Gün Delik

Olmaya çalışıyorum. 
Elli yaşına merdiven dayadığım, otuz yılında da güzel bir insanla yoldaşlık ettiğim bir ömür bu. Gençlikten gıdım eksilmedi ruhumda ve birikmiş yılları sevgiyle kucaklıyorum.

1 Kasım 2019’da saatlerce öpe koklaya uğurladık sevgilimizi, kızımızı... Bize gelen ve yüreğine bizi saklayanımızı... Koyu karanlıktayken umudu hatırlatanımızı; Elektra’mızı uğurladık... Nerelere sığabileceğimizi bilemezken Barış’ın kitap tanıtımını hatırladık. 

Süleyman K. 19 Nisan’da Pamukkale’de bir göletin yakınlarında kendini iğde ağacına astı. İntiharın nedeni için herhangi bir mektuba ihtiyaç duyulmadı, çünkü inşaat işçisinin cebinden borç ihtarnamesi çıktı. Yılın bu zamanında iğde ağacı mis gibi kokar ve eğer biri, serinine uzanmak yerine dallarında hayatına son verdiyse, bu illa ki düşünmemiz gereken bir meseledir.

Üçüncü cemre düştüğünde çoktan başlamıştır bahar. Artık çıkma zamanı gelmiştir sokaklara, kapatamazsın kendini dört duvar arasına ya da ruhunu dinlemez de kapatırsan, kıştan kalan soğuk sarmalar her yanını. Bahar cesaretiyle her yıl yeniden kurar oyununu ve doğa, böceğinden papatyasına katılır bu kadim oyuna. Bahar uyanmak ve yeniden var oluşu hatırlamaktır çünkü. Artık bu çılgın dünyada en cesaretlimiz bahardan rol çalmanın zamanının geldiğini düşünüyorum. Bugünü kurtarmaya çalışan eliçabuklara yarını göstermenin zamanı geldi. Çünkü bahar geldi. De haydi başlamak lazım şimdi.

Hayatımızdaki her şey hep olduğu yerdeymiş gibi, değil mi? Bugünlerde kendi içimize sıkışmışlığımız da korkularımız da nefretimiz de hep varmış gibi; ne yapsak, ne söylesek hiçbir yere ulaşmıyor sanki. Oysa sadece bir şey farklı olsa neler değişecek, yoksa öyle değil mi?

“Savaşa hayır” demek sakıncalıymış; peki nasıl anlatmalı bir bilançoda kâr hanesine yazılan silahlarla öldürülenleri, dağılan haneleri, öksüz kalan çocukları, yok olan şehirleri ve yerinden yurdundan edilenleri? Savaşlarla artan yoksulluğu nasıl anlatmalı? 

Her gün bir öncekinden daha beter olayları yaşar ve tanık olurken, hayatın iyi yanlarını hatırlamak pek kolay değil. Çünkü sokağa çıktığımız anda vuruyor yüzümüze karmaşa, umursamazlık, sevgisizlik, çıkarcılık, açlık, cinsiyet ayrımcılığı ve en çok da nefret. Öyle şeyler yaşıyoruz ki her birimiz, bu duyguları çıkarıp içimizden, yeniden iyi insan olmanın yollarını bir türlü bulamıyoruz kamusal alanda. Ya içimize kapanıp, kendi çevremizde kurduğumuz benzerlerimizle paylaşıyoruz iyi duygularımızı ya da yine aynı dili kurduğumuz insanlarla beraber üzülüyoruz, diğerlerine mesafeyi koruyarak. Çitimizi kırmak ve insanlığı çoğaltmak gerektiğini biliyoruz oysa. Nasıl bir insanlık peki?

Sözün bittiği yerdeyiz bir zamandır. Çoğunluğumuz elinde ne varsa sarılıp gününü tamamlamaya çabalıyor. Elinde olan kıymetlilere gözü gibi bakarak, sakınarak, utanarak. Sakınıyoruz, çünkü yanı başımızda savaşa tanık olduk; yıkılan şehirlere, ölen çocuklara, birkaç adım ötemizde patlayan bombalara. İnsanın ömrü yettiği kadar yaşamayabileceğini ya da bir gün her şeyini kaybedip bambaşka bir şehirde açlıkla tanışabileceğini öğrendik. Şimdi ve gelecek, içinde taşıdığı olumlu anlamların hepsini bir bir yitirirken onu nasıl yeniden kurabileceğimizi düşünmeye başlıyoruz.

Her birimizin kapısını çalıp, “Kendi işine bak. Sus ve evine kapan. Her şey gelebilir başına, telefonda konuşurken, iki cümle yazarken bile dikkatli ol” demeseler de tüm olan biten korku ikliminin şiddetini artırıyor. Öyle ki, aslında kanun manun kalmadığını bilirken bile kendi yaptıklarımızın ne kadar kanuna uygun olduğunu ince ince sorguluyoruz. Öyle bir otokontrol ki bu, nefes alma alanlarımız kapandığından sanat da çıkmıyor içinden, bilim de çıkmıyor. Çünkü faşizm en çok merak etmeye yasak koyuyor.  

Köşe yazarlarını kıskanır dururum. Yıllarca bir köşenin ucundan tutmak kolay değildir, tahmin ediyorum. Belli bir entelektüel birikim ya da belli konularda uzmanlık gerektirir. Hatta Türkiye’de kelle koltukta yazmayı sürdürseler de, gene de bana yazı alanları içerisinde en serbest olan tür gibi gelir köşe yazıları.

Çok Okunanlar