Pandemi koşullarının yaşamın her alanını kuşattığı; kısıtladığı ve hatta yok ettiği bir dönemde kitap yazmak da yayınlamak da hayli cesaret isteyen işler doğrusu. Kitap yazmak görece kolay ve mümkün görünürken; birçok yayınevinin kapandığı, kitapçıların açılmadığı bir ortamda sevgili dostum Ragıp İncesağır, Su Yayınları’ndan çıkan bir kitap yayımladı. Hem de ‘Yeni Osmanlıcılık’ kavramının da, gerçeğinin de çok ciddi sorgulandığı bir dönemde, ‘Ecdadımız’ isimli bir kitap hazırladı.
Tamamiyle üzerine toplayacağı polemikler ötesinde bir tepki de alabileceğini düşünerek soruyorum, sevgili İncesağır, bu kitapta neler anlatmak istediniz?
İktidarın ideolojik hegemonya sağlamak için yükselttiği “Yeni-Osmanlıcılık” saldırısı karşısında derin bir kaygı hissettim. Bugün tarih, sol muhalefetin pek ilgilenmediği bir alan gibi görünüyor bana. Geçmişin milliyetçi – islamcı cenaha ait, onların at koşturduğu bir alan olduğu algısı çok yaygın. Nazım Hikmet ya da Hikmet Kıvılcımlı’nın bunu aşmaya çalışan özgün çabaları var tabii. Ama sürekliliği sağlanamamış. Bu durum ortalığı ‘ecdad’ güzellemelerinin kapladığı, her gün 4-5 ayrı tv kanalında tarih dizilerinin insanlara boca edildiği, iktidar partisinin mitinglerinin kıyafet balosu gibi geçtiği özel bir tarihsel dönemden geçerken, bireyi savunmasız kılıyor.
Bugün “ecdad” kavramına İslamcı – milliyetçi sağın yüklediği anlamlar genel bir kabul görüyor. Sağın “ecdad güzellemesi” solun önemli bir kesiminde “ecdad kötülemesi” ile simetrik bir karşılık buluyor. “Ecdad güzeldir” söylemi “ecdad kötüdür” ile cevaplanıyor. Böylece ‘biz’e ait olduğunu düşündüğüm değerler karşısında kayıtsız kalınıyor. (Ulusalcıların İslamcı – milliyetçi söylemle hemen hemen aynı argümanları kullandığını ise geçelim.)
İktidarın tarihsel bilgiye yaptığı bu müdahalenin nerelere ulaştığına dair küçük bir anekdot vermek istiyorum. Edirne Belediyesi’nin 2016’da Şeyh Bedreddin’in heykelini dikme projesine Edirne Baro Başkanı Özgür Yıldırım, “Bedreddin teröristti. Zamanının Fetö’süydü” diyerek karşı çıkmıştı. Baro başkanı: “Bu heykel dikilirse şanlı tarihimizle ve cumhuriyetimizin nitelikleriyle sorunu olan küçük bir grup dışında hiç kimse memnun olmayacaktır” demiş; Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz.” sözünü de hatırlatarak, heykeli yaptırmayacaklarını vurgulamıştı. Tabii ki heykel hala yapılamadı. ( https://www.hurriyet.com.tr/edirnede-seyh-bedreddin-heykeli-tartismasi-40321063 )
Beni bu kitabı yazmaya motive eden şey, işte bu duruma alçakgönüllü bir müdahale yapma fikriydi. Eğer tarihte “bize ait” olanı bulup çıkarırsak, bugün taraf olduğumuz emekçilere kendi ecdadını hatırlatabilirsek, önümüze konan yalanlar manzumesi ile de daha kolay baş edebiliriz. Daha da önemlisi, bu hegemonik anaforun tesirine kapılmış insanlarımıza yeni bir bakış açısı sunabiliriz. Bu kitap bu yükü kaldıramaz, ama bir çağrı olabilir belki.
Ezber bozan bir geçmiş tanımlamanız söz konusu. Lütfen, bunu biraz açar mısınız?
Elbette. Ama önce kitabın en başında yaptığım bir açıklamayı burada da yapmam zorunlu. “Ecdad” da desek “atalar” da desek, buradaki ataerkil vurguyu es geçemeyiz. Egemen tarih anlatısı ataerkildir ve tarihle ilgilenirken bu tuzağa düşmemek çok zordur. Bunu ancak kadın lehine özel bir çaba harcayarak aşabilirsiniz. Mesela atalar da, neden analar değil… Kadın tarihçilerin hem tarih anlatısının dilini hem de bizatihi anlatının kendisini kadın gözüyle yeniden kurmasına büyük ihtiyaç var.
