Bir fotoğraf, tanıklık ve zaman

terennüm

Bir fotoğrafa rastladım, yıl 2007, Limter-İş sendikasındayız. Geçmişe dair nostaljiye yönelik bir paylaşımda "Alman Sendikalar Birliği ile beraber eğitim semineri yapılmıştı. Tersanelerdeki baskı rejimi ve taşeronluk sistemiyle gerçekleşen üretimin üzerinden çeşitlenen güvencesizleştirmeyi anlatmıştık. Zira o dönem Almanya'da da daha kurumsal formlarda gerçekleşen güvencesizleştirmenin ayak sesleri olduğunu öğrenmiştik. Şimdi Almanya'da yaşıyorum ve neoliberal politikalarının sonuçlarını, bazı güvencelerin kalıcılığına ve kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık örneklerine rağmen hissediyorum. Tam 11 sene olmuş" dediğimde 2 sene olmuştu Almanya‘ya geleli.

Bazen bir kıyas yapmak üzere çıkıyorum yola klavyenin tuhaf ses çıkaran tuşları arasında. Yazarken kelimeler başka yere taşıyor beni. Halbuki göç, güvencesizlik veya kısaca günümüzdeki hayat üzerine herkesin bildiklerinden fazlası değil söyleyeceklerim. Yine de demeyi sürdürüyorum, çünkü en azından kendi bireysel olamayan tarihime tanıklık ediyorum. Not alıyorum, hafızasızlığa küçücük bir itiraza dönüşeceğini umuyorum.

Dil ve fazlası

Bugün baktığımda güvencesizlik halinin başka versiyonu önümde duran, zira göçle yeniden kazanmaya çalıştığımız yetişkinliğimizin yani siyasal ve sosyal özne olarak varlığımızın kayıpları katmış önüne. Bilimcilerin kısaca “dil yetersizliği” dediği şey mi emin değilim. Çok daha fazlası, hatta dili mükemmel konuşanların bile asla yok olmayan hallerini gördükçe beni daha da ikna eden şey, göçe dair bir “özne” yetimi hali. Diyasporadaki yetim hissi, kendi hayatına dair dönüşümde “tam söz hakkı olmama” ile ilişkili. Güvencesizliğimin en yeni deneyimi bu. En fazla fanon’u andığım haller. Salgın sürecinde ise pekişen korkular, endişeler içinde en sinsice güçlenen.

Sıklıkla ne yaparsan yap önemini yitirmeyen kimlik durumunu, en sınıfsal dökümü, en cinsiyete dayalı ezilmişliği ile birleşen ötekilik halleri. En çok can acıtanın, ötekinin ötekini hiçleştirdiği durum mu yoksa hayatın boyunca dişinle tırnağınla kazandığın kendine dair olanın değersizleşmesi mi, emin değilim. Sürekli hiyerarşilerin içinden tutturulan pazarlıklar ile rekabet konusu haline gelen ötekiliğin hiyerarşisi içinde yer tutmak için, hayatının en travmatik durumunu basitçe bir kelimeye indirgeyip, adının önünde kimlik olarak belirlemeyi, üstelik bunun hayatını adadığın herşeyin önünde bir fırsatlar kapısına dönüşmesi en yıkıcı olan deneyim. Hayatını kurma yolunun sadece o yıkıcı ama dönüştürücü deneyim üzerinden kurmaya izin verenin ise insanların minimum standartların üzerinde yaşanmasını garantilemeye çalışan insan hakları temelli uygulamaların ırkçı ve cinsiyetçi temelde örgütlenen kurumsal yapılarla çarpışmasının yarattığı gri alanlar. Ancak orada olmaya izin var veya geçici olduğunuzda hayatınızı geçirdiğiniz alanlarda katkınız olacağına inanılıyor. Hep göçmen akademisyensiniz, hep kimlik temelli kategorik fikirlerle değerlendiriliyorsunuz, hep fikriniz sizin için her daim yakın ama yaşadığınız yere uzakta olduğu varsayılana dair merak ediliyor, hep özneleşme çabanızda bir görünmez duvar çıkıyor söz veya kurumsal uygulama şeklinde. Aşılamaz olan değil elbette, yerel pek çok sistem karşıtı toplaşmada olmaması ile güçlenip güvendiğiniz ve parçası hissettiğiniz şey. Bu yüzden devrimci politikanın da temeli.

Sıklıkla soruyorum, bu deneyimi Türkiye’de öğrenmemek imtiyazı en zayıf karnımız iken burada anlamak bana/bize ne katmalı.

Tanıklık

Zaman geçiyor. her zamansal ve mekansal göç, farklı güvencesizlik deneyimini kişisel tarihime getirdi, beni tanık ve fail kıldı. Herbirimizi de öyle. İmtiyazların elimizi kolumuzu bağladığı her yerde, bizi acıyla yaşatan sistemi dönüştürme veya yenisini kurma kapasitemiz yokoluyor. Kendimizi yok ediyoruz ardından. Sistemi güçlü kılan şeylerden biri oluyor bizim kapitalizm ve partiyarka karşıtları olarak ders alamamışlığımız, kendi bireysel iktidarlarımızı kurmaya dayalı davranışlarımız, radikalleşen ama politikkeşmeyen örgütlüğümüz/örgütsüzlüğümüz, kendini asla görmediği halde kendi sesine aşık konuşmalarımız, fiktif bir dizi sanrıdan ibaret bir “halk/toplum/işçi/kadın” adına konuşur gibi yapıp kendini aşkın özne veya yok-özne kılmamız...

Bugün naifçe kendindeki acıyı, öfkeyi veya umudu toplumsal dönüşüme örgütleyen, duyguların politikasını yaptığının farkında olup öğretmen edasıyla anlatmak yerine beraber öğrenmeyi yöntem olarak seçen, sesi olmayanın sesi olma iddiasını yerle bir ederek sese kulak/ yer veren bir politika ancak devrimci olabilir.
Dünyanın her yerinde en ortak olan, bir varlığın en güçlü biyolojik motivasyonu olan varlığını sürdürme arzusuna yönelik saldırılar nedeniyle hissettiğimiz kaygılar. Zira kapitalizmin geldiğimiz aşamasındaki uygarlık birikime katkısı olamayanın yok edilmesine yönelik barbarlık üzerine kurulu. Oyunu kuralına göre oynayanın kazanacağı halüsinasyonu üzerinden üretilen meşruiyet ise çarpıcı şekilde muhalefete de sinmiş halde. Sağcılaşma denilebilir mi, oyunu sürdürme reflekslerine oyunu bozmak yerine. Salgın bahanesiyle egemenlerin önümüzde kurmaya başladıkları dünya, herkesi daha izole ve güçsüz ama daha verimli kılmaya yönelik şimdi.

Zaman geçiyor, mekanlar dönüşüyor, yerellik yeniden oluşuyor. Bizler bunun neresindeyiz? Yeniden kurulan dünyaya tanıklık etmenin sorumluluğunu alacak mıyız, yoksa hala mağdurlar hiyerarşisi içinde yer kaplama derdiyle ötekine mi kılıcımızı bileyeceğiz?

Çok Okunanlar