruhu terbiyesizin bir mektup çağı vardır.
Ben zamana karşı kırılganlıklarımızın artmasında mektuplaşmaların taşıdığı içtenliği, sıcaklığı yitirmiş olmamızı önemseyenlerdenim. Mektuplar kişisel hayatımızın hafızasıdır. Onların izini sürerek ulaştığımız anımsamaların, zamanın üflense dağılıp parçalanmaya hazır bölümlerine ilaç gibi geldiğini görmek ne eksiksiz bir doyumdur. Böylesine işleve sahip eşdeğerde başka bir şey düşünemiyorum. Bugünün altını yazarak çizen, çizdiklerini yırtılıp atılmadıkları sürece kalıcı kılan, koruyan, süreç ilerledikçe köklerinden kopmuş açıkta duran uçları sözcüklerle birbirine bağlayarak, yürekten eksilenlerin geride bıraktığı boşluğu sessiz sedasız dolduran müthiş bir güç.
Ne zaman ki o elini ayağını çekti üstümüzden, dünya daha soğuk ve karanlık bir döneme doğru yuvarlandı.
Aydınlık yüzümüzü, masumiyetimizi biraz da böyle yitirdik.
Sonradan tuzağına düştüğümüz elektronik yazışmalar, geçmişin mutlu zamanları olarak tanımlayabileceğimiz mektup çağının bitiminde, üzerimize düşmüş bir buzul tabakası gibi aklımızı, ruhumuzu parçaladı. Elektronikte, yani görünmeyenin, sanalın saltanatında ellerimizden bağımsız çalışanın işleyiş biçimine koşulsuz boyun eğdiğimizden bu yana, kendimiz olmaktan çıktık. Sanalda başkasının kimliğine bürünerek güçlüyü, yetenekliyi oynama komedisi, en kolay yöntemlerden birine dönüştü. İnsanı sıradanlaştıran, kimliksizleştiren bu cehennemde, sıradan olmayanlara, vitrindekilere benzeme hastalığı zamanla bütün değerlerin önüne geçti. Özellikle gazete ve televizyonlardan aşırılmış kişilikleri kalkan yaparak, hayallerini karşı tarafa sunma oyunu bu aptalca işleyişin özünü oluşturdu. Bize ait olmayan düşünceleri klavyeden o an aklımıza nasıl eserse, oraya buraya savurma hastalığı, elektroniğin dünyasında tam istediği ortamı yakaladı. Sanalın basit, kolay, işlevsel ve hızlı olma gibi insanın iştahını kabartan özellikleri; bir ekranın karşısında, beynimizden önce tuşların ne yapacağına bakarak seçtiğimiz sözcüklerle, özgün düşüncelerimizi yazıyormuş gibi görünme çabası beraberinde ikiyüzlülüğü getirdi.
Oysa insan ilişkilerinde ikiyüzlülük taşınması son derece ağır bir yüktür.
Giderek hantallaşan, hantallaştıkça taşıyanı her şey yolundaymışçasına yalanlara, gülümsemeye değil de sırıtmaya zorlayan bir yük.
Bu noktada kalemi klavyeyle kıyaslamak aklımın ucundan bile geçmez.
Mektupta anlatacaklarımızla elimiz arasında seçim yapmanızı gerektiren bir şey yoktur. Öylesine baş başayızdır ki kendimizle, tek yapmamız gereken yoğunlaştığımız anın ayrıntılarını kâğıda aktarmaktır. Çünkü yanlış yazılan sözcük, hece ya da harf öylece kalakalır kâğıdın beyazında. İşin yoksa sil, silemiyorsan karala ya da yırtıp at. O nedenle mektupta düşünerek yazmanın titizliği bütün anlatımı etkiler, biçimlendirir. Elektroniğin varla yok arası, gerçek demeye bin tanık isteyen, hadi bir daha bakayım deseniz sanalın dipsizliğinde kaybolmaya yatkın duruşu, insana güven vermekten çok uzaktır. Dolayısıyla bakışlarımızın, parmak uçlarımızın orasına burasına değdiği, elle tutulur, gözle görülür somut bir varlıktır aslında mektup. Eğer derinlemesine algılanırsa sahibinin sıcaklığını, kokusunu taşıdığı bile söylenebilir. Anlatacaklarımız bittiğinde katlayıp zarfa koyduğumuz, kapatmak için zamklı yerini dilimizle ıslatıp avucumuzla bastırdığımız, bizden böylesine izler taşıyan bir ulaktır mektup.” Ruhu Terbiyesiz Adam 13. Bölüm S/ 141
Ben düşüncelerinden dolayı televizyondan atılan ilk gazetecilerdenim.
