Sabah çalan telefonla uyandım.
Genco Erkal aramızdan ayrılmış. Bir an ne söyleyeceğimi bilemedim.
“Nereye Gidiyoruz” oyununun final sahnesinde seslendirdiği dizeler geldi aklıma salkım saçak:
“Bitki olacaksam, çayır çimen olayım / Aman baldıran değil / Yol altında kalacaksam / Gelin arabaları geçsin üstümden / Çelik paletler değil / Üstümde çocuklar koşuştursun / (…) / Ölünce yaşamalıyım defne yapraklarında.”
31 Ocak 2015 günü, “Dionysos’un Çocukları” dizimiz kapsamında, Yavuz Pak ile, Kenter Tiyatrosu’nda gerçekleştirdiğimiz o söyleşiyi hatırladım birden.
GENCO ERKAL
ASLAN ASKER ŞVAYK POPRİŞÇİN’E KARŞI…
Radyo günleri. Altmışlı yılların ortası olmalı. Saz eserleri biter, heyecanla, nasıl derler yüreğim ağzımda beklediğim o anons duyulurdu nihayet:
“Uğurlugil Ailesi. Yazan Selçuk Kaskan. Bu bölümde rol alan sanatçılar: Yıldız Kenter, Müşfik Kenter, Çolpan ilhan,Tevfik Gelenbe, Genco Erkal, Erol Günaydın ve Pekcan Koşar.”
O ses. Uğurlugillerin oğlu Doğan. O sesi hiç unutmadım. Salim Bey, Nebahat Hanım, Nurcihan Kalfa,Türkan Abla ve Doğan Ağabey onların gerçekten radyonun içinde yaşadıklarını hayal ederdim. Çocuktum.
Yıllar geçti. Tarih 31 Ocak 2015. Cumartesi. Saat 17.16
Gizleyecek değilim, Genco Erkal ile konuşurken Yavuz ile kanatlanmış kalp atışlarımızı duyduk sık sık. Duvarda menevişlenen koyu gölgeler… Gözlerine, yüzüne baktık anlatırken. Hipnotize olmuş gibiydik karşısında.
– Robert Kolej’de okurken Shakespeare’in bir oyunuyla ilk kez sahneye çıktınız…
– “Evet, ‘Venedik Taciri’ ile. İngilizce olarak oynamıştık.”
– Öncesi var ama değil mi ?
– “Daha okula gitmeden, kuklalar yapar, onlarla kendi uydurduğum piyesleri, aile bireylerine, komşulara, arkadaşlarıma oynardım. Aslında yengemle tiyatroya gidiyorduk. Garip bir histi bu; bir heyecan, diyelim, bir bağ. İsmail Dümbüllü, Muammer Karaca gibi aktörleri izleme fırsatım oldu o dönemde. Etkilendim… Öyle ki, evde izlediğim oyunlardan aklımda kalanları canlandırmaya başladım. Bizimkiler tiyatroya gitmemize karşı bir tavır içine girdiler bendeki bu eğilimi fark edince. Yasak geldi.”
– Anladığım kadarıyla aile biraz mesafeli tiyatroya karşı.
– Annem de, babam da kültürlü, okuyan insanlar olmalarına rağmen tepki gösterdiler tiyatroya olan sevgime. Seneler sonra annem itiraf etti ki, meğer bohem bir hayata kaymamdan; babamsa başarılı olamazsam, derin bir mutsuzluk duyacağımdan yana korkmuş. Oysa Kolej sonrası ABD’de tiyatro eğitimi almak istiyordum. Bunun bedeli, yani tiyatroyu seçmenin bedeli, evden bir daha dönmemek üzere ayrılmak olacaktı… İkinci bir seçenek bulmalıydım.
– Ve sonra ?