Örneğin Kadıncık Ana, Alevi – Bektaşi kültürünün temel motiflerinden birisi olmasına rağmen, yolun takipçileri tarafından bile görmezlikten gelinmiş, silinmeye çalışılmış. Hacı Bektaş yaşarken bir tarikat kurmuyor, müritleri filan yok. Sürekliliği Kadıncık Ana’ya borçluyuz. Hacı Bektaş öldükten sonra postuna oturup; sonrasında Abdal Musa’yı eğitip, el veren o. Muhtemelen Bektaşiliğin kadına bakışı da onun duruşunun bir sonucu. Savaşçı bir kadın örgütlenmesi olan Bacıyan-ı Rum’u onun kurduğu söyleniyor (*). İşte böyle önemli bir tarihsel figürün unutulmaya terkedilmesi, sadece resmi tarih ile açıklanamaz. Erkek egemen zihniyet, muhalefettekilerin de elini ayağını bağlıyor.
Benim Amazonları ya da Kadıncık Ana’yı anmamın yetersiz olduğunun farkındayım. Yeri gelmişken Gülfer Akkaya’nın “Yol Kurucusu Kadıncık Ana” kitabını önereyim. Şahane bir kaynaktı. Egemen tarih anlatısının erkek diline dair bu uyarıyı yaptıktan sonra, gelelim kitabın tartışmaya açtığı “ecdad” meselesine.
Anlatılan ecdad hep egemen atalar. Hanedanlar, padişahlar, paşalar, komutanlar… Savaşlar, yayılma ve fetihler… Egemen milliyetçi tarih anlatısı bunlardan ibaret. Ama tarih bunlardan ibaret değil.
Cemil Meriç “tarih galiplerin propagandasıdır” diyor. Mağlupların, mazlumların da bir tarihi var ve bunun çok gurur ve ilham verici olduğunu düşünüyorum.
Bugün nasıl egemenlerin ideolojik hegemonyasına karşı insandan ve emekten yana ideolojik alanda da mücadele veriyorsak; tarih de farklı düzey ve kanallarda böyle bir ideolojik mücadelenin hem kaynağı hem şahidi. Bugünün “modern aklı” için zaman zaman “mistik” gelebilen bu mücadele alanı, mazlumların geçmişte insan onurunu korumak ve “kula kul olmamak” için geliştirdikleri bir mücadele sahasıydı. Yani sınıf mücadelesinin özgün bir sahasıydı.
Bu yüzden mesela “Ene’l Hakk” sloganı egemenlerin gözünü korkutmuştu. Bu yüzden Ebu Suud “gitti beyler mürveti, yedikleri yoksul eti, içtiği kan olusar” diyen Yunus Emre’yi kafir ilan etmişti.
Kitabınızda ortalama okurun pek bilmediği isimler ve kişiliklerinden söz eden özel bölümler var. Niye gerek duydunuz?
Kitapta tanıtmaya çalıştığım kişiliklerin isimlerini az ya da çok duymuşuzdur. Ama tarihsel saflaşmada ve bugün ne anlama geldikleri üzerine pek kafa yormayız. Bence tarih treni birbirinden kopuk kompartımanlar halinde ilerlemiyor. Bu birikim ve pozisyon alışlar çoğu zaman fark ettirmeden toplumun kolektif hafızasına işleniyor. Ve nesillerle aktarılıyor. Bu süreklilik beni hem şaşırtıyor hem de büyülüyor. Örneğin siyanürlü altın şirketine karşı mücadele eden Bergama köylüsü ya da Manisa Alaşehir’de özelleştirmeye karşı çıkan köylüler önce saçlarını kazıtarak sonra da yarı çıplak eylemler yapmışlardı, hatırlarsınız. Çoğumuza “değişik” gelen bu protesto biçimlerinin, 600 yıl önce aynı bölgede isyanı harlayan Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal gibi Kalenderi – Cavlaki dervişleri ile bir bağlantısı var mı acaba, diye düşünüyor insan. ( https://gozlemgazetesi.com/HaberDetay/252/120407/manisada-koylulerden-yari-ciplak-ozellestirme-protestosu.html )
