İslam Şer’i Hukukunda boşanma erkeğe tahsis edilmiş bir hak görünüyor.
Kadının adamı boşaması biraz zor; hiç olmaz değil ama sıkı hükümleri var.
Başta, erkeğin iktidarsızlığı!
Gel de ispat et; kadın için kolay değil.
Lakin erkeğe gelince öyle mi, tepesinin tası attı mı kadını “3 tâlak” ile boşaması mümkün.
Tâlak dediği, “serbest bıraktım” demek!
Üç tâlak ile, “Boş ol! Boş ol! Boş ol!” diyen erkeğin karısını bir daha geri dönülemez şekilde kesinkes boşaması bazen geri tepen silah olur.
Böylesini bir daha nerede bulacağım diye perperişan kesilip pişmanlık duyan da çıkmaz değil.
Son pişmanlık fayda etmez sözüne karşın bir çare de aranır, elbet!
İslam Hukukunun fıkıh âlimleri boşanan kadının tekrar nikâh altına alınmasını kurallara bağlayıp evvela boşta kalan kadını birisiyle başgöz etmeyi uygun görmüşlerdir.
Ancak kadın usulen değil hakikaten zifafa girecek şekilde nikâh kıymalıdır, yeni kocasıyla halvete karışmalı daha sonra ondan boşanmalıdır; velakin bu da kolay değildir tabii.
Yeni koca bakalım boşayacak mı, boşanmak isteyecek mi!
Diyelim oldu; o halde tekrar boşa çıkan kadının eski kocasına dönmesi mümkündür.
Bütün bu “aldım verdim, ben seni yendim” tarzındaki kulağını tersten kaşıma tuhaflığı kadını tekrar helal yapmak uğrunadır.
Arapçada helal kılmak anlamındaki “Hülle” yolu böylece hak ve hukuk olur.
Diyanet Başkanlığı’nın yayınladığı İslam Ansiklopedisi’nde epeyi faideli bilgi mevcut; hülle üzerine bir şey yazılacak, bir şeylere bakılacaksa…
Hülle’nin bir tür anlaşmalı-muvazalı evlilik olması, boşayan kocanın içine sinsin diye çaptan düşmüş, elinden kabuklu yumurta yenmez, mindere oturtsan uykusu gelir cinsten yaşlı erkeklerle nikâh kıyılıp sonra kadının pirüpak kalıp bir yerine el uzatılmadan geri alınması cinsiyetçi bir anlayışla bir tür sosyal riyakârlık, hatta sahtekârlık, dahası içinde fesat olan bir hukuk işlemine döner.
“Kadın” alınıp verilen bir ürün gibi hülleye teslim edilir.
Hasılı, “Boşadım ama pişman oldum, aman da aman, kadınım geri gelsin” diyen hülle yapacak, hileye başvuracak; başka türlüsü yok.
Tabii İslam âlimlerinden bir kısmı buna karşı çıkıyor fakat Osmanlı’da işler yine bildik numaralarla yürütülüyordu.
Bu acınası durumdan ne çıkar; bol bol güldürülü masal çıkar, fıkrası üretilir, darb-ı mesel olur, pek çok hikâyatı söylenir, romanı yazılır, filme çekilir, Direklerarası’nda teatora’sı bile oloooor…

Türk edebiyatında hülle romanlarından sonuncusu, 2024 yılında genç yaşında kaybettiğimiz değerli yazar Hulusi Üstün’e ait olmalıdır; aradım taradım başkası yok.
Rahmetli Hulusi Bey, Papirüs Yayınları tarafından basılan 223 sayfalık “Göğerçin” başlıklı romanıyla edebiyatımızda derinliği olan masalsı bir anlatıyla hülle denilen iki yüzlülüğe ait meseleyi tarihe bir vesika koymuş gibi son eseriyle bizlere okutur.
Hulusi Üstün aralarında hikâye, anlatı, masal ve romanlar bulunan sekiz basılı esere sahiptir. Kalemiyle selis metinler çıkaran, düzgün Türkçesi, akıcı bir lisanı ve nâtıkası geniş bir yazardır. 1974 doğumlu olduğuna bakılırsa Çerkes asıllı bu hukukçu-yazarımız demek daha ellisini göremeden sevdiklerine, hayatında başaracağı nice şeylere ve edebiyata çok erken veda etti.
