Kimi romanlar açlıkla başlar, kimi aşk, kimisi bir günâhla… Yüreğim Dağlardadır sıkıntılı bir sesin mırıldandığı şiirle başlar ve bu şiir susuz kalmış bir ziyaretçinin kulağına çalınır, “Küskün vakur kalpteki uzun suskun günün yolculuğu ve…”
Bu ziyaretçi “Yüreği Dağlar Olan Adam” Jasper Mac Gregor’dan başkası değildir.
Paylaştığımız yazgı ne kadar ortak ise bir tiyatro oyunu o ölçüde işler insanın içine. Yalnızca oyuncuların sahnedeki temsiliyle değil, tiyatro metnini okumak bile muhayyilemizde kalbi atan canlı bir gösteri olarak beliriverir.
Yüreğim Dağlardadır tiyatro metni bir kısa roman zevkiyle okunabilir. Öylesine apaçık, eğlenceli betimlemelerle bezeli, sade ve güçlü. 1938 yılında yazılan ve aynı yıl Broadway’de sahnelenen oyun Saroyan’ın üslubundaki çabasız tesirin güzel bir örneği.
Bazı temalar -açlık gibi, yoksulluk gibi, yersiz yurtsuzluk, yabancılık, sürgün gibi, kimsesizlik gibi savaş gibi ve gurbet gibi ve aşk gibi- berrak gölün dibinde ışıldayan pürüzsüz bir taşa benzer. Ağırdır, diptedir, gerçektir. Kimselerin gelip onu gölün dibinden çekip çıkarması beklenemez, onu görmezden gelmek de mümkün olmaz. Sanat o yöne bakma ihtiyacı doğurur. Saroyan’ın Yüreğim Dağlardadır oyunu bu berrak gölün dibindeki taş kadar saf ve ışıklıdır, her satırı onurlu yaşam hakkına dair bir savunmadır.
Bir karşılaşma hikâyesidir aslında. Bilirsiniz nerede bir karşılaşma söz konusuysa orada bir hikâye yeşerir; bir buluşmanın ya da sözleşmenin sınırlı doğasından uzaktır. Bakkaldan veresiye isteyip duran dünyanın en büyük tanınmamış şairinin, dokuz yaşındaki oğlu Johnny’nin ve hikâyenin sonlarında huzurevinden kaçıp geldiğini anlayacağımız bir Shakespeare oyuncusunun karşılaşmasıdır. Johnny, Mac Gregor’un nefis borazan solosunu işittiği andan itibaren ondan gözlerini alamaz, koca meraklı gözleriyle muzır soruları peş peşe sıralar:
“Nasıl oluyor da senin bütün sülalenin yürekleri hep dağlarda oluyor?”
Yoksulluk içindeki bütün karakterlerin dudak kıvrımlarına bir çeşit alay yerleşmiştir, bunu hissederiz. Bu alay olmasa ne veresiye isteyip durduğu bakkal tarafından “hiçbir şey yapmamakla” suçlanan şair ne oğlu Johnny ne de Mac Gregor hayatta kalabilir.
“Saklayacak bir şeyim yok benim. Gece gündüz şiir yazıyorum!”
Olayları küçük Johnny’nin gözünden izleriz. Belki de oyuna benzersiz saflığını veren bakış açısı biraz da budur. Babası her istediğinde öf pöf dese de Fransız ekmeğiyle bir kalıp peynir istemek için bakkala yollanır. Her seferinde şahane konular açarak bakkalın kafasını bulandırmayı ve peyniri kapmayı başarır. Babasını savunmayı da ihmal etmez:
“Bay Kosak: Ben böyle işleri sevmem. Neden senin baban da herkes gibi çalışmıyor Johnny?
Johnny: O herkesten daha çok çalışıyor. Babam normal birinden iki kat fazla çalışıyor!”
Çabayı babasında görür, emeğin ne olduğunu davetsiz misafirleri Mac Gregor’dan duyar;
“(Hayal kırıklığına uğramış) Oğlum, benim yaşıma geldiğinde anlayacaksın; önemli olan ekmektir, şarkılar değil.”
