“Geçmişi tenekeliyi” bilirdik; rahmetli romancımız Osman Cemal’in eserlerinden dilimize geçmiştir.
Osman Cemal Kaygılı Türk Argosunu en iyi kullanan romancımızdır.
Birinin sicili bozuk, huyu kavruk ise ona geçmişi tenekeli derler.
Tenekenin asilzâde olamayışı kendi kabahatidir; bizim ne dahlimiz var!
Aslına bakarsanız teneke, çeliğin sac halinde ince çekilmesinden sonra ortaya çıkar; baba tarafından soylu sayılmalıdır, bana göre…
Çok ince çekerseniz, ona da Şamata Tenekesi derler; maazallah, inceldiği yerde kopar!
Biz, teneke makasıyla biçilmiş bir yazıya başladık ki, bakalım lafımızın lehimini nerede koyacağız?
Bir de teneke lehimi vardır, anlayacağınız…
Lakin teneke deyip geçmeyiniz; bin bir yararı vardır ama nedense, adı çıkmıştır dokuza, inmez bir türlü sekize…
Yaşar Kemal’in aynı isimli romanında teneke aşağılamanın sembolüdür.
“Teneke”de, Çukurova’nın çeltikçi ağalarıyla uğraşan genç Kaymakam Fikret Irmaklı’nın siyaseten ipini çekmiş feodal mütegallibe, onun görevden azledildiği gün “ Arkasından teneke çalıp, kuyruğuna teneke bile bağlayacaktır…”
Gunter Grass da çevresindeki berbat dünyaya karışmak yerine hep çocuk kalmayı tercih eden Oscar’ı, aynı başlıklı romanını yazarken, hep boynunda teneke trampetle dolaştırır, gezdirir.
Oscar rezil rüsva bir dünyaya tepkisini teneke çalarak dile getirmektedir.
Tenekenin yerini hiç tutmaz ama sonradan, plastik, Sarayı da Kralını da ele geçiren kötü kalpli masal kahramanları gibi ortalığı velveye vermiştir.
Aralarında büyük fark vardır: Birisi paslanır, çürüyüp kaybolur da ötekisi öldür Allah yakamızdan düşmez.
Siftinip kalan asalak tanışlar gibidir, plastik…
*******
2018 yılı istatistiklerinin de pek bir maşallahı var:
Dünyanın bütün Petro-Kimya tesisleri harıl harıl Polyethylene üretmiştir; yıllık toplam çıktı, 130 milyon tondur.
Kısaca, dilimizde plastik diye kullanıp öyle bildiğimiz, yarı-işlenmiş hammaddedir bu...
Siz, şimdi bunu okuyup duydunuz ya, ufak ufak tası tarağı toplayıp yazının gidişatı kimya dersine dönecek diye uzaklaşmak istiyorsunuz; bilmez miyim!
Heyhat; buraya kadar işittiklerinizden çıkarsadığınız gibi, İstiklal Caddesinde yolunuzu kibar bir gülümsemeyle kesip aklınızı çelmek isteyen Green Peace önlüklü gençlerin lakırdısına benzer çevreci bir yazıyla karşılaşacağınızı da sanıyor, kaldırım değiştirmek istiyorsunuz.
Fakat sabrınızı elden bırakmayınız!
Biz, boğayı kavgaya kızıştıran Banderillero gibi işi bitince arenayı Matadoruna ve hatta ustalar ustası Terroro’ya terk etmez, lafımızın sonuna kadar meydanı bırakmayız; lafımızı bazen öyle başlatır, lakin bir bakarsınız böyle bitiririz:
Smithsonian Enstitüsü, 1846’dan beri Amerikan tarihinin pılı pırtısını toplayıp müzeleştiren, sergileyen bir kurum, takip edilesi bir yerdir.
Smithsonian’ın arşivinden bir, hatta birkaç fotoğraf mucizevî plastiği bize anlatıyor.
Fotoğraf 1950’lerden kalma; orta sınıfın altın çağı!
Bir burjuva evindeyiz!
Şirketlerde didişip birbirini yemekle, ayağını kaydırmakla meşgul kocalarının geliriyle aile idare eden orta sınıf kadınları toplanmışlar.
Mutluluk veren bir toplantının heyecanı içindedirler.
