Festivalin yerli keşiflerinden biri de Sahibinden Kiralık oyunu oldu. Yıllar önce yazdığı ancak Türkiye’de oynanmasını istemediği için oyunu bunca yıl bekleten Özen Yula ile yönetmen/sahne tasarımı ve videoyu yapan Melis Tezkan ve Okan Urun, oyuncular Meral Çetinkaya, Ozan Güçlü, Yusuf Sefaoğlu, Semi Sırtıkkızıl, Zeynep Su Topal, Ertuğrul Aytaç Uşun, Cem Baza, ışığı tasarlayan Cem Yılmazer, sesi tasarlayan Ömer Sarıgedik, kostüm ve dekor asistanlığını yapan Ünal Bostancı sanki yıllardır bu oyunda buluşmayı bekliyorlarmış gibiydi.
Oyuncular, sahne tasarımı, hareket düzeni birbirine bu kadar uyumlu bir sahne olayı görmekten çok hoşlandım. Gösterimden sonra metin varsa okuma alışkanlığıyla 2002 baskısı kitabı elime aldığımda arka kapakta şunları okudum; “Sahibinden Kiralık, ekonomik sarsıntılar sonucunda, megapolde yaşayan alt sınıftan kirletilmiş insanların hikayesi. Underground’a bir göz kırpma.” Bugün oyun tanıtım metnine bunları yazsalar kesinlikle gitmeyeceğim bir oyun olurdu, zira köprünün altından çok sular geçmiş, bu gözler underground’a göz kırpamayan ne berbat ve bedbaht yapımlar görmüş, ayrıca underground denen kavramın bagajı da dolup taşmıştı. ‘Kirletilmiş insanlar’ meselesineyse zaten birazdan geleceğiz. Spoiler vermeden izleyiciyi neyin beklediği üzerine konuşacak olursak…
Oyunun bir parkta geçtiğini söyleyerek başlayalım. Sokakta karşılaşsalar orta sınıfın istikrarla ve ısrarla görmezden gelmek isteyeceği insanlarla dolu bu oyun kişilerinin ömrü yaratıldıkları zamandan bugüne kadar vefa etse bir tiktok hesapları olabilirdi. Aralarında eğlenmek ya da bağlantılar kurmak için belki zaman zaman kendilerini Dudakların Cengi gibi eğlencelerde bulurlardı. Bazıları bir yolunu bulup yurtdışına gitmiş olurdu. Bir dolu arkadaşlarının ölümüne tanık olmanın ağırlığını üzerlerine taşıyacaklardı. Parklardan internete, kısa süreliğine de olsa sosyal medyada fenomen olmaya terfi etseler de büyük ihtimalle bedenlerinin sömürülmesine ve cinselliği sömürmeye devam edenler edecek, edemeyenler veya konudan ikrah getirenler başka yollar arayacaklardı. Yasak olan, hasır altı edilen her şey gizli kapaklı yapılmaya, mafyalaşmaya, karaborsaya düşmeye mahkumdu; hele ki bu temel dürtülerden biriyse. Dolayısıyla bu insanlar kirletilmiş dünyanın tepesinde oturanların yediklerinden artan kırıntılardan beslenmeye devam edecekler, ikiyüzlü ‘büyüklerin’ dünyasından paylarına düşeni kendileri gibi olan diğerlerine kaptırmamak için amansız bir mücadeleyle birbirlerini yiyecekler, bunun dışında dünyada neler olup bittiğine kafa yoracak zamanları kalmayacak, yoranlar da ellerinden gelen bir şey olmadığına kanaat getirip boş vermişliğin karamsar, pis pis duman kokan gri boşluğunda zaman içinde kaybolacaklardı. Ama yine de içlerinden biri olan biteni hatırlamak, diğerlerine hatırlatmak için hayatta kalacak, yarım da olsa bir umuda tutunup yaşayacaktı.
Gençlere herhangi bir vaat vermekten gün be gün uzaklaşan bu ülkede, elimizdeki değerlerin farkını bilip bulduracak, sevdirecek, kullanacak yöntem bilgisinden, umuttan, sevinçten, sevgiden uzak yetişmeye mahkum kalmış insanların dünyasına hangimiz ne kadar yakınız, her birimiz bu manzaranın neresine iliştirilmişiz, umutsuzluk kimi ne kadar sarmalamış bilemiyorum. Özen Yula o dünyanın sesine kulağını açıp yıllar önce bu oyunu yazdığında günümüzün pespayeliğinin o günlere rahmet okutacağını tahmin eder miydi acaba?
Günümüze ilişkin bu karamsar saptamalar okuyucunun da benim gibi içini yeterince kararttığına göre işin güzel yanına; oyunun sahnelenmesinde karşılaştığımız inceliklerden söz etmeye sanırım sıra geldi artık.