Johnny ve şair babası karşılaştıkları ilk andan itibaren bu aç susuz oyuncuyla duygusal bir yakınlık kurarlar. Mac Gregor büyüleyici müziğini çalıp şarkılarını söyledikçe insanlar ona ekmekler, zeytinler getirmeye başlar. Ta ki bir gün huzur evi yetkililerinden biri bu büyük Shakespeare aktörü alıp götürene kadar. Huzur evindeki yıl sonu gösterisi için bir aktöre ihtiyaç vardır. Hem de Kral Lear rolü! Mac Gregor, istemeyerek terk eder bu iki candan dostu…
“Peki, Johnny. Ekmek. Ekmek. Gönlümle ne zalimce savaşıyor, Tanrım!”
Johnny’nin babası aktörün gidişinin ardından bir dizi şiir daha yazacaktır.
Bir gün posta kutularında (W. Saroyan’ın da bir süre bünyesinde çalıştığı gazete) The Atlantic Monthly’den gelen bir zarf bulurlar.
“Hadi baba aç şunu! diye haykırır Johnny.
“Korkuyorum” der babası, “Nasıl korkarım! Onlar yazdığım en iyi şiirlerdi! Ama korkuyorum!”
Korku aslında öfkeye dönüşmeyi bekleyen gerçeğin bilgisidir. Şair dünyadaki herkesten daha iyi bilir gazetenin şiirlerini iade ettiğini, onları geri çevirdiğini… Bu yoksul şair kim ola ki dünya onun dizelerini okuyacak?
Yırtılan zarf, yere saçılan şiirler, tek bir göze dahi dokunamamış satırlar ve gazetenin manşetindeki savaş puntoları: Almanya, Fransa, İngiltere, Avusturya, zeplinler, denizaltıları, tanklar! Hevesle coşkuyla yazılmış ölüm satırları. Şairin bundan sonraki tiradını olduğu gibi alıntılayacağım çünkü bu benim adeta iç sesimi yansıtır;
“Neden her şey için tantana yaparlar da en iyileri görmezden gelirler? Neden ölümün peşinden koşarak hayatlarını mahvederler de yaşama dair ne varsa bir kenara iterler? Anlayamıyorum. Hiç kimse için umut yok.”
“Durmayın, herkesi gebertin. Birbirinize karşı savaş ilan edin. Binlerce insanı alıp pestillerini çıkarın. Onların o zavallı kalplerinin, zavallı ruhlarının ve zavallı bedenlerinin… Çirkinleştirin onları. Hayallerini yıkın. Korkudan ödlerini patlatın. Birbirlerine karşı kinle doldurup bozun onları. Hayatın destanını kirletin, büyüklükleri yok ettiklerinin sayısıyla ölçülen, gözü dönmüş manyaklar sizi…”
Bütün sanatçılar içlerinde kimsenin bilmediği bir sevinci taşır. Buna ne coşku diyebiliriz ne de düpedüz mutluluk… Sadece bir şiirin çatısını kurunca, bir cümleyi kıvırınca, bir resme dalınca uyanan bir dikkattir bu. Bu yüzden Johnny’nin babasının hiddeti çok da uzun sürmez, en sonunda sakinleşirken şöyle mırıldanır,
“Devam edin, o zavallı silahlarınızı ateşleyin. Hiçbir şeyi yok edemeyeceksiniz… (Sessizce gülümseyerek) Dünyada şairler hep olacak.”
Tiyatronun Sessiz Kahramanları
Johnny’nin büyük annesi oyuna dahil olduğu sahnelerde torununa Ermenice sorular sorar. Johnny yine aynı saflık ve muziplikle cevaplar onu,
“Sen niye Ermenice konuşmuyorsun oğlum?”
“Johnny: Ermenice konuşamıyorum.”
Ermeni tiyatro sanatçılarının Türkiye’de tiyatronun köşetaşlarını oluşturan önemli atılımlarına rağmen bu yıllarca görmezden gelindi. Johnny’nin babaannesine verdiği cevap her ne kadar bir omuz silkmesi gibi umursamaz görünse de önemli bir gerçeğe, varoluş mücadelesine işaret eder.