Fotoğrafa dikkat ediniz; yüzlerinde şaşkınlık, sevinçli bir taşkınlık, bir büyük gösterinin parçası olmaktan duyulan kıvanç apaçık görülmektedir.
Altın Günü yapmıyorlar!
Plastik kap kaçak – pots and pans – günüdür, bu...
“Piramit Üyeliği” adını alan bir yöntemle, birisi arkadaşına, arkadaşı başkasına, o başkası da bir başka dostuna plastikten bir şeyler, fakat daha ziyadesiyle mutfak eşyası satmaktadır.
Fotoğrafta deklanşörün yakaladığı havada uçmakta olan nesne, plastikten bir kâsedir; düşse kırılmaz, birine çarpsa acıtıp uf yapmaz; hafiftir, kolay taşınır, hasılı şöyle iyidir böyle mükemmeldir.
Mutfaklarda kullanılan plastik malzemenin salon vitrin dolaplarında seramik, porselen, cam eşyanın yanına yerleşmeye başladığı zamanlardayız.
Bunu görgüsüzlük diye adlandırmak için çok erken; henüz kârlılık noktasında değiliz.
Pek çok parabol, çan eğrisi, azalan ve artan maliyetler grafiği çizilecek daha; plastik dünyayı kaplayana kadar, hababam satılacak; satılmalı…
Hele kapitalizm bu işten kazanacağını bir kazansın da sonra dedikodusunu ederiz.
“Görgüsüzler... Dantelli örtüyle kaplı camekânda plastik tabak sergiliyorlar...”
Acele etmeyin, bir de bunun melamin adı verilen bir başka sert plastik versiyonu da var; gün gelecek onu da tanıyacağız.
İşte bu plastiği uzun ömürlü lastik haline getirip mutfak eşyası şeklinde satmayı akıl eden Amerikalı iş adamı, mucit Earl Tupper’dır. Aklıyla bin yaşamıştır!
1929 Büyük İktisadî Buhran sırasında bir gecede her şeyini kaybetmiş birisiydi; sonra “Alman hızıyla kalkındı.”
2. Dünya Savaşında plastikten mamul bir sürü malzemeyi Amerikan Ordusu için üretti. Matara tapaları, çadır mandalları, kampet çatanaları; işte öyle şeyler.
Savaş bitti; şimdi, “Gorgeous” Amerikan Yüzyılı başlamaktadır.
Kimilerine, hangi zamanda yaşamak isterdiniz diye sorulsa, duraksamadan söylediği gibi, 1950’ler en yaşanası tarihî dönemeçlerden biriydi.
Tupper tarihin bu kapitalist mükemmeliyet yıllarında kendi hâlinde bir plastik imalatçısıyken, her eve lazım şeyin ne olacağını tasarlayacaktır. Plastik kaplar, kutular, sefer tasları, kapaklı kahve maşrapaları, kulplu bardak ve fincanlar, içine sabun konulan kapaklılar, süzgeçler; daha neler neler...
Züccaciye dükkânı, oldu mu şimdi plastikçi!
Bunca şeyi satması ne kadar zordur!
Tupper sermayeyi kediye yükleyeceği sırada, tesadüf yine tarihî rolünü oynayacaktır; onun varlığına inanmak, beklemek, bir tür pozitif kadercilik değil midir?
İstanbullu iyi bilir, tanır; Kadıköy-Karaköy vapurlarının eskimeyen simâsı Burhan Pazarlama gibi çalışan Amerikalı bir kadın, kapı kapı dolaşıp eline ne geçerse, onu bunu satan Brownie Wise, tesadüfle Tupper’ın bu plastic “şeylerini” görür; hayran kalır.
Bir pazarlamacı hayran kalmazsa, zaten hiçbir şeyi satamaz!
İşin sırrı buradadır; püf noktası denilen şey...
Kasap sevdiği koyunu yerden yere vururmuş, misali; ey pazarlamacı, evvela satacağını sev!
Wise ile Tupper’ın işbirliği başlayacak ve çok kısa sürede Amerikan Kıtasını kaplayacaktır.
Sattıkları ürün, TupperWare adıyla anılacak; Tupper/Tabak-Çanakları...
Bugün Piramit Satış diye adlandırılan, Saadet Zincirine pek benzediği için endişeyle izlenen, evden eve, kişiden kişiye satış yöntemini Bayan Wise başarıyla kuracak; Tupper ise fabrikasını genişletip, oraya buraya sığmayıp habire plastik ev eşyası üretecektir.
