CHP’nin Adalet Yürüyüşüne katılanlar katıldı ama sosyalist solun ana akımları ısrarla neden katılmamız gerektiğinin siyasi izahını yapıyor. Birçok mitinge, yürüyüşe katılırken bir ayrım yaparız. Bazılarına siyasi olarak katılırız, bazılarına bireysel destek veririz.
CHP de zaten siyasi destek değil, bireysel katılım istiyor. Örneğin, CHP kurmayları HDP’nin yürüyüşe siyasi sembolleriyle katılmama şartını ileri sürmüşler. Sosyalist ana akım partilerimiz, siyasi tutum almadan bir yürüyüşe katılamazlar mı?
Bir parti siyasi tutum allınca, durumu siyaseten izah etmesi gerekir. Bizim de itirazımız bu noktada. Adalet Yürüyüşüne siyasi katılımı yanlış buluyoruz ve hele gerekçelerini duydukça, okudukça itirazımızı sürdürme ihtiyacı duyuyoruz. Tabii marjinal olarak!
Bize ait olmayan bir eyleme siyasi katılım esasen bir ‘program ve strateji’ anlayışının yansımasıdır. Yürüyüşe katılma kararı verenlerin içine tam sinmemiş olacak ki, sürekli neden destek verdiklerini siyasi olarak izah etme ihtiyacı duyuyorlar. Bu ise, sosyalist hareketin zihin dünyasını, program meselesine yaklaşımını açığa çıkartıyor.
Program tartışılmayınca, devrimci iddia ortaya çıkmıyor. Siyasal destek basite indirgeniyor. 16 Nisan’ın ardından ise, CHP siyasal zemininde buluşmaya kadar iş varmış bulunuyor.
Yanlış anlaşılmayalım: Yürüyüşe bulunduğu kentten, ilçeden katılan insanlar açısından bir sorun yok. Katılsınlar, yürüyüş kitlesel olsun. Ama o kadar… Biz kendi işimize bakalım!
Mesele işin sosyalist boyutunda
BirGün gazetesi yürüyüşün ardından sayfalarına ‘Adalet Kürsüsü’ başlığıyla bir köşe açtı. 25 Haziran tarihli Birgün gazetesinin ‘Adalet Kürsüsü’ köşesinde Evrensel Gazetesi yazarı Özgür Müftüoğlu ‘ortak bir adelet ve demokrasi anlayışı’ bulmanın mümkün olduğunu ileri sürdü. 26 Haziran’da ise, BirGün gazetesin yazarlarından Güven Gürkan Öztan ‘tüm seküler güçler birleşmeli’ çağrısında bulundu.
EMEP ve ÖDP gibi ana akım sosyalist partiler, Halkevleri, 16 Nisan Referandumundan çıkan Hayır tercihin bir devamı olarak bu yürüyüşü destekliyorlar. ‘Hayır’ üzerinden sürdürülen siyasi kampanya, Adalet Yürüyüşü ile birlikte programatik zemine ve liderliğe kavuşuyor. Bu siyasal çizgi esasen burjuva demokratik bir eksendir ve devrimci demokratik bir zemin değildir. Kuşkusuz ne ÖDP, EMEP ve Halkevi geldikleri noktayı devrimci bir tutum olarak algılıyorlar, açıklıyorlar ve iddia ediyorlar.
Marksist sosyalizm tarihinde ‘bütün’, ‘tüm’ gibi sıfatlar ‘işçiler, köylüler ve ezilen halklar’ın birliği için kullanılmıştır. Bütünleşmesi, tümleşmesi yani birleşmesi istenenler bölünmüş, dağınık olan işçiler, köylüler ve ezilenlerdir. Hiçbir zaman ‘tüm seküler’ler, ‘bütün demokratlar’ için bir çağrı Marksist sosyalizm açısından geçerli olamaz.
Nedeni basit: Bugünkü dünya esasen iki temel sınıfa bölünmüştür ve adelet, demokrasi ve bir toplumsal özgürlük alanı olarak sekülerizm asla sınıf sıfatı olmaksızın birşey ifade etmez.
Ütopik sosyalizm devrinden sınıftan kaçış programına
Marks’ın, Lenin’in tüm adalet isteyenleri çağırdığı görülmüş müdür? Marksizm öncesi içinse, evet diyebiliriz: Doğrular/Haklılar Ligası (Birliği) zamanında mesela.
O tarihlerde yani 1848 öncesinde yani sosyalizmin ütopik evresinde hümanist eğilimli, hayırseverlere seslenilirdi, işçi sınıfının kendisini kurtaracağına dair bir iddia yoktu. İşçiler kurtarılması gereken bir sınıftı. Adalet, doğruluk, haklılık arayışları daha çok ‘amele perver’ bir küçük burjuva/burjuva aydın faaliyetiydi. Marks ve Engels sosyalizmin bu evresine ‘işçi sınıfı/proletarya’nın devrimci rolünü açıklayarak son verdiler. Komünist Manifesto’nun yazılmasıyla birlikte bu evre kapandı. Ekim Devrimiyle gerçek anlamına kavuştu.
Adalet, özgürlük gibi kavramlara ‘sınıf’ eksenli olmayan yaklaşımlar Lenin sonrasında yeniden ortaya çıktı. Programı revize etmeye ya da bilerek çarpıtmaya girişen akımlar oldu. Tek ülkede sosyalizmin siyasetinin türevleri olarak İşçi Cephesi’nin yerini Halk Cephesi siyaseti, bağımsız sınıf politikası yerine ‘dörtlü sınıf bloku’ sonra da ‘barış içinde birarada yaşama’ siyaseti gündeme geldi. Bu listenin tümü dünya devrimci sürecini ileriye taşımak bir yana, ona ihanet etmiş siyaset belgeleri olarak tarihteki yerini almıştır.
İşçi sınıfnının uluslararası çıkarları, ulusal burjuvaziler lehine ve genellikle faşizme karşı mücadele programıyla üstü örtülerek emekçi kitlelere benimsetildi.
Lenin sonrası dönem (Stalinizm diyoruz) 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından sosyalist örgütlerin üzerine karabasan gibi çökmüş, siyasal referans noktaları yeniden parçalanmış, yenilgi siyasal programın da yenilgisi olmuştur.
Yenilmiş programdan programsızlığa…
1990’lı yıllardan bu yana sosyalizmin yeniden program düzeyinde ifadesi üzerine kimi gayretler oldu. Birlik Düzlemleri Tartışma Kurulu bunun ilk açık ifadesiydi. Özgürlükçü Sosyalizm, Özgürlükçü Laiklik, İşçi Kitle Partisi gibi kavramlaştırmalar yeni program denemeleriydi. Başarılı olmadı ve herkes neredeyse eski programına döndü.
Rojava devrimiyle dayanışma belki de eski programın en iyi yeniden üretimi olacak, ancak Türkiye özgülünde geçmiş nostaljik devrimcilik yadedilerek gün geçiriliyor. En iyi ihtimalle kimi toplumsal talepler etrafında, sosyal haklarla avunuluyor. Günlük pratik meseleler üzerinden kadro enerjisi heba ediliyor.
Bir devrimci parti ve program inşası ana akım sosyalistk hareketlerin gündeminde değil. Bu yüzden, yenilmiş programların nostaljisine dönüş, programsızlık üretiyor ve Adalet Yürüyüşü’ne varıyor.
Umarız bu en ileri nokta olmaz!