– Psikoloji. İstanbul Üniversitesi’nde Psikoloji Bölümü’ne girdim. Ev açısından sular durulmuş gibiydi. Ama tiyatroyu bitirmem mümkün değildi. Ergun Köknar, Çetin İpekkaya, Ani İpekkaya, Atilla Alpöge ile amatör bir topluluk kurduk: ‘Genç Oyuncular’. Erdek’te yapılan Kültür ve Sanat Festivali’ne katıldık. Tolga Aşkıner, Arif Erkin, Çiğdem Selışık, Beyhan Türel, kimler yoktu ki kadroda… İnanılmaz kısıtlı imkanlarla, kahvehanelerden topladığımız iskemlelerle filan oyunlar oynadık. Rice, Ionessco, Achard’dan oyunlar sergiledik. Bir yandan da; ‘Ayyar Hamza’, ‘Bir Pazar Tatili’ ,’Kel Şarkıcı’, ‘Shakespeare Matinesi’, Keloğlan masallarından pandomim gösterileri. Muhsin Ertuğrul gelip izledi bizi. Büyük bir destekti bu bizim için.
– Muhsin Ertuğrul faktörüyle Genco Erkal’ın ilk karşılaşması olsa gerek…
– İki öneri birden geldi Muhsin Bey’den birbiri peşi sıra. Azra Gün’ün oynadığı ‘Yaramaz Çocuk’ adlı oyunu İngilizce’den çevirmemi istedi. Yıl 1959. Yirmi iki yaşındaydım. Yıldız ve Müşfik Kenter, Devlet Tiyatrosu’ndan istifa edip İstanbul’a gelmişler ve ‘Salıncakta İki Kişi’ ile başarılı bir çalışmaya imza atmışlardı. İşte tam da o günlerde Muhsin Ertuğrul’dan ‘Çöl Faresi’ için haber geldi… Öyle bir kadro ki, Milli Takım gibi adeta. Yıldız ve Müşfik Kenter, Lale Oraloğlu, Cahit Irgat, Şükran Güngör, Turgut Boralı, Sadri Alışık… Elim ayağım birbirine geçti, diyebilirim. Ne yapacaktım? Babamdan çekiniyordum. Sonunda en azından bir kez deneyeyim, üstelik koskoca Muhsin Ertuğrul beni istedi, dedim. Babam biraz ikna oldu. Özellikle Muhsin Ertuğrul adını duyunca, yelkenler suya indi, diyebilirim.
– Oyun başladığında babanızın tepkisi?
– Gelip izledi. Kadro, oyunculuk her şey etkilemişti onu ve o günden sonra hep yanımda oldu, beni destekledi.
-27 Mayıs dönemi… Davalar, idamlar… Yeni anayasa. Kenter, Arena, Ankara Sanat Tiyatroları. ‘Aslan Asker Swayk’ ile gelen ilk ödül. Genco Erkal adının duyuluşu…
– Evet, Asaf Çiğiltepe, Ergün Köknar, Ani İpekkaya gibi isimler Arena Tiyatrosu’nu kurmuşlardı o günlerde. Beni davet ettiler. Düşündüğün bir oyun var mı ,diye sordular, ‘Aslan Asker Swayk’ dedim hemen. Kenterler, ‘Swayk’in episodik bir yapısı olduğunu ve kendi tiyatrolarında bu türden kabare tarzı bir oyunun pek çizgilerine uymayacağını söylemişlerdi daha önce. O zaman izin verirseniz gidip Arena’da bu oyunu oynayayım, sonra geri gelirim dedim. Gittim ama dönmedim bir daha. Farklı bir sapakta buldum kendimi.
– Yıl 1965. Türk Tiyatrosu’nda bir ilk yaşanır. Tek kişilik oyun… İtiraz edenler çıkar, başarısızlığın kaçınılmaz olacağı fısıltıları dolaşır kulislerde. Paranoid şizofren, tutsak edildiği düzene isyan eden Poprişçin, kısaca ‘Bir Deli’nin Hatıra Defteri’. Yepyeni bir başlangıcın, bir tiyatronun işaret fişeğiydi sanki.
