“[…] [D]ünya muammasının gerçek, kesin çözümü insan zihninin bütünüyle idrak ve tasavvur edemeyeceği bir şey olmalıdır; dolayısıyla daha yüksek türden bir varlık çıkıp onun bize verdiği bütün sıkıntıyı alsaydı, yapacağı açıklamaların hiçbirini kesinlikle anlayamazdık. Bu itibarla şeylerin nihai yani yani ilk sebeplerini, dolayısıyla ilk varlığı, mutlakı veya başka her ne şekilde adlandırmayı tercih ediyorlarsa onu ve onunla birlikte dünyanın neticesinde doğduğu, veya sudur ettiği, veya düştüğü, veya vücuda geldiği, varlığa bırakıldığı, tard edildiği ve açığa çıkarıldığı süreç, sebep, saikler yahut her ne ise bildiklerini iddia edenler, eğer şarlatan değillerse maskaralık edenler, boş palavracılardır.” (Schopenhauer, 2014: 140).
Animizm, İdealizm, İslâm
Urfa-Göbeklitepe’deki arkeolojik kazılarda ortaya çıkan bulgulardan biri tarım toplumundan önce yerleşik hayata geçişin ipuçlarıysa, diğeri de tapınak uzamının, barınak uzamını öncelediğine dairdir. Görünüşe göre barınaktan evvel tapınak inşa edilmiştir ve bunun antropolojik uzantıları vardır. Dinin, inancın antropolojik bir saha, bir nesne olarak çalışılmasını modern antropolojiye borçluyuz. Hayat mı dinden, din mi hayattan çıkar sorusu antropolojiden bu yana ikincisi lehine bükülmüştür. Dini dinselliği ile, inanç örüntüleri ve pratikleriyle nesneleştirmek, antropolojinin akademik bir cüretidir. Sadece kültürel planda da icra edilmez bu: Dinin o ezelî iyi-kötü, güzel-çirkin, makbul-mekruh gibi aksiyolojik önkabullerinin statü, çıkar, iktisadiyat, temsil, iktidar şeklinde sürüp giden dünyevî bir spektruma tabi tutularak politik bir mercek altında sınanmasıdır da. Aşkın olanı metnin, logos’un dışına taşır ve o ölçüde yeryüzüne indirir. E. E. Evans-Pritchard, 1950 senesinde verdiği ve “sosyal antropoloji”nin mutfağından zanaat bilgileri sunduğu bir dizi konferansın bir yerinde şöyle söyler: “Daha önceki alan-araştırması monografileri, zaman zaman sahte-tarihsel spekülasyonlar gibi kabul edilmekle birlikte, büyük kısmı itibariyle daha çok sistematik bir analize teşebbüs edilmeksizin herhangi bir halkın betimleyici birer anlatımıydılar” (1998: 100). Antropolojinin o noktadan koparak bu etnografik izleğe yönelmesi, 19. asra tarihlenir. Öncü isimlerden biri Edward Burnett Tylor’dur. İzleğin erken verimleri, dinin gündelik yaşam fenomenalitesi değil ama, daha ziyade “din” olgusunun kendisine yöneliktir. Tylor burada “animizm”e eğilir.
Tylor’a göre animizm, ilk(el) din değil, dini mümkün kılan bir bilgidir. İdealist düşüncenin temel düsturudur. Vahşi veya yabanıl olmakla sınırlandırılamaz. Tylor’un tinsel varlıklara inanç olarak koyduğu asgarî din tanımı etik ile doğrudan ve gerekirci bir ilişki ile bağıntılı değildir. Ahlâkî olanla ilişkisiz olup, bir tür entelektüel meraka yanıt veriyor gibidir (Morris, 2004: 161-67 ve bkz. Özbudun, 2010).
Doğu-Batı ayrımının fizikî kurgusallığı bir yana, bunun işlevsel bir mental tasnif olduğu besbellidir. Doğu ve Batı’yı coğrafî olarak ayıranın ne olduğu sorusunun yanıtını bulmamız mümkün olmasa da, bu kavramların imlediği (bu kez) anlam coğrafyalarını yerli yerine oturtabiliriz. Doğu’nun ve o arada İslâm’ın karşılıklı bir etkileşim içinde “animizm” ile sanki daha çok bağdaşan bir yeryüzü ve insan şeması çizdiğini düşünüyorum. Bu kanaatime yakınsayan bir ipucunu ise bilgisayar bilimcisi ve fütürist Ray Kurzweil’da (2015: 186) buluyorum: Ona göre (biri diğerine üstün olmamak kaydıyla) Batı perspektifi gerçekliğin doğası ve bilgi şekillerini evrimleştiren fiziksel dünya ile hemhâlken, Doğu görüşünde bilinçlilik temel bir gerçekliktir ve fiziksel dünya da bilinçli varlıkların düşünceleri sayesinde varlığına kavuşur; bir diğer deyişle, fenomenler bilinçli varlıkların dışavurduğu düşüncelerdir. Açıkça bir “idealizm” tasviridir bu.