Fakat bana takdim ettiği “Saygıdeğer büyüğümüz, kıymetli Mahmut Şenol’a saygı ile…” ithafıyla imzaladığı Göğerçin romanıyla şahsi hatırâtıma, hafızama ve gönlüme yerleşti.

Hulusi Üstün
Papirüs Yayınevi
214 sayfa, Ocak 2021
Edinmek için
Göğerçin 1811-12 yıllarında İstanbul’u, Osmanlı’nın hiçbir zaman İstanbul diye adlandırmadığı Konstantiniyye şehrini saran taûn-veba salgını sırasında yaşanmış bir hülleyi bize aktarır.
Padişah, II.Mahmut’tur, yenileşmeci ve Batılılaşmadan yana olan sultanın, bazı günler 2-3 bin kişinin vebadan telef olduğu Şehr-i Stanbul’da tebâsı için eli kolu bağlı, biçaredir. Konstantiniyye’yi kara bulutlar kaplamıştır. Şehri baştan aşağı saran korkuyla sesi soluğu kesilmiş halkın arasında gezinen biri roman kahramanı olup karşımıza çıkar: Bezzaz Sadi Efendi…
Yaşını başını almış bezzaz-kumaş tüccarı Sadi Efendi vebanın gezindiği sokaklardan geçerek evinden işine, işinden evine sessiz sedasız, aldısı verdisi olmadan gider gelir. Süleymaniye’den Haliç’e doğru inen Odunpazarı’ndaki evinden her sabah besmeleyle çıkar, Nuruosmaniye Camisi ile Beyazıt arasındaki Büyükçarşı’da bulunan kumaş dükkânına geçer, akşam evine kavuşacağı vakte kadar ticaretine bakar.
Veba birkaç yılın hadisesi, o bundan dört yıl evveline kadar bu yokuşu heyecansız inip çıkıyordu. O vakte kadar evde kapıyı açan emektar Arap bacısı, Sadakat ablası var. Fakat dört yıldan beri artık evinde bir güzel kadın bulunuyor; ellisine merdiven dayamış bezzaz Sadi şimdi heyecan içinde evin kapısına zor yetişiyor, yaşlı Habeş Arap bacı yetmeden ötekisi kapı eşiğine seyirtiyor. Sadi Efendi onu gençleştirip ruhuna aşk ateşi salan bir genç kadına kavuşma telaşındadır. Adı Göğerçin; kimi kimsesi olmadığından bir aile yanında büyütülmüş, terbiye görmüş, o himmetli ailenin reisi iflas edince dağılan yuvadan sonra yalnız kalmasın diye Sadi Efendiye kısmet etmişler de hanımı olmuş…
Sadi Efendi’nin aralarındaki otuz yıla varan yaş farkına rağmen ona aşk yaşatan bu güzel kadınla bir derdi yok, endişesi, hayal kırıklığı da yok. Lakin çocuk sahibi olamıyor bir türlü; e n’apalım, bu da Allah’tan denilemez ya, kadın çocuk istiyor. Sadi Efendi envaiçeşit macunlar yese, türlü cinsten hayat iksirleri tüketse iflah etmiyor, sanki kendi de mahçup kalıyor.
Göğercin cahil bir kızcağız, sokaktan geçen Konstantiniyye Kıptilerinden olup bohçacılık eden, arada fal bakıp bakla çeviren, laf taşıyıp dedikodu eden Gülistan isimli mahalle bozguncusuna merak salıyor; ondan çare umuyor. Arap bacı Sadakat durumun farkında ama efendisine de araları bozulmasın diye bir şey söyleyemiyor. Sadi Efendi dini bütün adam ama hurafelere kapısı kapalı, batıl inançlara uzak!