Ekranlarda haber programı yaptığım süreçte ustam, büyüğüm Demirtaş Ceyhun’la zaman zaman konuşur, dertleşirdik. Bana yolladığı mektubu o paylaşımlarımızın bir özeti olarak değerlendirebilirsiniz.
İstanbul 19 Nisan 2004 Sayın Ferhan Şaylıman Holdingci yayın dünyasının sansüründen kurtulup özgürce yazabilmek için kitaplarımı kendim yayımlamaktayım. Ancak olanaklarımın sınırlılığı yüzünden dağıtılmasını ve tanıtılmasını yeterince sağlayamıyorum. Bu nedenle haberinizin olmadığından kuşku duymadığım kitaplarımdan birkaçını, programlarınızdan edindiğim izlenimle size özel olarak göndermekte yarar gördüm. Sayın Şaylıman 12 Eylül, birçok aydın gibi benim de düşünce dünyamı tepeden tırnağa sarstı. Bu nedenle 1980’lerden bu yana öykü ve roman yazmaya ara verip, ‘’Biz kimiz?’’ sorusuyla boğuşuyorum. Ama daha ilk adımda karşılaştığım, aydınlarımızın tembelliği konusundaki şaşkınlığımı anlatamam. Örneğin ‘’medrese’’ konusunda bile şöyle doktora düzeyinde hangi büyük üniversitemiz ciddi bir çalışma yapmış? Hâlâ tek kaynak Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın 30-40 sayfalık yazısı. Öyle ki, Mustafa Kemal’in “Tevhid-i Tedrisat” yasasının bile, sanki amacı medreseler ile mektepleri birleştirmekmiş gibi bir yanıltıcı çarpıtmayla “Eğitimin Tekliği” yerine “Eğitimin Birliği Yasası” şeklinde güya Türkçeleştirilmesine bile tepki gösterilmemiş. Sayın Şaylıman Beni asıl şaşırtan konulardan biri de “laisizm” oldu. Örneğin hâlâ hiçbir aydınımızın bu konuda 1931 yılında CHP yöneticilerince hazırlatılmış ‘’Türkiye Cumhuriyeti Tarihi’’ adlı kitaptaki, güya halkın kolay anlaması için vulgarize edilmiş ‘’Din ile dünya, din ile devlet işlerinin ayrılmasını anlatan bir tabirdir’’ şeklindeki tanımı yinelemekten sakınca duyduğu yok. Oysa din ile devlet sözcüklerinin birbirleriyle hiçbir ilgisi yok. Çünkü biri ideolojik bir kavram, diğeri ise yönetsel bir terim. Gene, diyelim modern kavramı üzerinde de aydınlarımızca yapılmış ciddi bir çalışma bulabilmek olanaksızdı. Kısacası aydınlarımız ne İslamiyet konusunda yeterli bir çalışma yapmışlardı, ne de dışarıdan ardı ardına ithal ettikleri Fransız devriminin ürünü demokrasi, anayasal düzen, parlamento, kamusal alan, halkın eğitimi, kültür, uygarlık vb. gibi kavramların üzerinde yeterince düşünmüşlerdi. Oysa nüfusunun %90’ının Müslüman olduğu söylenilen bir ülkede İslamiyet ve laisizm, demokrasi ve modernizm kavramları yeterince tartışılmadan demokratik bir düzen kurulabilmesinin olanağı yoktu. Son üç kitabımda ben de bu kavramları irdeliyorum, ancak holding medyası ve gazeteleri özellikle İslamiyet kavramının ilahiyatçı, suni-hanefi ulemanın dışındaki kişilerce ele alınmasından hoşlanmadıkları için çalışmalarımı kimseye duyuramıyorum. Belki ilginizi çeker diyerek ilişikte gönderiyorum o kitaplarımı. Saygılarımla. Demirtaş Ceyhun |