Vakit emperyalistlere ve de onun yeryüzündeki her ülkede egemen olan işbirlikçilerine karşı mazlum ülkelerin ve halkların birliğini sağlamak, bu konudaki söylemini oluşturmaktır. Bugün için sınırlardan başlayarak içe doğru daraltılan ateşten bir çemberin ve toplu öldürmenin içinde bulunan Iraklılara, Suriyelilere, Filistinlilere ve (ne yazık ki) Kürtlere sahip çıkmamız gerekiyor.
Bu yüzden direnme ve yazınsallık iç içedir. Ve coğrafyası da bütün bir dünyadır. “Büyük insanlık”a ve onun yaşadıklarına sırtını dönenlerin köksüzlükleri ve yüzsüzlükleri sürekli sahte maskelerle iktidar olamaz ve saklanamaz, bilmek gerekir bunu. Gerçekçilik dediğimiz şey, içinde bulunduğumuz yangına sırtımızı dönerek başka yangınlara su taşımak olamaz, olmamalı da… Ülkemizin bir yanı değil neredeyse her yanı kanarken, okullarda olması gerekenler hapsedilirken iş alanlarına; onca siyasi mahkûm bedenlerini barış için ölüme yatırmışken, yanı başımızdaki ülkelere ateş ve ölüm kusarken zalimler duyarsız ve tepkisiz, safsız kalmak olmamalı tavrımız. Unutmayalım ki seçimlerimizdir geleceğimizi belirleyen.
Tam da yanı başımızda orantısız, kirli mi kirli savaşları harlayarak dünya ülkelerinin neredeyse beşte birini kan gölüne çevirenler gelecekteki savaşlara da silahlar üretirken, gerekçeler hazırlarken çoğunluğun sessiz kalması katlanılır şey değil. Dünya barbarlarına, savaş çığırtkanlarına ve komşularına yaşam hakkı tanımayanlara karşı bir arada olmayanların dağınıklığıdır onları gereğinden ve gerçeğinden de çok güçlü yapan. İşte bu yüzden de her şey gerçekten de insanda başlayıp bitiyor. Mazlumlardan ve masumlardan yana olmuş yiğit, amacı için hayatından da vazgeçmiş bir şairi yeniden okurken anımsadım bunları… Bir kez daha anladım ki: Gerçekten de her dış uyaran kendine benzer şeyler anımsatıyormuş insana.
Kim mi bana bunları ve (onu anlattıktan sonra) başka şeyleri de anımsatan şair?

Ingrid Jonker
Çev: İlyas Tunç
Medakitap, 2017
192 sayfa
İngrid JONKER, 19 Eylül 1933’te Northern Cape yakınlarında bir çiftlikte beyaz Afrikalı bir baba ile melez bir anneden dünyaya gelmiş. İsyankâr ruhuyla rejimin iktidar bekçiliğine soyunan babasına karşı çıkmış. Annesi doğumundan kısa bir süre sonra onu ve iki yaş büyük ablasını alarak bir kıyı kasabasına yerleşmiş. Bir süre sonra ise intihar etmiş…
İngrid, 16 yaşında yazmaya başladı ve yazdıklarını paylaştığı öğretmenleri, “Bu duygular için erken,” diyerek şaşkınlıklarını gizleyemedi. İlk şiir kitabını 24 yaşındayken yayınladı. Bu ilk kitap büyük yankı uyandırdı. Ülkesinde edebiyat çevresinde tanınan biri oldu.
‘Sansür Kurulu Başkanı’ babası Abraham Jonker, onu şiirleri yüzünden hapsetmektense bir süre akıl hastanesine kapattırdı. İngrid’in dünyada ırkçılığa karşı okunan Nyanga’da Askerlerin Vurduğu Çocuk adlı şiirini de içeren Duman ve Hardal kitabı 1963’te yayımladığında ülkesindeki beyazlar için ‘utanç’ dünya içinse umudun adı oldu. Coşkuyla karşılanan İngrid ödüller aldı ve kazandığı para ile Avrupa’ya gitti. Ülkeleri bir turist gibi gezdi ‘burası benim vatanım değil,’ diyerek ülkesine döndü. Bir süre Cape Town’da yaşadı, 19 Temmuz 1965’te bir gece vakti tüm sevdikleriyle vedalaştıktan sonra okyanusun derin sularına kendini bırakarak yaşamına son verdi.