Kitapta andığım bir örnek de Bursa’dan. Kestel’in Kozluören Köyü’nde altı yüzyıldır süren bir geleneğe göre, her yıl bir günlüğüne erkekler köyden sürülüyorlar. Erkeksiz köyü bir gün boyunca kadınlar yönetiyor. Kadınlar kahveye gidiyor, cemaate imamlık yapıyor ve muhtarlık mührünü ellerinde bulunduruyorlar. Yani simgesel olarak iktidarı ele geçiriyorlar. Bu arada köy dışına çıkarılan erkekler de birlikte yemekler yapıp, kadınlara gönderiyorlar. Köylüler yüzyıllar önce, Orhan Bey zamanında yaşayan Rum Abdallarından Abdal Mehmet’in eşinin, “yeter bu erkeklerden çektiğimiz, bize ne zaman söz hakkı verilecek” diye isyan edip, bu geleneği başlattığını söylüyor. Akıllara doğrudan Bacıyan-ı Rum gelmiyor mu? Kısaca söylemek gerekirse, geçmiş öyle kolayca geçmiyor. Bu sürekliliği bilince çıkarmak gerektiğini düşünüyorum. ( https://www.internethaber.com/kadinlar-koyun-efendisi-1028534h.htm )
Ecdadımız okunmaya başlandığında, gene ortalama okur sıradan tarih kitaplarındaki klişe tanımlar ve şahısları göremeyecek. Bunu da lütfen biraz açın…
Yok. Onlar zaten ders kitaplarında, TV dizilerinde ve siyasette yeterince var. Hatta gına geldi bu “ecdad”tan. Ben anlatılmayan ya da çarpıtılarak anlatılan “öteki ecdad”ı anlatmaya çalıştım. Tarihin ilk köle ayaklanmasının lideri olan ve Heliopolis (Güneş Ülkesi) adını verdikleri ilk eşitlikçi ütopyanın bayrağını açan Aristonikos’u… Muaviye’ye ilk bayrak açan Ebuzer el Gıffari’yi… Emevi zulmüne isyan bayrağını açıp koskoca bir devleti yerle bir eden Köle Ebu Müslim’i… “Allah’ın yeryüzündeki gölgesiyim” diyen halifelere “hayır, Allah’ın gölgesi sen değilsin, bütün insanlardır” diyerek insanı kulluktan tanrılığa terfi ettiren Hallac-ı Mansur’u… Herkesin eşit olduğu Rıza Şehri’ni Anadolu’nun ortasında kurmaya cüret eden Baba İlyas ve Baba İshak’ı… Bizans’ın sömürüsüne karşı ayaklanıp, soyluları deviren ve Selanik’i yıllarca bir emekçi konseyi ile yöneten devrimci Zealot’ları… “Birinin servet toplamasıyla diğerinin ekmeğe muhtaç kalması Tanrı’nın amacına aykırıdır. Kadınlar müstesna, (kadınlar mal değildir çünkü) dünyadaki her şey ortak olmalıdır.” diyen Bedreddin ve Börklüceyi… İsyan lideri Kalender Şah’ın yanındaki beyler Kanuni’nin rüşvetleri ile isyanı terkederken “dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan” diyen Pir Sultan’ı… “Köroğlu’yum kayaları yararım, Hakkın kılıncıyım Hakkı ararım, Şahtan padişahtan hesap sorarım, Uykudan uyananlar katılır bana” diyerek dağlara çıkan Celali lideri Köroğlu’nu…. Zorla toprağa yerleştirilip Çukurova’da pamuk işçisi yapılmaya zorlanınca “Aşağıdan iskân evi gelince, Sararıp da gül benzimiz solunca, Malım mülküm seyfi gözlüm kalınca, Kaypak Osmanlılar size aman mı?” diye ayaklanan Avşarların sesi Dadaloğlu’nu anlattım. Etraflarındaki mistik bulutu aralayıp, “gerçekte ne dediler, neden dediler, ne yaptılar” diye sorguladım.
50 yıldır her sabah en az bir saat tamamen kendisi için kitap okuyan ve gene okur/yazarlık yaşamının tamamında gündüzleri de profesyonel okumalar yapan biri olarak, beni çocukluk/gençlik günlerime götürdünüz. Resimli bir kitap. Gençlere yönelik bir hazırlık olmuş gibi. Şimdilerde okuma faaliyetim olağandan azaldı, doğal olarak. Şahane bir iş yapmışsınız. Sanırım biraz da grafikerliğiniz öne çıktı burada.
Elbette onları çok önemsiyorum, ama onlara ulaşmak için bilmediğim bir dilde tarzanca konuşmaya da çalışmadım. Yine de evet, görseller, hatta şarkılar bile var kitapta. (Kitaptaki barkodları cep telefonlarına okutup, her bölümü benim seçtiğim bir şarkı, türkü ya da deyişi dinlerken okuyabilecekler.) Bol miktarda minyatür ve gravür, bölüm başlarında da yine benim yaptığım kolajlar var. Okumayı zevkli ve akılda kalıcı hale getirmek istedim. Biraz da mesleki bir dürtü…
Kitabı kolay okunur ve algılanır hale getirmek için ciddi çabanız var. Okurlar adına teşekkür ediyorum. Bunu, bu söyleşi için de görünür hale getirebilir misiniz?