– Aslında adam bir oyuncu… Hayatını bir tarafta yazıp yönetiyor, diğer tarafta oynuyor. Yani derinliğine bakarsak üç katmanlı bir oyun karakteri Poprişçin. Teksti daha ilk okuduğumda, ‘Tamam bu benim oyunum, mutlaka oynamalıyım,’ diye düşündüm. Ankara Sanat Tiyatrosu projeye çok sıcak baktı. Zaten Asaf Çiğiltepe ile de daha öncesinden çalışmışlığımız vardı. Dediğiniz gibi, bazı moral bozucu konuşmalar yapıldı sağda solda, yılmadım… Diyebilirim ki, hırsım daha bir bilendi bu dedikodulardan. Kendi dünyasına sığınmış, içinde varolduğu düzeni reddeden, isyan ve öfke nöbetleri geçiren Poprişçin büyük bir başarı elde etti. Yine Ankara Sanat Tiyatrosu’nda ‘Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi’, ‘Durdurun Dünyayı İnecek Var’da rol aldım.
– ‘Keşanlı Ali Destanı’na, özellikle de yaşar kıldığınız İzmarit Nuri’ye gelmek istiyorum. Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu…
– ‘Midas’ın Kulakları’, ‘Canlı Maymun Lokantası’, ‘Keşanlı’dan sonra ‘Direklerarası’nı sahneye koydum ve oynadım. Bu arada ‘Othello’, profesyönel oyunculuk hayatımda oynadığım tek Shakeseare piyesiydi. Iago’yu canlandırmıştım. Yalçın Tura’nın müziklerini yaptığı, Haldun Taner’in ‘Keşanlı Ali Destanı’nı daha okur okumaz, bunu yapmalıyız, dedim Gülriz’lere… Bazı tereddütleri vardı başta. Tiyatrolarınının zor bir süreçten geçtiği günlerdi. Sorumluluğu alıyorum, bu oyun olay yaratacak, dedim. Ve provalar başladı.
– O tereddütler nelerdi?
– Engin Cezzar daha çok Amerikan Tiyatrosuna, doğal olarak Broadway müzikallerine aşinaydı. Gülriz Hanım, annesinden dolayı, daha çok operetleri biliyor, Strauss filan. Gülriz Hanım “Bir düet bile yok! Başkahramanların karşılıklı gelip birbirlerine aşklarını ilan ettikleri bir düet bile yapmıyorlar!” dedi. Ben de dedim ki “Gülrizciğim, bu operet değil ki. Ayrıca Amerikan müzikali de değil. Bu epik bir oyun. Bunda düet, arya aramamak gerek. Bu farklı bir tarz”. Doğrusunu isterseniz ben ısrar ettim çok. Bambaşka bir müzik ve tiyatro anlayışıyla karşı karşıya olduğumuzu anlattım. Kabul ettiler sonunda. Tahminimde yanılmamıştım ‘Keşanlı Ali Destanı’ büyük ilgi gördü. Dev bir kadroydu. Semiha Berksoy, Mehmet Akan, Aydemir Akbaş, Gülriz Sururi, Ani İpekkaya, Engin Cezzar, Vildan Gürelman…
– Politik tiyatro olarak çizgisini hep korumuş, yolundan asla sapmamış, ödün vermemiş Dostlar Tiyatrosu’nu 1969 yılında kurdunuz.
– Politik Tiyatro’nun bizde başlangıcı Arena Tiyatrosu’dur aslında. Asaf Çiğiltepe’dir bana göre bu hareketin çıkış noktası. Mesela, tarz itibarı ile tuluata daha bir yakın olsa da, Muammer Karaca da politik oyunlar yapmıştır. Arena, Ankara Sanat ve Dostlar Tiyatrosu ise Brecht’e yakın olmuştu.
– Belli bir özdeşim kurduğunuz, ne ihanet ettiğiniz, ne size ihanet eden iki yazar var değil mi hayatınızda?
