Sözün bittiği yerdeyiz bir zamandır. Çoğunluğumuz elinde ne varsa sarılıp gününü tamamlamaya çabalıyor. Elinde olan kıymetlilere gözü gibi bakarak, sakınarak, utanarak. Sakınıyoruz, çünkü yanı başımızda savaşa tanık olduk; yıkılan şehirlere, ölen çocuklara, birkaç adım ötemizde patlayan bombalara. İnsanın ömrü yettiği kadar yaşamayabileceğini ya da bir gün her şeyini kaybedip bambaşka bir şehirde açlıkla tanışabileceğini öğrendik. Şimdi ve gelecek, içinde taşıdığı olumlu anlamların hepsini bir bir yitirirken onu nasıl yeniden kurabileceğimizi düşünmeye başlıyoruz.
Sakin, serin mekanlarda uzun tartışmalara zaman yok elbette. Açlık ve ölüm yanımızda yöremizde kol geziyor. Çocuklar akıl almaz biçimlerde öldürülüyor; kamu çalışanları ya başlarında KHK sopasıyla sinmiş, suskun, söyleneni yapıyor ya da zaten işini, aşını ve tüm geleceğini kaybetmiş oluyor; fabrika direnişlerinde devlet tüm kurumlarıyla patronların yanında yer almakta sakınca görmüyor ve sendikalar buna ses çıkarmıyor; mülteci işçiler ise kölelik düzeninde çalıştırılıyor ve en sahipsiz onlar olduğundan haber bile yapılmıyor. Çocuklar, yaşlılar, bakıma en muhtaç olanlar çalışmak zorunda. Bugün yaşlı bir adama metroda yer vermek için arkasından seslendim, oturmadı; sonra fark ettim ki para kazanmak için kağıt mendil satıyordu, oturamazdı.
İçinden geçtiğimiz tarihi “hükmedenlerin tarafında olmayanların bertaraf olduğu günler” olarak tanımlamak da yetersiz kalıyor. Çünkü onların tarafındakilerin de çoğunun payına birkaç dilim ekmeği aile içinde paylaşmak düşüyor. Açlık çoğalıyor. Bir ekonomist bunu dünya krizinin derinleşmesiyle açıklayacaktır eminim ve sonuna kadar haklıdır. Ama nedenini anlamak, anlamı çoğaltamadıkça yetmiyor. Birkaç bin kişi aynı haberleri okuyup dertleniyoruz, bazen aramıza -o da ancak çok vahim haberlerde- birkaç bin daha ekleniyor. Neredeyse isim isim tanıyoruz, Twitter’da kullandığımız dile kadar aşinayız birbirimize, yetmiyor. Daha çok, acıyı çoğalttığımız toplu bir ayin yapıyor gibiyiz, yetmiyor.
Nicedir her gün Turgut Uyar’ın dizeleri düşüyor aklıma. Kıştan Kalan Soğukluk şiirindeki “ilkel türkü”de,
“sayı bilmezlerdi toptandılar
böylece bir yerlerde toplandılar
yürekleri uzun bir süre atmadı
aslında
çoğu da insan olduğundan yüreksizdi
bir sürü alan ve ova bir sürü ağaçaltı ve orman
ölmemeye bir sürü bahane
örneğin suyu görünce hemen ayaklarını soktular
çünkü gölgeli bir su her zaman
bitmemiş bir yapıda eski bir zaman
çünkü sonu buysa
ölmek elbette gereksizdi”
diye anlatır ölüme götürülmeyi. Uyar’ın 1971 darbesinden sonraki kışı anlattığı hikayesi, bu topraklarda hala yaşanıyor. Ölüm sorgu sual etmeden denk geliyor büyük çoğunluğa. Evimizde, mahallemizde, işyerimizde ya da trafikte, her yerde karşımıza çıkabiliyor. Öyle çok çıkıyor ki bunu rastlantıyla açıklamak artık mümkün değil. Oysa yine bu topraklarda ceviz ağacının gövdesi, ancak diken kişinin boynu kadar olunca ecelin gelip çatacağına da inanılırdı bir zamanlar.
Her yeni günde toparlanıp, eğer elimizde kalan bir şeyler varsa, kaldığımız yerden devam etmemizi de istiyor yaşam bizden. Yaşam derken, karnımızı doyurmaktan, toparlanıp mücadele etmeye uzayıp gidiyor. Hakkımız yokmuş gibi hüzünlenmeye…
Oysa aynı şiirde Turgut Uyar, diyor ki:
“kanın ateşin ve seslerin böyle cömertçe kullanıldığı
böyle sorumsuzca kullanıldığı bir dönemde
herkesin şimdilik hakkı vardır hüzünlenmeye”
Anlam veremediğim yürek sıkıntılarına ilaç kabul edip, hepimiz için çoğaltıyorum bu dizeleri. Birbirimize ulaşamazken, pek çok kimlikle ve yerde, ayrı ayrı acıyı ve açlığı çoğaltırken, belki de ortaklaşa yaşadığımız nadir duygulardan biri iç sıkıntılarımız.