Göğercin gizli gizli Gülistan’dan muskalar, büyülü sihiri taşlar, türlü nebatattan macunlar alıyor; belli etmeden kocasına yediriyor, orasına burasına boncuklar asıyor, yastığının altına tozlar serpiyor. Günün birinde bunu anlayan Sadi Efendi bohçacının eve girişini men ediyor, ediyor etmesine ama kadın bu, dinler mi, yine de yapıyor. Sonunda o meşhur söz çıkıyor Sadi Efendi’nin dudaklarından: “Boş ol! Boş ol! Şart olsun ki boş ol!”
Şimdi Sadi Efendi söylediğine bin pişman, Göğerçin Hanım ettiğine bin bir pişman. Kala kalıyorlar. Göğerçin’in gideceği bir yer de yok ki; yine Sadi Efendi’nin evinde misafir gibi başka bir odada kalıyor. Kadını tekrar nikâha almalı; ama nasıl!
Tek çare var HÜLLE…
Dünya güzeli karısını âlemin adamı koynuna sokacak değil ya Sadi Efendi, bunu aklına getirdikçe cehennem ateşiyle yüreği dağlanıyor. Acı baldıran otu yemiş gibi kıvranıp dururken, derdini kimselere açamadan üstü kapalı hocalara, sahaflara, ilim irfan sahiplerine sorup çareler bakınıyor. Tam o günlerde karşısına çarşının bıçkını Makedon asıllı Nutyalı Hidayet çıkar, “vaziyeti çakozlamıştır”, yardıma hazırdır. Araya sora Bağdat bile bulunur, Hidayet de pek çok vakit orada burada Sadi Efendi için çare ararken bunu Beyazıt Camisinin kör hafızlarından Kastamonu’nun Tosya’sından gelme hafız Bali adlı bir genci hülleden bahsetmeksizin ayar etmekte bulur. Adam kör, aldatılmaya müsait!
Göğerçin’i bu adamla nikâh edecekler, fakat kız kokuşmuş hayvan derilerine sarılacak, orasına burasına kötü kokular sürecek, bu yüzden hanım girdiği evin bir uzak odasında tek başına yatıp kalkacak, bir türlü nikâh sonrasının zifafı hasıl olmayacak. Plan budur. Sonunda hafız Bali murada eremeden kadını boşayacak, böylece bezzaz Sadi tekrar karısına kavuşacaktır; bir daha asla “Boş Ol” falan yok, zinhar…
Hafız Bali’yle nikâhtan sonra gerçekten Göğerçin’e el değmez; hem de uzun süre el değmeyecektir. Sadi Efendi hayırlısıyla karısına erkek eli değmeden geri gelsin diye karın ağrısıyla kıvrananlar gibi eli böğründe ortalıkta dolanıp dururken, sonunda hafızın saf, temiz kalpli bir insan, üstelik dürüst bir erkek olduğunu gören Göğerçin’in gönlünde fırtınalar kopuverir ve “bu kadar sahtekârlık ayıptır, bu insan da nihayetinde bir insandır, aldatmak hiç insan olana yakışır mı, üstelik erkek gibi genç erkektir” diye gönlü bu adama şıp diye kayıverir. Bir gece gerçeği faş edip koynuna giriverir.
Hulusi Üstün’ün hülle hikâyesi bu kadar, şimdi başı sonu belli oldu, lakin asıl sayfaları merakla çevirirken okuma keyfi alınacaktır. Zira bir Dönem Romanına yakışan tüm tasvirleri, edebiyattaki gücüyle Hulusi Beyin hülle zihniyetine ait romanı, kör hafızın Göğerçin’den olma altı gürbüz çocuğundan birisinin büyüdükten sonra kemanî sanatçı olup, pek tanınmış besteler yaptığı ve adının da Sadi olduğu cümlesiyle hitama erer.
Hulusi Üstün bir Konstantiniyye seyyahı kesilmiş gibi tüm romanı boyunca okurunu peşinden sürükleyip Süleymaniye’den Mısırçarşısı’na kadar gezdirmedik sokak bırakmaz, Arnavutundan Çerkesine kadar tanıştırmadığı İstanbulluyu geride komaz!