Sahne direktiflerinde gerçekçi bir şekilde tarif edilen parkın ve oyun kişilerinin kullandığı her nesnenin hem gerçek hem de imgesel bir değerinin olmasıyla başlayalım. Sahnenin tam ortasında tepeye asılı park fotoğrafının gösterdiği düzen, intizam ve titizlikle oyun kişilerinin hayatları arasındaki karşıtlık deneyimlenmeye değerdi. İşlevsiz aileler, yoksulluk, şiddet, tecavüz, yalanların ortasında kalmış hayatları izlerken içim daraldıkça parkın dingin, refah vaat eden suretine bakarken buldum kendimi. Adnan’la (Aytaç Uşun) Simay’ın (Zeynep Su Topal) yarım kalmış aşkının, atlanmak istenen sınıfın getireceği konforun ve daha bir dolu idealin sembolü olarak o fotoğrafın oyun kişilerinin başının üstünde yeri vardı. Seyircilere de kaçış sunan o park vücuda gelse ‘kirletilmiş’ oyun kişileri karşısında kendinden utanır mıydı sahiden? Ya da şöyle soralım; parkın aldırmazlığının hesabını kim ne zaman soracaktı?
Oyunu, yazıldığı dönem ve bugünü düşünerek izlediğim için ister istemez algımın geçmiş ve bugün üzerinde gidip geldiğini belirttikten sonra oyuncuların sahneden hiç ayrılmayışlarına da buradan bakarak bir anlam yüklediğimi söylemeliyim.
Parktaki bankların bir kısmı seyircinin gözünden uzak, sahnenin karanlıklarında bir yerlere yerleştirilmiş. Böylece oyuncuların rolleri olmadığı zamanlarda da gözümüzün önünden ayrılmadığı bir sahne tasarımı benimsenmiş. Sahnenin ortasında ve ön tarafta bulunan bankta cereyan eden aksiyonla arkada duran oyuncuların sessizliğini ‘bellek ve bugün’ gibi okudum. Tarihe geçemeyecek bu kişilerin belleklerimizde kapladığı yere nasıl şekil vereceğimiz de bize kalmış; o insanları ve hikayeleri birinci elden duyan izleyicilere hatırlama sorumluluğu verilmiş. Ön taraftaki banka oturan herkes kendisini seyirciye tanıtan ve açan aksiyonunu gerçekleştirdikçe arka tarafın da o kadar ağırlık kazandığını, izleyiciyi içine çektiğini düşündüm. Gösteri alanına gelmeden önce askıdan aldıkları giysiyi üzerlerine geçirip görünür olmaya gelseler de yanmayan sigaralar, kesmeyen jiletler gibi göstergeler sayesinde ne kadarı gerçek ne kadarı hayal olduğuna bizim karar vereceğimiz bir dünyayla karşılaştık.
Küçük bir masanın üzerinde duran nesneler (kitap, para, jilet vs.) kamera kaydıyla aynı anda sahne üzerine asılı bir ekrandan izleyiciye gösteriliyordu. Oyun boyunca masanın düzeni gibi oyun kişilerinin hayatları da değişti. Sıralarını savdıktan sonra tekrar kendilerinden söz edilinceye kadar karanlıkta sessizce oturdular. Hayatları hakkında bir şeyler öğrenmeye başladıkça daha çok merak ettiğimiz kişiler haline gelmesine karşın karanlıkta kaybolmaları gelgitlerine, geçiciliklerine, uçuculuklarına işaret etmekteydi. Uçuculuklarını, geçiciliklerini bile bile orada durmaya devam ederek izleyiciyi kendilerine bakmaya zorlayıp belleğimizde bir yer edinmeye çalışıyorlardı.
Daha önce kitap, para, jilet vs.nin yansıtıldığı ekranda Simay’ın yaşlılığını oynayan Meral Çetinkaya’yı görmenin sevinçli şaşkınlığını yaşarken Simay boyut kazanıyor, 14 yaşından uzaklaştıkça başına gelenlerin ağırlığı izleyiciye yükleniyordu. Ama diğer yandan Simay’ın hala buralarda bir yerlerde olduğunu öğrenmek teselli ikramiyesi gibi geliyordu.
Sahibinden Kiralık soyut bir alemde, her an buharlaşıverecek birtakım varlıkların bir zamanlar bulunmuş olması muhtemel bir ortamını izleyiciye göstermiyor, deyim yerindeyse koklatıyor. Tıpkı oyun kişilerinin bir yere varamayan hayatları gibi biz izleyiciler de karşımıza çıkanların uçucu özüne ilişkin bir koku duyup o geçici duyguyu izlemeye davet ediliyoruz. Anlatının ağır içeriğiyle şahane bir karşıtlık oluşturan reji, sahne düzeni ve ışık izleyeni çarpıyor, diken üstünde oturtuyor. Zaten ayak üstü her işin döndüğü çalılık da bizim tarafta, aramızda!