Olaylar, kampanyalar, susmalar, sessiz çığlıklar, yeniden düşünmeler, unutmaya çalışmalar, yakınındakine tutunmalar, doğaya sığınmalar, hapisler, hapse girmeden gözaltında tutulmalar, işten atılmalar, sevdiğin şehirde yabancı olmalar, ötekiler, beridekiler, üç kuruşa muhtaç olmalar, fazla mesai ile ancak geçinebilmeler, en yakınından dayak yemeler, tecavüzler, üç kuruşa satılmalar, koca koca inşaatları yapanlar, o inşaatın altında kalmalar, yeraltında öldürülen yüzler, okul yüzü görmeyen çocuklar, gün yüzü görmeyen kadınlar… Bugün hepsi de vardırlar, çoğunluktadırlar.
Hepimiz aynı modüler bir mobilya gibi bir bütünün farklı parçalarıyız sanki, üstelik her birimiz ayrı mekanda bırakılmış ve sanki hiç bir araya gelemeyecekmiş gibiyiz. Hükmedenler sürekli yeni bir yüzle baskı uyguladıklarından, elimizde olan en yakın kimliğimize tutunmak ve onun üzerinden mücadele etmek tek seçenek gibi görünüyor. Ne olursa olsun ezilenlerin mücadelesi haklı bir mücadeledir. İster yok edilen dereler, kentler için ses verilsin; ister işten atılanların grevi olsun; ister tacize tecavüze uğrayan çocukların hakları aransın; ister LGBTİ bireylerin hak talepleri dile getirilsin; ister mültecilerin sorunlarına tercüman olunsun; ister anadil, eşit yurttaşlık talebi için mücadele edilsin; bugünün koşullarında hepsi çok zor ve haklı mücadelelerdir. Haklı ama birbirinden kopuk, habersiz çığlıklar…
Büyük resmin kalabalık tarafında çok çeşitli nedenlerle ezilenler, bazen mücadele edenler, bazen de kadere lanet edip kendisi için ayrılan küçük paya razı olanlar duruyor. Diğer taraftaki şanslı azınlık ise dine, ırka, renge bakmadan toklukta ve doymazlıkta birleşiyor. En Müslüman sermaye ya da hükümet, işine geldiğinde en Hıristiyan olanla işbirliği yapmaktan çekinmiyor. Oysa açlık öyle farklı yüzlerle karşımıza çıkıyor ki, bölüyor, ötekileştiriyor, hatta diğerine karşı bir bıçak gibi biliyor büyük çoğunluğu. Ve günlerdir biraz da bu nedenle Turgut Uyar’ın Açlık Çoğunluktadır şiiri aklımdan çıkmıyor. Aşağıdaki dizeleri sanki referandum sonrasında oturmuş da yazmış gibi, trajikomik bir tesadüf ama şaşırmıyorum, çünkü hükmedenler pervasızca trajikomik bir parodiyi sahneliyorlar karşımızda:
“….
oy pusulalarını ve seçimleri bırak
evet
seçimleri özellikle bırak
çünkü açlık çoğunluktadır”
Bu şiirin ikinci kıtası hepimizin gençlik hayallerini, büyük insanlık masalını anlatıyor.
“her kişinin ukala ömrü
yeter sanılır çiçeklenmeye
ve dünyanın karanlığından
bir aşk bahanesiyle kurtulmaya…” diye başlıyor ve,
“yelkenleri işletenleri ve tayfalarıyla
ve onların karıları ve çocuklarıyla
ve bilinmez sanılır geleceği
bir demiryolu makasçısının
oysa kesinlikle yazılmıştır
her sevgi kitabında
asıl olan açlıktır
çoğunluktadır”
dizeleriyle son buluyor. Büyük hikayemizde asıl olan ekmek kavgasıdır ve açlık çoğunluktadır. Onca kesişemeyen hayatlarda ayrı ayrı biçimlerde yaşadığımız, katlandığımız, yarın çocuklarımıza da bırakmamak için didinip durduğumuz ama genellikle başaramadığımız ortak paydamızdır açlık, çoğunluktadır.