Bir tarih romanından çok Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nden fırlayıp çıkagelmiş gibi pek çok ikincil karakterle karşılaşılır ki, bana kalırsa, romanı bir yanından eğlenceli yapan da bu tarafıdır.
Göğerçin’in yazarı İstanbul gezgini gibi sokak sokak, konak konak, cumba cumba dolaşarak edebiyata hüzünlü bir komediyle değer katar. Şefik Onat’ın yazdığı, Selim Atakan’ın bestelerini yaptığı, 1992’de Şehir Tiyatrolarında sahnelenmiş Başar Sabuncu yönetimindeki ünlü “Hüzünlü Bir Komedi” müzikalini andıran bir hüzünle biter romanımız.
Hülle edebiyatının eskisi var; on sekizinci yüzyıla bir bakalım: Vasıfzâde Ref’et Efendi tarafından yazılmış “Hülle-Nâme” başlıklı mesnevi türündeki metinde hülle konusunu ilk kez alaycı bir dille ele alınır. Ardından Osmanlı edebiyatında bir suskunluk yaşanır, belli ki dikkatler başka toplumsal sorunlara yönelmiştir.
Servet-i Fünûn yazarlarından Hüseyin Suat Yalçın’ın tek perdelik vodvil tarzı bir tiyatro eseri olan, yine aynı başlıkla, “Hülle”sinden söz edilebilir.
2009 yılında bir eser daha karşımıza çıkar. Gazanfer Şanlıtop’un Hülle adlı romanı aynı konuyu başka mekânlarda işlemektedir. Üç sene sonra, bir başka yazar, İsmail Polat’tan “Hülle ve Töre” başlığıyla bir roman daha çıkagelir.
Türk romanı ve hikâyeciliğinin büyük ismi Refik Halid Karay’ı da, onun “Gurbet Hikâyeleri” başlıklı derlemesinde yer alan bir hülle hikâyesini okumazsak hiç olmaz…

Reşat Nuri Güntekin’in 1935’de yazılmış 4 perdelik tiyatro eseri benzer bir hülleyi sahneye taşır; yakın zamanlarda Çıraklar Tiyatro ekibi tarafından sahnelenmişti. 1965’e gelindiğinde yönetmen Osman Seden’in rejisinde rol alan Sadri Alışık, Fatma Girik ve Münir Özkul’un oyunculuğuyla sinema filmi olarak beyazperdeye aktarılmıştı.

Yapımcı: Halil Kamil
Senarist: Refik Kemal Arduman
Eser: Reşat Nuri Güntekin
Oyuncular: Halide Pişkin, Naşit Özcan, Vedat Karaokçu
1942
Bir başka görsel yapıtı Kartal Tibet yönetmenliğinde televizyon filmi olarak izledik. Efsanevi senarist Sadık Şendil’in Hülleci başlıklı yapıtında Hulusi Üstün’ün Nutyalı Hidayet karakterine benzer bir film kahramanı vardır. “Boş olmuş kadınları” eski kocayla tekrar bir araya getirmek için “hülle” evliliği yaptırmayı geçim kapısı edinmiştir.
Sinemanın bereketli konusu hülle pek çok defa karşımıza çıkar. Çek asıllı sinemacı Adolf Körner’in 1942’de yönettiği “Duvaksız Gelin-Hülleci” filmi Yeşilçam’ın unutulmaz eserleri arasındaydı. Aynı eseri sinemaya, 1960’larda bu kez Suphi Kaner aynı başlıkla yeniden uyarlamıştı.
En son Levent Kırca’nın bir komedi olarak TRT’ye hazırladığı dizisinde kısa bölüm haliyle izlediğimiz hülle geleneğinden sonra başka yeni bir eser ortada görünmüyor.
Bana kalırsa, hülle konusunda yeni bir sinema eseri veya bir dizi film için elimizin altında değerli bir eser var:
Hulusi Üstün’ün sinematografik bir anlatımla aktardığı bezzaz Sadi Efendi’nin hüllesi, sadece birkaçını sıraladığımız örnekler gibi, bir gün vakti zamanı gelince sinemada, TV’de bir mini dizi olarak yerini alacak görünüyor.