2011’de Hollandalı yönetmen Paula Van Der Oest tarafından Siyah Kelebekler adıyla yaşamı beyaz perdeye aktarıldı. “Ben hep ötekilerin yanındayım,” diyen İngrid’in ‘siyah çocuğu’ ve yeryüzünün tüm ötekileri hâlâ tüm dünyada pasaportsuz, izinsiz ve belgesiz, ütopyası ile dolaşıyor. (Tavsiyem bu filmi izlemelisiniz, internetten)
Siyahlar için çizilen sınırların dışına çıktığı için pasaport noktasında babasının kucağında Nyanga’da vurulan o çocuğun şiirini Mandela kürsüden yeni Güney Afrika’nın belleği olarak okumuştu. Ve bir kez daha anlıyoruz ki has şairlik gerçeklere sırtını dönmediği için bedel ödemekten kaçınmıyor, doğru bildiğinden şaşmıyor ve has şiir de kesinlikle karşılığını görüyor. Böylece dilden dile dolaşıyor, zamandan zamana taşlardan, bentlerden, setlerden aşan sular gibi… Filistin’de ve de Ortadoğu coğrafyasındaki öteki halkların çocukları için bu şiiri ve bana anımsattığı, 1. İntifada’dan sonra yazdığım şiirimi bırakıyorum.
Nyanga’da Askerlerin Vurduğu Çocuk
Nyanga’da askerlerin
Vurduğu çocuk
Çocuk ölmedi
kaldırıyor yumruklarını annesiyle birlikte
haykırıyor annesi: Afrika! Haykırıyor
soluğunu özgürlüğün, haykırıyor bozkırları
yaşatılmış yüreklerin yerleştiği yerlerde
…
Çocuk, gizemli gölgesidir askerlerin
tüfekli, sopalı Sarakenlerin
nöbetlerinde
buradadır çocuk, toplantılarda, yasa
önerilerinde
bakıyor camlardan içeri, bakıyor
annelerin yüreklerine
her yerde bu çocuk, Nyanga güneşinde
oynamak isteyen
büyüdü adam oldu, yürüyor boydan
boya Afrika’yı
devleşti çocuk geziyor bütün dünyayı
İzinsiz, belgesiz…
[Çeviren: İlyas Tunç]
KÜÇÜK GENERALLER SORUYOR*
biz
tutsak sevginin küçük generalleri
öfkeliyiz sessizliğine dünyanın
yaşadıklarımıza karşı
ve kinimiz yol bulmamış sular gibi değil serseri
kavuştuğumuzda o kutsal güne
görürsek başka bizleri
umulmadık sevinçler vereceğiz dirençlerine
sevdamızmış gibi.
biz
tutsak sevginin küçük generalleri
masal dinlemiyoruz şimdi
karpuz kabuklarından yapmıyoruz oyuncak
ve çocuklara yalandan dünyalar kurmuyoruz
birlikte yaşıyoruz masalcılarla masalsı gerçekleri
yaralı ülkemizin coğrafyasında
sapanlarla silmeye çalışıyoruz balçığını hayatın
taşlarla büyüyoruz
kollarımızın kırılmasına olsalar da araç
içimizden üstünüze rüzgâr esecek
acı mı acı
o vakit yıkılacak kafesleri kıyımın
uzanacak kollarımız kırıklarıyla
kaldırmak için örtüsünü güzel günlerin.
biz
tutsak sevginin küçük generalleri
büyüklerimizden öğrendik elbet
yılmamayı, sevmeyi
gülmeyi, direnmeyi
ve hep korkutmayı
yerküreden silinmeye çalışılan memleket
bu yüzden yüreklerimizde
demlenir dövüşgenlik
intifadadır akar yaşamlarına katillerin
semaverdir gönüllerimiz.
biz
tutsak sevginin küçük generallerine
diyor ki bir şair:
“ne kadar şanslısınız çocuklar
ne kadar da hür
dünyanın başka yerlerinde
bazı çocuklar
yabancı bayraklar altında büyür.”
soruyoruz biz:
özgür olmayınca uluslar
özgür olabilir mi çocuklar?
*BSD-Sorun Dergisi, 1991
Sanat ve Hayat Dergisi, 2004