Ermeniler ve Türkler tiyatroda uzun süre bir arada çalışmış, ancak özellikle 1925 sonrası Ermeniler sahnelerden yavaş yavaş uzaklaştırılmıştır. Yaşam hakları elinden alınan ve yerlerinden edilen Ermeniler için tiyatro sahneleri belki de var olabilecekleri en güçlü alanlardan biriydi. Tiyatro yapmanın kadınlar için çok daha da zor olduğu yıllarda Ermeni kadın oyuncular pek çok sanatçıya ilham ve cesaret verdi. Osmanlı’da profesyonel olarak sahneye çıkan ilk kadın oyuncu Arusyag Papazyan, sonraki yıllarda Afife Jale’ye, Rozali Benliyan’a, Cahide Sonku’ya, Gülriz Sururi’ye güç verecekti. Sahnedeki tüm kadınların yazgısı ortaktı: Toplum tarafından suçlu/günahkâr bulunmak… Arusyag Papazyan tiyatro yapma arzusunu bu yüzden en çok da özgürlükle bağdaştırır;
“Herkes gibi olmayı istemedim. Oyuncu olmayı seçtim. Suçluydum onlara göre! Oysa bir güvercindim ben. Gökyüzünü arayan, gökyüzüne hasret kalmış…”
Muhsin Ertuğrul ve “hocam” dediği Vahram Papazyan’ın anılarından oluşan ‘Kim Var Orada? Muhsin Bey’in Son Hamlet’i’ adlı oyunda rol alan sanatçı Banu Açıkdeniz Agos Gazetesi için verdiği röportajda bu konuya şöyle değiniyor,
“Bence Ermenilerin Türkiye tiyatrosunun kurucu unsuru olduğunun vurgulanması hâlâ önemli. Bu söylemi popüler kültüre kazandırabilmek için de çaba göstermek gerekiyor.”
Bugün tiyatronun sessiz kahramanları olarak hâlâ birçok oyuncuya ilham kaynağı olmaya devam ediyorlar. Bağımsız tiyatro topluluğu Hangardz tarafından sahneye konulan Yüreğim Dağlardadır’ın başrol oyuncusu Diana Çilingiryan geçtiğimiz yıl Üstün Akmen Yılın Umut Veren Kadın Oyuncusu ödülünü aldı.
Kendisi dışında bütün aile fertleri Bitlis doğumlu olan William Saroyan’ın satırları daima “geri dönmesinler diye mezarların bile tahrip edildiği” yıllara dair hiciv içerdi. Bunu gülmece ve kara mizah üslubuyla yaptı, anlaşılır olmayı seçti.
Yazarın Ödlekler Cesurdur adlı kitabının önsözünde Aziz Gökdemir’in söylediği gibi “Vatanın, kan dökmenin kutsandığı değil, birlikte yaşanan, insanların düşlerini paylaştığı, birleştirdiği bir dünya; korkunun değil, insana saygının egemen olduğu bir yer olduğunu” vurguladı.1964’te ilk ve son kez Türkiye’yi ziyaret etmiş, gezisinde ona yazar Fikret Otyam eşlik etmiş, sonradan Otyam’a övgü dolu bir teşekkür notu iletmişti…
Saroyan hikâyelerini kendi yaşamının ipliğiyle ördü; huzursuz, umutsuz, yoksul insanların içinde patlayıp coşan kıvılcımları bir isyan haline dönüştürdü, metinlerini düzenlemedi, kazancını içki ve kumarla harcadı. 1939 yılında “The Time of Your Life” adlı oyunuyla Pulitzer Ödülü’nü kazandı ama bu eserinin diğerlerinden ne daha iyi ne de daha kötü olduğunu söyleyerek ödülü reddetti. Johnny ve babasının tabakta kalan son üzüm tanesini birbirlerine ikram edişine gizledi kıvılcımı ve şöyle dedi:
“Dünyanın şairlerine. Hayatları şiir olan o basit ve yüce insanlara. Yaşlanmış çocuklara, çocuk olan çocuklara. Dağlardaki yüreğe!”
Yüreğim Dağlardadır
Yazan: William Saroyan
Yöneten: Tara Demircioğlu & Yeğya Akgün
Dramaturji: Çağdaş Ekin Şişman
Oynayanlar: Diana Chilingaryan, Yeğya Akgün, Lara Narin, Nışan Şirinyan, Dikran Peştemalcıgil, Sevada Haçik Demirci, Garine Maral Çizmeciyan, Artun Gebenlioğlu, Bared Çil, Antranik Kristapor Bakırcıoğlu, Miranda Şahinoğlu, Arek Kazanciyan, Tvin Zeytounian