3 aylık düşünce dergisi “cogito”nun 100. sayısı yayımlandı. “Cogito” 26 yıl önce düşünce üretimine, bilgiye ve bilmeye” yönelik talebi beslemeye, yaşatmaya ve sürdürmeye katkıda bulunmak, “düşünmenin pek gündemde olmadığı bir ortamda, bir düşünce dergisi olabilmek” amacıyla yayın hayatına başlamıştı.
“Yaralanabilirlik”ten “Feminizm”e, “Queer Kuram”dan “Kötülük”e, “Aristotelesçilik”ten “Deprem”e onlarca konuyu felsefi, kültürel ve toplumsal analizlerle temalaştıran ve hem dünyadan hem Türkiye’den yazarların katkılarıyla tartışmaya açan dergi, bir yandan da özel düşünür sayılarıyla Türkiye’nin düşünsel hayatını zenginleştirmeye katkıda bulundu.
Benzersiz bir kriz dönemine denk gelen 100. Sayı “Eleştiri Zamanı”, toplum eleştirisini ve bireyin özgürleşmesini odakta tutan ve güncelliğini hep koruyan eleştirel teori geleneğini ve eleştirel düşüncenin aciliyetini ele alan yazılardan oluşuyor.
Derginin editörü Şeyma Öztürk, bir yandan toplumsallığın tartışıldığı, bir yandan toplumsal alanın hiç olmadığı kadar daralıp tenhalaştığı kritik bir dönemden geçildiğini ifade ettiği yazısında şu görüşleri paylaşmış:
“Kritik bir dönemde yaşıyor, düşünüyor, yazıyoruz. Yirmi birinci yüzyılın yirminci yılının neredeyse tamamında insan sağlığının önceliği, diğerkâmlık ve her birimize düşen sorumluluklar gibi belli başlı idealler etrafında toplumsallığın tartışıldığı, bir yandan da toplumsal alanın hiç olmadığı kadar daralıp tenhalaştığı pandemi koşulları, bizi ömrümüzün tamamına egemen olan daha genel krizle yüzleştiriyor. Bu istisnai dönemde, nesnel gerçekliğin gereklerinin bu idealleri, bu temel kavramları nasıl ıskartaya çıkardığını, nasıl içini boşalttığını görüyoruz. Olanla olması gereken arasındaki büyük yarılma, kavramla gerçeklikteki karşılığı arasındaki özdeşliksizlik, kriz ânında gerçekliğin üzerine geçirilmiş peçenin düşüvermesi, kralın çıplak kalması – işte hakiki bir ideoloji eleştirisinin önkoşulu yerine getirilmiş durumda. Ama ya bu yanılsama gerçeğin kendisi haline gelmişse, ya yüzeydeki görüntünün altındaki o kaba gerçeklik, uzun zamandır gerçekliğin kendisi olarak kanıksanmışsa? Ne yapmalı?
Kritik bir dönemde yaşıyor, düşünüyoruz. Kavramla nesnesi arasındaki yarılmayı, doğayı alt etmek ve onun korkutucu gücü karşısında sağ kalmak için kurnaz bir hileye başvurarak kendini aynı anda “biri” ve “hiç kimse” olarak tanımlayan Odysseus’la başlatan büyük Aydınlanma eleştirisi bu kritik dönemde nasıl yankılanıyor? Bir yanda öznenin doğuşunu imleyen bu yarılma – ancak kendini inkâr ederek, kendiyle özdeşliğini kırarak doğanın kudreti karşısında sağ kalabilen özne, diğer yanda özneyi yaderklikten kurtarma amacıyla yola çıkan özgürleşme projesinin eşit olmayan her şeyi birbiriyle eşleyen ve değiştirilebilir kılan mübadele ilkesini yaşamın başat ilkesi kılması. ‹nsanların da sınıflandırıldığı, şeyleştiği, bütüncülleştirici bir aklın egemenliğinde giderek cansızlaşan, yaşamayan yaşam.
Her eleştirel çalışmanın ilk görevi: Bireyin gerçek deneyiminden beslenmeyen kavramların işaret ettiği idealin peşinde, onu sürekli vurgulayarak kavramla gerçeklikteki karşılığı arasındaki özdeş olmama halini ortaya çıkaracak bir kavramsal çalışma. Kavramın tanımladığı gerçeklik sürekli değiştiğinden, kavramlarını sürekli güncelleyen bitimsiz bir kavramsal çalışma. Kavramın gerçekliği, gerçekliğin de kavramı kapatamadığı boşluğa sığınarak güncelliğini korumaya devam eden felsefe. ‹ktisadi ve toplumsal çelişkilerini sürdürdüğü sürece, toplumu tavizsiz eleştirinin odağında tutmaya devam eden eleştirel teori – hem toplumun tarihsel konumu içindeki köklerinin hem de toplumsal dönüşümde sahip olduğu işlevin farkında olan, gelenekle gelecek arasında yaşamaya devam eden bir teori.
