Temmuz 1993 Sivas kıyımı şiir, roman başta olmak üzere pek çok edebiyat eserine konu oldu, yansımasını buldu. Yakın tarihimizin en vahim ve karanlık trajedisi bu kez bir sinema filmiyle karşımızda.
Ulaş Bahadır’ın senaryosunu yazıp yönettiği film gösterimde: Madımak-Carina’nın Günlüğü. Hakkında yazılmış yazıları pek fazla okumadan ve belli bir beklenti duygusu taşımadan filme gittim. Ancak yine de beklediğim bazı şeyler olduğunu ama bunları bulamadığımı fark ettim.
Öncelikle şunu söylemek gerekir, böyle bir filmin yapılması olumludur. Neden mi? Tarihse-toplumsal hafızamızın canlanması, güncellenmesi için bazı trajik olayların ve etkilerinin hatırlanması gerekir. Hatırlamalar beraberinde sorgulamaları ve eleştirileri getirebilir ve getirmelidir. Aradan 22 yıl geçmesine karşın tümüyle aydınlatılamayan Sivas katliamı, birçok yönden yakın tarihimizin düğüm noktalarından biridir. Sivas’ta oluşturulan kanlı ve karanlık düğümün hiç şüphesiz önceki karanlık ve kanlı düğümlerle bağıntısı vardır. Daha sonrakilerle de olduğu gibi… Edebiyatla, sinemayla söz konusu karanlığın üstüne gidebilmek önemlidir. Ama burada asıl önemli olan Sivas trajedisinin nasıl anlaşılıp algılandığı ve nasıl ifade edildiğidir.
Kimileri Carina gibi yabancı bir genç araştırmacının gözüyle konunun ele alınmasına itiraz etti. Bence burada bir sorun yok. Carina başka bir toplumdan, kültürden gelen bir insan olarak, bazı karşılaştırmalar yapmamıza ve şaşkınıklarıyla bizi düşündürmeye yönelten bir karakter.
Ancak filmde Alevilikle ilgili ritüel ve anlatımların biraz daha sınırlı kullanılması uygun olabilirdi. Gençlerin cemevinde saz çalıp türkü söyledikleri ve dans ettikleri sahneler Alevilikle ilgili göndermeler içeriyor. Yine Aleviliğin insana bakışını ve ona verdiği değeri ifade eden sözlerin ve türkülerin anlam bakımından uygun olduğu söylenebilir.
Ankara’dan yola çıkan gençlerin otobüs yolculuğu sürecinde bir yerde Sivas’a kaç kilometre mesafe olduğunu gösteren levhayı görüyoruz. Ama filmde Sivas yok, şehirden hiçbir görüntü, hiçbir kesit yok. Yalnızca bir cami av- lusu ve bahçesi yer alıyor. Orada da namaza gelen ya da bir şekilde cami önünde toplanan bazı kişiler görülüyor.
Filmin sonlarına doğru da devletle de ilişkili oldukları anlaşılan bazı kışkırtıcılar sahneye çıkıyor. Katliamın tetikçileri olarak düşünebileceğimiz bir grup, belli aralıklarla yaptıkları gizli toplantı ve görüşmelerle o tarihteki kıyıma giden olayları başlatıyorlar ve belirledikleri bir sonucu almak üzere kitleleri harekete geçiriyorlar. Dinsel duygu ve inançlara dayalı bir kışkırtma ve buna ilişkin bildirilerin dağıtılması söz konusu. Ancak bunları anlatırken film, yalnızca Hakikat adlı bir yerel gazetenin bir nüshasına yer veriyor. Dediğim gibi Sivas ve Sivaslılar ortada yok. Demek istediğim şehirle ve orada yaşayanlarla ilgili daha geniş bir perspektifle hareket edilebilirdi. Sonuçta orada biriken ve aydınlarını, yazarlarını yakmaya, yok etmeye yönelen bir kitle var.
Ayrıca o zaman da filmde de kışkırtmaların vesilesi durumunda merkezdeki figür Aziz Nesin’dir. Bu noktada da filmde eksiklik söz konusudur. Nesin’in aydın ve yazar olarak düşünce ve tutumu belirsiz bırakılmış. Düşünce ve inançlarını cesaretle ve içtenlikle ortaya koymuş yazarlarımızın başında gelen Nesin’in kendi toplumuyla yaşadığı gerilim ve mücadele, fikir ve tutum boyutuyla filmde yer almıyor. Filmde yer almayan başka önemli bir şey daha var. Metin Altıok, Aziz Nesin, Hasret Gültekin vb. birkaç yazar, şair ve sanatçı ön planda. Ama filmin sonunda yer alan isim ve resimleri dışında diğer insanlar, sanatçılar ve aydınlar filmde yer almıyor. Aklıma özellike Behçet Aysan ve Asım Bezirci geliyor. Bunların dışında bir de orada bulunmalarına karşın yaralı kurtulanlar ve olayın travmasını yaşayan ve bunu daha sonra eserlerinde dile getirenler de unutulmuş gibi. Bu noktada denebilir ki, eğer bu filmle trajik bir olayın hatırlanması ve sorgulanması amaçlanıyorsa, filmi hazırlayanların kendi hafızalarını da gözden geçirmeleri uygun olurdu. Elbette her eserde bazı eksiklikler olabilir. Ama tarihsel bir olay ele alınıyorsa, konuyla ilgili belge ve haber kaynakları başta olmak üzere ve ayrıca konuyla ilgi- li edebi-sanatsal birikimlerden de yararlanılması uygun olurdu.