– Biri Nazım Hikmet. Diğeri Bertolt Brecht. Her ikisinin de oyunlarını oynadım. Şiirlerini seslendirdim. Epik oyunculuğu Brecht ile inceledim. Şunu itiraf edebilirim içtenlikle, her ikisi de düşünüp, hissedip yazamadıklarımı kağıda dökmüşler, birer nefes bırakmışlar arkalarında. Bilir misiniz, aslında karamsar, içe dönük bir insanım ben, hemen moralim bozulabilir… Tiyatro bu bağlamda onarıyor oyuncuyu. İzleyiciye umut verirken kendini de iyi hissediyorsun çünkü. Alkışlar, beğeni dolu alkışlar, seyirciyle kurulan o organik bağ. O duygu alışverişi, o kabul görüş… Nasıl desem, bir tür tek beden oluş, aynı soluğu paylaşıyor olmak ayakta tutuyor oyuncuyu her zaman.
– Ama baskılar, sansürler de var…
– Mahkeme kararıyla yasaklanan oyunlarımız oldu, biliyorsunuz. Sahneye molotof kokteyli atıldı… Turneler engellendi. Hiçbir zaman, en ufak bir suç unsuruna rastlanılmadı oyunlarımızda. 12 Mart, 12 Eylül’ün getirdiği zorluklar yakamızı bırakmadı bir türlü. Tüm bunlar mücadele gücümüzü diri tuttu ama; gevşemedik, kenara çekilmedik. Sözlerimizi söylemenin yollarını arayıp bulduk her defasında. Anlayacağınız oradan sille, öbür taraftan tokat, bir tekme, bir tekme daha… Tiyatronun gücü, kimilerinin gözünde fazla abartıldı hiç kuşkusuz.
– Tiyatronun gücü fazla abartıldı, dediniz…
– Öyle ya… 77 milyonunuz; kaç kişi sürekli tiyatroya gidiyor ki? Dünyayı tiyatro ile değiştirebileceğimizi sanıyorduk gençken. Öyle olmadığını gördük.
– Dostlar Tiyatrosu’nun çizgisinden bahsetsek…
– Öncelikle ajite propaganda yapan bir tiyatro olmadık hiç. Tiyatro seyircisinin oyunu izlerken ve izledikten sonra kafasında sorular oluşturalım istedik.
– Hangi yazarların oyunlarını yönettiniz şimdiye kadar?
– Başta Haldun Taner, Gogol, Brecht, Satre olmak üzere Steinbeck, Aziz Nesin, Nazım Hikmet, Behiç Ak, Vasıf Öngören, Orhan Asena diyebiliriz. Bu isimler ilk aklıma gelenler.
– Senfonik konserlerde de anlatıcı olarak sahne aldınız.
– Prokofiev’in ‘Peter ile Kurt’, Stravinski’nin ‘Askerin Öyküsü’, Fazıl Say’ın ‘Nâzım’ını sayabilirim.
– Yine Dostlar Tiyatrosu’na dönelim. Belgesel tiyatro repertuarıyla çıktınız izleyici karşısına.
– Biraz öyle oldu. Alain Decaux’nun ‘Rosenbergler Ölmemeli’, ‘Enzensberger’in Havana Duruşması’,’ Peter Weiss’ın Soruşturma’ adlı oyunlarının yanı sıra, Allende olayının irdelendiği Orhan Asena’nın ‘Şili’de Av’ı ve Türkiye’deki çarpıcı bir kömür madeni grevini anlatan ‘Alpagut Olayı’.