Doğru. Arthur Conan Doyle, yarattığı meşhur dedektif Sherlock Holmes karakterine bir öyküsünde “bir şeyi saklamanın en iyi yolu, onu herkesin görebileceği bir yere koymaktır.” dedirtir. Bence işin püf noktası bu. İktidarlar halkın gönlüne girmiş kahramanlar için de bunu yapıyor. Yok sayamadığı için “tehlikesizleştirip”, orta yere koyuyor. Yunus’u kim tanımaz değil mi? Ama Yunus gerçek hayatla bağını koparmış, mistik bir “hak aşığıdır” anlatılana göre. Bu yüzden de “söyledikleri güzel ama bugüne değmeyen şeyler”dir. Ben öyle olmadığını söylüyorum bu kitapta.
Ortalama algının ya da oluşturulmak istenen algının ecdad meselesine bu kadar sahiplenmesinin özgün bir anlamı olsa gerek…
İktidarlar tarihe kendi sınıfsal ve siyasal ihtiyaçları noktasından bakıyor. Egemenlerin bugünkü ihtiyacı içerde toplumsal projelerini ve dışarda yayılmacı politikalarını meşrulaştırıcı bir tarih. Kurguladıkları toplumun insanını yaratmak ve bu insanın, siyaseten rızasını istiyorlar. “Yeni Osmanlıcılık” işte bu nedenle ecdada ihtiyaç duyuyor.
Egemenler ecdâd edebiyatıyla “bir taşla bir sürü kuş vurmak” istiyorlar: Birincisi, geleceğimizi ipoteklemek istiyorlar. “Her zaman böyle perişan değildik, atalarımız çok daha güzel yaşıyordu” mesajı vermek yani. Bir tür islamcıların “Asr-ı Saadet” nostaljisi gibi. Geçmişi ihya etme fikri, geleceği geçmiş gibi inşa etme gibi gerici bir amaç taşıyor. Bu mümkün değil. Memleketlimiz Heraklit dememiş mi? “Bir ırmakta iki kere yıkanılmaz”.
İkincisi, yurttaşı yok etmek istiyorlar. Demokrasilerde birey, hakları olan bir yurttaştır. Ama geçmişte padişahın kulları vardı. Padişah güzellemesi, yurttaşı yok edip, bireye kulluk dayatmasıdır esasında.
Üçüncüsü, Ortadoğu ve Afrika’daki askeri / ekonomik varlığın da, Ayasofya’daki “oldu-bitti” şovunun da anlamı yayılmacı – fetihçi bir dış politika hayali. Bunu da “ecdadımızın izinden gidiyoruz” diyerek Osmanlı üzerinden meşrulaştırıyorlar.
Bir başka kuş ise, bireyde siyasal bağımlılık yaratmak. Reich’ın “Dinle Küçük Adam” kitabındaki “zayıf, özgüvensiz ve aciz” tip, övünmek için, hiçbir emek harcamadan bir geçmişe sahip oluyor. “Hayatına anlam katan” bir geçmiş ve kendine ait olmayan “başarılar” ile büyüklenmek. Bunlar uyuşturucu gibi bağımlılık yaratıyor. Torbacısına bağlanan müptela gibi, ecdad servisi yapan iktidara bağlanıyor “küçük adam”.
Çelişkili sözler hissettim sanki; lütfen biraz daha ayrıntılı anlatın?
Benim yapmaya çalıştığım egemenlerin minderinden kaçmak yerine, mücadeleyi kendi minderimize çekmek gibi.
Tarif ettiğim çemberi kırmak için tarihe egemen anlatının dışına çıkarak bakmak gerekiyor. Bunun amacını kitabın arka kapağında şöyle anlattım: “Geçmişten övünülecek yeni kahramanlar bulup çıkarmaktan çok; bugünün dertlerine derman olacak yeni bir bakış açısı edinmek. “Başka bir dünya” kurma mücadelesinin ayakları yere basmayan, “havaî” bir hayal değil; ecdâdımızın bize bıraktığı çok değerli bir miras olduğunu görebilmek gerekiyor.”
(*): Bu konuya bir katkı da, gazeteci meslektaşım Metin Gülbay’ın yazısını ekleyerek yapalım, istiyorum (AG)