Carina’nın Altıok’tan okuduğu birkaç dize dışında, şair ve yazarların yaratıcılığına ilişkin pek bir şey yer almıyor filmde. Oysa Altıok’un ölümünden yıllar önce yazdığı ve sanki nasıl öleceğini öngörüp sezdiği ve bunu dile getirdiği dizeleri filmde yer alabilirdi. Aynı şekilde Behçet Aysan’ın ölüm hakkındaki incelikli ve derinlikli dizeleri de öyle…
Carina, kadının yerini araştırmak için geldiği ülkemizde, yolu Sivas’a ve bu şehirde yaşadığı trajedinin içine düşüyor. Ama kadının toplumdaki yerine ve uğradığı şiddete karşı durumu ele alması, özellikle Ankara’da yaptığı kadın gözlemleri ve bazı diyalogları, yabancı bir gözle anlama ve değerlendirme çabasının örnekleri olarak görülebilir. Anne ve sevgilisinin Türkiye’ye gitme kararına ısrarla karşı çıkmaları da bir sezgi ve öngörü olarak anlaşılabilir. Bu açıdan Carina’nın ruh hali bağlamında filmin izleyiciye hissettirdiği hüzünlü bir duyarlılık söz konusu. Ama benzer bir duyarlılık katliamda yok edilen şair, yazar ve aydınlarla ilgili olarak belirginleşmiyor. Belki bir tek Hasret Gültekin’i bu yargının dışında tutabiliriz.
Yangın sahnelerinde de yer almayan bazı olaylar söz konusu. İtfaiye hortumunun kesilmesi ve yangın merdiveninden kurtarılırken bile Nesin’in öldürülmeye çalışılması vb. Elbette bu bir belgesel değil. Ama yine de tarihsel bir olaya odaklanan bir filmde hatırlanması ve bir şekilde işlenmesi önem taşıyan hususların olmadığını söyleyebiliriz. Filmin sonunda Sivas’ta devletin yok olduğunu söyleyen valinin sesinin karanlık fonda yankılanması da, verilebilecek mesajlar bakımında çok sığ kalıyor ve benzer birçok olayda da devletin kusur ve sorumluluklarının daha geniş çerçevede hatırlanmasına yönelik bir çağrı haline gelemiyor.
Bu eleştirilere rağmen ya da bu eleştirilerle birlikte, böyle bir filmin yapılmış olması önemlidir. Yaşadığımız sorunlar ve gerilimler içinde benzeri trajedilerin her an olabilmesi ya da olabileceğine yönelik işaretlerin ve gelişmelerin gündemde bulunması, toplumsal-tarihsel hafızanın insani değerler ve sorumluluklar temelinde sanatsal alanda işlenmesinin gerekliliğini de göstermektedir. Giderek bir katiller, hırsızlar ve sahtekarlar cumhuriyetine dönüşen Türkiye Cumhuriyeti’ni yeniden insanca, özgürce, haklarımız, değerlerimiz ve onurumuzla yaşadığımız bir ülke haline getirmenin önemi ve gerekliliğiyle yüz yüze olduğumuz bir zamanda, bir ölçüde de olsa bir yüzleşmenin, sorgulamanın yolunu açmasını umduğumuz filmlerin çoğalması iyi olur diye düşünüyorum. “nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” sorusuna cevap arayan ve bunun bedelini ödeyen ve ödemeye devam eden insanların ve aydınların kahraman olmak durumunda kalmayacağı ve ortaçağ ateşlerinin bir daha yanmayacağı, coğrafyasında kardeşlik, barış ve özgürlük çiçeklerinin açacağı bir ülke özlemiyle tarihin aynasında kendimizi görelim, hayatı ve ölümü, uygarlığı ve barbarlığı görelim. Görelim ki bir daha trajediler yaşanmasın. Ruhu yaralı bir ülkede insanı ve hayatı kucaklayalım, kaybettiğimiz değerli insanların hatırasını da kucaklayarak…
Bu yazı Mesele Kitap dergisinin Kasım 2015 tarhli 107’nci sayısında yayınlanmıştır