Tokluk bugün hiç olmadığı kadar az kişiye mahsus. 2016’da açıklanan İngiliz yardım kuruluşu Oxfam'ın raporuna göre dünyanın en zengin yüzde 1'lik kesiminin serveti, geri kalan yüzde 99'luk kesimin servetinin toplamına; en zengin 62 kişinin serveti de en yoksul yüzde 50’ninkine yani milyarlarca kişininkine eşit. Üstelik aynı rapor eşitsizliğin yıllar içinde toklar lehine arttığı da söyleniyor. Açla tok arasındaki eşitsizlik büyüdükçe, toklar tarafından beslenen hükümetlerin baskıları da, savaşlar da artıyor. Yani demokratik haklardaki eşitsizlikler de aynı oranda büyüyor. Irk ayrılıkları, din savaşları, daha çok muhafazakarlık, kapanan sınırlar, cinsiyet eşitsizlikleri, zorbalık, yani birlikteliğimizi yok edecek ne varsa ortaya çıkıyor, şiddetleniyor.
Bugünlerde açlık bir mücadele türü olarak da girdi hayatımıza. Önce siyasi tutukluların hapishanelerdeki olumsuz koşullar için başlattıkları açlık grevleri, sonra oğlunun cenazesine kavuşabilmek için 77 gündür açlık grevini sürdüren Kemal Gün ve bugünlerde hayati risk yaşamaya başlayınca kamuoyunda iyice görünür olan, KHK ile atıldıkları işlerini geri istedikleri için 63 gündür açlık grevini sürdüren eğitimciler Nuriye Gülmen ve Semih Özakça.
Beden insanın dünyadaki yegâne varlığı. Yok olduğunda, canlılığını yitirdiğinde, yani öldüğünde her şey bitiyor. Provasız tek perdelik oyun son buluyor. Açlık grevlerinde ise eylemci yegâne varlığını, bedenini ortaya koyuyor.
Bütün kapıların üzerimize bir bir çarpıldığı; yaşam alanlarımız işgal edildiğinde ya da yüz binlerce kişi işsiz kaldığında üç kişi bir araya gelip tepkimizi gösteremediğimiz; yazdığımız, konuştuğumuz, sesimizi duyurabileceğimiz yayın organlarının kapatıldığı, yani açlığa tamah ya da hükmedene biat etmedikçe varlığımızı, bütünlüğümüzü sürdüremediğimiz günlerden geçiyoruz. Üstelik açlığı paylaştığımız çoğunlukla da aramıza türlü türlü engeller konuyor. Dinle, milliyetçilikle, siyasi kimliklerle, okumuşlukla, taraftarlıkla bulabildiği her türlü ayraçla birbirimizi duymamızı, dinlememizi ve anlamamızı engelliyorlar. Böyle bir zaman diliminde açlığa yatmak, sesini diğerlerine duyurabilmek için tek çaren olabiliyor.
İlla ki unutulmaması gereken ise işi, aşı, çocuğu için bedenini ortaya koyanların meselesinin yalnız onları ilgilendirmediğidir. Gülmen ve Özakça’ya işini geri vermek ya da Gün’le çocuğunun cenazesini kavuşturmak yetmez, çünkü açlık çoğunluktadır. Onların mücadelesi sokağa çıkamayanların, açlığını açıklığını dile getiremeyenlerin, işsiz kalıp intihar eden KHK mağdurlarının, birkaç internet sitesinde sesini duyurabilenlerin çığlığı olarak okumalı. Çığlıkları büyütülmeli. Aksi halde yine bizim için tayin edilmiş, kıstırılmış hayatlarımızda kısa bir süreliğine yaşadığımız ortak hislerimizi tatmin edecek, tekil hikayeler olarak tarihe geçerler. Onların altı aydır sürdürdüğü mücadeleye de, birbiriyle buluşamayan nice karşı çıkmalara da çok yazık olur.
Tüm yaşadıklarımız bir yanıyla egemenlerin tokluğu kaybetme korkusunun izlerini taşır. Yarına rağmen, hep beraber yok olma ihtimalimize rağmen sürdürdükleri şey, kendi varlıklarını devam ettirme mücadelesidir. Sürekli olamaz, çünkü yok edicidir. Çoğaltamaz, çünkü bencildir. Merhamet edemez, çünkü korkaktır. Acının, yokluğun, eşitsizliğin insanın kaderi olduğunu haykırır durur, inandıramaz. Aslında en iyi onlar bilir,
“çünkü açlık çoğunluktadır
ve ezecektir gücüyle dünyayı[1]”
[1] Turgut Uyar’ın Açlık Çoğunluktadır şiirinden.