Yaşam krizde. Bu özgül krizler çağında, “geçmişin yeni durumu açıklamada yardıma koşmadığı yerde, bunun bir dezavantaj değil, kriz içinde yeni olanakları geçmişin yükü altında ezilmeden, eldeki malzemeyi işleyerek yeni formlar yaratma kapasitesi olduğunu hatırlamak” yenilikçi karakteriyle eleştirellik için önemli bir başlangıç noktası. Bu yolda, bir yandan eleştirinin etkili olması için eleştirinin eleştirisinin nasıl yürütülmesi gerektiğini sürekli gündemde tutarken, öte yandan eleştirinin öznesini sorgulamak ve kurmak gerek. Toplumsallığın hastalığı, düşünceye de bulaşır. Eleştiriyi yürütecek, eleştiri pratiklerine katılacak öznenin düşüncesi, bu toplumsallığın dışında nasıl konumlanabilir? Peki, bu hastalıklı toplumsallığın içinden hakiki bir ideoloji eleştirisi yürütülebilir mi? Her özneyi kendine eklemleyen ideolojinin kapsayıcılığının bilincinde olan eleştirel teori, eleştiri pratiklerine katılacak aktörlerin maruz kaldığı epistemik ve hermeneutik adaletsizliğin sistematik yapısını ortaya çıkarmakla, toplumsal özgürleşme gibi siyasal bir ödevi öznel boyutuyla ele almak yerine, birey-toplum diyalektiğini ortaya çıkaracak şekilde mübadele ilkesi üzerinden incelemekle yükümlü. 20. yüzyılın sonundan itibaren siyasal imkânlar ufkunun iyice daralması karşısında “barbarlıkla savaşan bir pratik” öncelikle zahiren kendiliğinden hareket eden iktisadi güçlerin mantığında kendini açığa vuran toplumsal ilişkilerle ilgili olmak durumunda.
Yaşam yaşamıyor. Neoliberal ekonomik düzenin, büyük mücadelelerle elde edilmiş bütün emek kazanımlarını 1980’lerden itibaren aşama aşama tıraşlayarak gasp etmesi, bütün güvenceleri ortadan kaldırarak geleceği belirsizleştirirken, bir yandan da özneyi bitimsiz bir Şimdi’nin içine sıkıştırdı. Şimdi’nin biteviye tekrarının Yeni’nin önüne set çekmesi, insanların açık deneyim yetisinin körelmesi, deneyimlere bağlı toplum eleştirisinin de önünü tıkıyor.
Kritik bir dönemde yaşıyor ve düşünüyoruz. “Varolan sistemi sarsacak, alternatif yaşam biçimlerine kapı açacak toplumsal hareketleri genişleyemeden tespit eden, gözleyen ve engelleyen” donanımlı ideoloji karşısında “düşünmek, zamanın lineer çizgisi dışına çıkıp kendi durduğumuz noktayı görmemizi ve şimdiye müdahale etmemizi sağlar. Siyasi anlamda eylem, bu müdahalenin ta kendisidir.” Peki, ama nasıl?
Neoliberalizmin, öncelikle bilgi üretimini denetimi altına almak için üniversiteyi tamamen ele geçirmiş olduğu bu dönemde, eleştirel teori eşitsiz çalışma koşullarının hüküm sürdüğü beşerî bilimler ve toplumsal bilimler dallarında çalışanların işiyse, eleştirinin felci de kişisel bir başarısızlık değil, yapısal bir durum olarak öne çıkıyor. Üniversitenin fermanları tarafından massedilmiş programlar dahilinde sürdürülecek bir eleştirel teori, bu kurumlar karşısındaki eleştirelliğini nasıl koruyabilir? Sürekli hem gerçekliği hem kendi konumunu sorgulamaya, heteronomiden “mümkün olduğunca” bağımsızlaşmaya, yani entelektüelin arada kalmışlığının bilinciyle, bunu bir imkâna dönüştürmeye çalışarak. Modern toplumsallığın belirleyici kurumlarının, pratiklerinin ve normlarının içkin çelişkilerini, tutarsızlıklarını ve iş başındaki tahakkümü görünür kılacak bir eleştirel yaklaşımla.
Sığınağın mümkün olmadığı bir anda, zihnin sığınağına ve düşüncenin hazzına çekilmek. Sadece entelektüel seçkinlere hasredilmiş bir imtiyaz mı? Safsataların ve bilim inkârının hegemonyacı söylemler haline geldiği, kültür ve eğitimin tüketim nesnelerine dönüşümünün tamamlandığı, üniversitelerin meslek okullarına çevrildiği bir çağda, Herder’in tanımıyla öznenin doğal yeteneklerini ve kapasitelerini geliştirmenin insani yolu olarak Bildung’u savunmak mümkün mü? Bu çağda Bildung’u, yarı-eğitimliliğin, veya eğreti-eğitimliliğin bir eleştirisi olarak okumak, kültür savaşları ve eğitimle ilgili dile yapışmış nakaratları eleştirel bir mercekten geçirmek, bu ideali yaşatmanın, safsatalara ve hakikat-sonrasına direnmenin yegâne yöntemi.