Tupper’ın aldığı patentler, ihtira berâtları, telif hakları onun yedi kuşağına yeter de artar; bugün plastik aldığınızda hâlen birkaç santimi, bir vesileyle yolunu bulup, Amerika’dakiTupper mirasçılarına gitmektedir.
1950’lerin evinde mutlu, kocasının işten, çocuklarının ise okuldan dönüşünü beklerken mahalledeki diğer evlere gidip plastik tabak-çanak satan burjuva Amerikan kadınları Tupper’ın yükselmesine hizmet ediyordu.
Herkes kazanıyor, bize ne!
Biz, servet düşmanı komünist miyiz?
Yahu, "laissez-faire, laissez-passer" diye bir şey var; ötesi yok...
Kapitalizmin yükselme eğrisinin birden batacağı yere kadar gitmesine izin veriniz.
Evlerde toplanan kadınlar bu yepyeni mutfak mucizesi plastikle mesut ve bahtiyardır.
Bugün, birbirlerine organik krem, pudra, sabun, şampuan satan ev kadınlarının yaptığı işin klasiği buydu; fakat bugün illa Organik olmalı, plastik değil...
TupperWare, soysuz plastiğin burjuva dünyasında soylu iktidarıydı!
Bugün, iktidarını 130 milyon ton ile sürdürüyor.
Dünyanın plastik iştihası 130 milyon tonla doyurulamayacak görünmektedir, beklentiler bu yıl yüzde bilmem kaç artışı, daha şimdiden, öngörmektedir…
“Sen altın ol, suya düş, paslanmazsın!” diye söylenegelen soyluluk vurgusu ise kimyanın soy metallerini de kaplıyor:
Gümüş, Platinyum, Altın ve hatta Bakır için Soy Metal tanımı yapılır.
Asit ve bazla tepkime vermeyen, oksijenle birleşip küflenmeyen, burnundan kıl aldırmayan hatta Cyrano de Bergerac tarzı koca burnu düşse eğilip yerden almayan o cânım soylular, burjuva plastiği karşısında yenik düşmüştür.
Moliere’in Kibarlık Budalası’nda Mösyö Jourdain’i gibi parasıyla satın almaya çalıştığı bir soyluluğun peşindedir, burjuvazi... Bu işin cemaziyülevveli 1789 Fransız İhtilalinden öncesine kadar uzar; uzar ki uzun bir hikâyedir…
Hasılı; Parayı bastıran asilzâdeliği satın alacaktır.
Fransızcasıyla noblesse de robe, cübbe soyluluğu denilen iğreti bir şıklığın soy metal kıskançlığı, plastikle kap kaçak olur.
Soylu metal, kumdan pişirilmiş cam, topraktan fırınlanmış seramik, burjuva salonlarında “Aldım, sattım, fırlattım! “ diye yakar-top oynar gibi elden ele geçemeyecek ve daha epeyi bir zaman hepimiz, bu aç gözlülüğümüz doyuncaya dek, plastiğin esnekliğiyle mutlu olacağız.
Belki de pencere kenarındaki teneke saksıya lafı getirmek üzere söze girip, kasabaların tenekeciler sokağından alındıktan sonra mutfağın bir köşesine konmuş, çalı çırpıya hayır demeden yakarak bir güzel çevresini ısıtan ördek sobalardan birisine lakırdıyı bağlarız ümidiyle yazmaya güzel güzel koyulmuştuk.
O yüzden mevzuyu baklavalık yufka açar gibi en ince teferruatına kadar verdik.
Cümlelerimiz gitti gitti, soysuz plastiğe dayandı; olsun!
Bizim yazımız caz müziği gibidir, hele trompet solosunun nerede sonlanacağını evvelden bilemeyiz; biz buna alışığız.
Üç pistonlu trompetimiz fazla üflemekten, şimdi su yaptı; ara verip, silkelemek zamanıdır.
Ağızlığında dudak teri biriktiren trompet tiz seslere çıkamaz; tükürüğü silkelemek lazım gelir.
Trompet deyip geçmeyin!
Trompet, bakır ve pirinç alaşımlı soy bir metalden yapılır; plastikten yapılmışını da çocuk mağazaları dışında gören yoktur…