– ‘Abdülcanbaz’, ‘Kerem Gibi’, ‘Ağrı Dağı Efsanesi’, yine Dostlar Tiyatrosu’nun büyük bir başarıyla sergilediği oyunlar…
– Gorki’nin ‘Düşmanlar’, Satre’ın ‘Nekrassov’, Edward Bond’un ‘Yaz’, Vaclav Havel’in ‘Largo Desolato’, Tankred Dorst’tan ‘Oyuncu’ (Ben, Feuerbach) gibi, çağdaş dünya tiyatrosundan önemli eserleri sahneledik. Bu arada Vasıf Öngören’den ‘Asiye Nasıl Kurtulur?’, Başar Sabuncu’dan ‘Zemberek’, Bilgesu Erenus’tan ‘Ortak’ ve ‘İkili Oyun’, Macit Koper’den ‘Sabotaj Oyunu’, Yavuzer Çetinkaya’dan ‘Gün Dönerken’, Behiç Ak’tan ‘Fay Hattı’nı da sayabilirim. Ayrıca,’Yalınayak Sokrates’, ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’, ‘Galileo Galilei’, ‘Bay Puntila ve Uşağı Matti’, ‘Ben Bertolt Brecht’, ‘Sivas 93’ü hatırlıyorum. Ve fotoğraflar “, Kapıcı”, “Antigone”, “Baharın Sesi”, “Aşk Efsanesi”, “Nalınlar”,”Analık Davası”.
– Sahiden karga oldunuz mu ?
– Ülkü Tamer’e anlatmıştım. Evet, Ankara Sanat Tiyatrosu ile turnedeyiz. İsmet Ay ile aynı odayı paylaşıyorduk otelde. İsmet Ay bana hep; ‘Aynı kargaya benziyorsun’ diye takılırdı. Bir gece, hiç unutmam, otelde tuvalete gittim. İsmet uyuyakalmış. Ben dışarıdayken aralık pencereden bir karga girip yatağıma konmuş. Öylece duruyor. Hareketsiz. Işığı yakmamla, İsmet Ay doğruldu. Gözü yatağıma takıldı. Dehşetle haykırdı: “Ne aktör yaa, sahiden karga oldu sonunda’.”
Asiye’yi 1980’lerin hemen başında izlemiştim. Zeliha Berksoy, Meral Niron muhteşemdiler. Seniye Gümüşçü kompozisyonunda Nuran Oktar ve Genco Erkal ayrıca Mehmet Akan. Oyun bittiğinde, telaşla (Baro Han, şimdi çoktan unutulmuş o salon…) gişeye koşmuş üst üste dört oyun için bilet almıştım. ‘Asiye Nasıl Kurtulur?’ Hâlâ belleğimde. Capcanlı.
Ağzından çıkan her replik sonsuza bırakılıyor, her yaşar kıldığı karakterde bir önce eriştiği zirveyi aşağılarda bırakıp, daha, daha da yükseklere tırmanıyordu Genco Erkal. Safkan oyunculuk, deneyimle alaşımlanmış ve gerçek bir tiyatro dehası çıkmıştı ortaya. Rolüyle böylesine buluşan oyuncu dünyada bile azdı.
O oyunlar, güzel yıllardı. Dostlar Tiyatrosu hayatın bilmediğim pencerelerini aralamaya itekledi beni. Poprişçin, Sokrates, Galilei’yi, Puntila’yı, Zehra’yı, Asiye’yi tanıttı, onlarla yüzleşmemi sağladı. Vasıf Öngören’i yine Dostlar Tiyatrosu ile tanıdım. Nuran Oktar’ı da.
“Belki mümkün şu dünyada toz olmak, ama elde değil yok olmak,
Adı ne olursa olsun, yaşamaya mecbursun.”
Asiye aradan geçen bunca yıla rağmen hep bir yerlerde benimleydi. En olmadık zamanlarda, mesela buğulanmış bir pencere camının arkasında, bazen terk edilmiş bir evin bomboş salonunda karşıma çıkıyordu.
” Ve sonra gene mecburen bir başkası, başkaları. Para geçti elime, para! Hiç unutmam bir kilo eti oturup tek başıma yediğimi. Adamlar paradır… Para, yiyecek, elbise. Ve nihayet anladım meseleyi. Bu aslında bir meslekti..”
Bu söyleşi Pınar Çekirge ve Yavuz Pak’ın ortak çalışması “Dionysos’un Çocukları” (2016) adlı kitaptan alınmıştır.