Safsatalar ve hakikat-sonrası çağında eleştirel düşünme salt epistemolojik bir faaliyet değil, siyasal ve pratik yaşamda doğruyu söylemeyi gerektiren etik bir sorumluluk da. Hakikat-sonrası bağlamda feminist felsefelerde duyguların rollerine bakarak, duyguların neler yapabileceğini anlama çabası da bu sorumluluğa dahil. Ezbere bir şekilde duyguları mantığın karşısına koymak yerine eleştirel düşünmemizin de önyargılı düşünmemizin de farklı duygusal biçimlerini anlamak, hakikat-sonrasında hakikati görme imkânlarını daha çok açabilir. Buna karşın, özneler ile nesneler arasındaki etkileşimi vurgulayarak ve duyguların kendisini tarih ve toplumun bir sonucu olarak görme temayülüyle, teorik soyutlamanın zirvesinde bile tutkulara ve bedene yer açan bir eleştirel teori, felsefi meselelerden ziyade siyasi endişeler tarafından harekete geçirilir.
Her alanı çoraklaşan bir ülkede, uzun zamandır kritik bir yaşam sürüyoruz. Eleştirel felsefenin siyasi endişeleri bütün insanlığa dair mi, Aydınlanma’nın ve beraberinde getirdiği olumlu olumsuz bütün gelişmelerin çıkış noktası olan Batı’nın ötesini de kapsayacak bir evrenselciliği haiz mi? Edward Said’le birlikte sorarsak, eleştirel teorinin “ırkçı teori, anti-emperyalist direniş ve imparatorluktaki muhalif pratik konusundaki dudak uçuklatan sessizliğini”, gamsız evrenselciliğini kırmanın yolunu ilerleme fikrini sorunsallaştıran birinci nesil eleştirel teoride, ilerleme olgusunun eleştirisinde bulabilir miyiz? Irksal adaletsizliğin, beyaz olmayanın biteviye maruz bırakıldığı maddi, manevi sömürünün ve ayrımcılığın ayyuka çıktığı bu kriz yılında, hiç sorgulamadıkları beyaz kimliklerini ırkçılık karşıtı bir dönüşüm geçirmeye mecbur bırakacak, eleştirel ırk teorisiyle derinlemesine iştigal etmenin özellikle beyaz eleştirel teorisyenler için zaruriyeti netleşmiştir. Bu netleşme eleştirel teorinin normatif perspektifinde nasıl bir dönüşüme yol açacak? Eleştirel teoriyi başlangıç noktası kabul edip uluslararası felsefe ve toplum bilimleri tartışmasını bütün dünya halklarını kapsayacak şekilde yeniden örgütlemek, toplum kuramı ve felsefeye dair uluslararası tartışmayı açık ve Avrupamerkezci olmayacak şekilde düzenlemek en acil görev. Yıllardır sürdürülen polemikler bu evrenselciliğin ve Avrupamerkezci normatifliğin aşılmasına katkıda bulunacak mı?
Şimdimize musallat olan emperyal ve sömürgeci dinamikleri düşünerek gözümüzü geçmişe çeviriyoruz. Zamanı kesintiler halinde, hafızanın farklı mekanlarına dönüştüren daimi bir yanılsamaya kaydederek düşünmeyi öğretene kulak kesiliyoruz. Tarihselci bir yaklaşımdan farklı olarak, ilerleme inancıyla bağımızı kesecek yekpare bir tarih kavrayışını terk eden materyalist bir tarihyazımıyla başka anlam ortaklıkları, başka uzay-zamansal düzenekler üretmek, radikal karamsarlığı sürekli yeniden örgütlemek, böylelikle bütünlüklü bir kurtuluş vaadinden de vazgeçebilmek mümkün.
Kritik bir dönemde yaşıyor, düşünüyor, yazıyoruz. 26 sene önce düşünce üretimine, bilgiye ve bilmeye yönelik talebi karşılamak amacıyla hayata atılan cogito 100. sayıya ulaştı. O ilk yıllardan çok farklı bir Türkiye’de, çok farklı bir dünyadayız şimdi. Bilgi üretiminin ve bilgiye erişimin koşulları değişirken, düşünsel üretim giderek piyasanın gerekliliklerine tabi kılınırken, her şeye rağmen eleştirel düşünceyi canlı tutmak, düşünceye, nesnesine mesafe alarak bakabileceği bir alan açmak birincil derdimiz. Güncelliğini hep koruyan eleştirel teori geleneğine ve eleştirel düşünceye ayırdığımız bu özel sayının bu kritik dönemde Türkiye’de eleştirel düşünceyle daha yakın ve daha teferruatlı bir ilişki kurulmasına, düşünsel üretimin zenginleşmesine katkıda bulunmasını umut ediyoruz.”