İslâmcı anlam dünyasında insan, ta etimolojisiyle “unutan”dır ve kulağına üflenir. Sınırlıdır, eksiktir, malûldür. Biteviye irşad edilir. Kendisine kıvrılan, ispatını kendisinde bulan (self-referential) doğasıyla İslâm, bileşeni olduğu toplumsallıklarda daima hakiki/sahih İslâm olduğu iddiasındadır. Zamansız ve mekânsız mutlak ile hemhâl oldukça kültürel yaşantıyı öteler. Sözgelişi, bir Endonezya İslâm’ı ile bir Türkiye İslâm’ı arasındaki engebeler, ummanlar, çöller çoktan elenmiştir ki, bu, ilgili coğrafyanın İslâm’ına bulanmış devletinin bizlere sunduğu buğulu bir sahte manzaradır. Clifford Geertz de vurgular bunu. İslâmiyet’in çeşitli yerelliklerde nasıl yaşandığını, deneyimlendiğini, dönüştüğünü ele aldığı pek çok mukayeseli çalışması bulunan Geertz’in o en kişisel detayları olanca candanlığıyla aktardığı özgün çalışmasında, Fas ve Endonezya’daki sosyal değişimi değerlendirdiği, gözlemlerini aktardığı pasajların bir yerinde, imbiğinden süzülürcesine şöyle bir saptama yapar: “Benim sosyal bilimlerde geniş çaplı karşılaştırmalı analizler sonucu vardığım bir tavır olan, karşılaştığım durumlardan hiçbirini bir diğerinin indirgenmiş versiyonu olarak görmemek […] benim yaptığım gibi İslâm’a önce Kuzey Afrika’da, hemen sonra da Güneydoğu Asya’da bakarsanız, uygulaması özellikle zor bir tavırdır. ‘Kayıp’ gibi görünen şeyler, gerçekten de eksik olan eksikler, bayağı bayağı üzerinize atlarlar” (2001: 72). Saha akademisyeninin ayağında bukağıdır bu. Zor bir tavırdır çünkü yapılar (yetersiz değil) basbayağı kötü “dokümanlanmış”tır (2001: 40). Görünürün zahirî muhasebesini aşmayı, zarfı yırtmayı gerektirir.
İslâmiyet’e özcü bir hoşgörüsüzlük ve barbarlık atfetmek ve Batı medeniyeti karşısında her an teyakkuzda kalınması gereken bir tehdit atfetmek, Oryantalist ve ırkçı olması sabit olmak üzere, radikal ve fundamentalist görüşlerin (“sahih İslam”) de bir ayna-hâlidir ve aynı ölçüde stereotipiktir. İkisi de ahistoriktir ve İslâm’ı değişmez ve monolitik bir oluşum olarak görür. Aziz Al-Azmeh, İslâm’ın yekpare ve dahası yeknesak okunmasına itiraz eder ve “İslâm’lardan hangisi” sorusunu sorar. Bunu da, modernizmin dönüp yeniden baktığı başka pek çok kavram gibi zaman-mekân içinde belli bir bağlama ille oturan bir kavram olarak İslâm’ın değişkenliğini ortaya koyarak ve karşımıza bir İslâm’lar yelpazesi çıkararak (2003) yapar.
İslâm’ın tekçi kurgulanışına dair benzeri bir değiniyi, Osmanlı iktisadiyatı üzerine özgün argümanlar ördüğü çalışmalarıyla Sabri F. Ülgener’in Weber eleştirisinde buluruz. Ülgener, Weber’in İslâm toplumlarında kapitalizmin oluşmamasına ilişkin görüşlerini tenkit eder. Ona göre İslâm Weber’in tahlilinde zincirin en zayıf halkasıdır. Varılan sonuçların çoğu -dağınıklılığı bir yana- acele ve tek yanlı hükümlerden öteye geçmez. Onun statik, tek boyutlu ve tek aktörlü bir İslâm tablosu ortaya koyduğunu, İslâm tarihinin ilk yıllarına damgasını vuran İslâm’ın saf ve öz çehresiyle ileriki yılların mahallî çehresi arasındaki ayrıma dikkat etmediğini, ayrıca yaptığı mukayeselerde yeri ve zamanı tam olarak belirtmediğini ileri sürmüştür Ülgener (Sayar, 2012).[2]
Ne var ki, olası bir duruşmada, bu anılan tekçi soyutlamanın sorumluluğunda önemli bir payın da, (az evvel de ima edildiği gibi) İslâm’ın siyaseten aktif olduğu uzamlarda devlete, Doğu’nun o ebed-müddet devletine sindirdiği ve dışına çıkmanın pek mümkün olmadığı boğucu (ve sanki Foucaultcu) “yasa”sına isnat etmek gerekir. Yasa mucibince icra edilen, herhangi bir ülkenin İslâm’ının tekçi ve sözümona-sahih kavrayışında kayıplar, eksikler erir, fark buharlaşır ve kültürel aidiyetlerini müzmin-mevcut bir “öteki”ye atıfla inşa edişini silikleştirerek kendi özerkliğini, hakikat yolculuğunu, asetizmini yeniden ve yeniden kurar. Tikel insana itibar ve itimat etmez, bunu söylemselleştirir. Buna göre dinin, ezcümle kutsal kitap ve vahyin olanaklılığı insanın boyunu fazlasıyla aşar ve dahası insan bu minvaldeki kafası karışık (heretik ve heterodoksik) girişimlerden men edilir. İslâmcı kelime dağarı, bu anlamda oldukça dolgundur: Mülhid, kâfir, zındık, müşrik, mürted, merdûd, mühtedi, münafık gibi (adına “ıstılah” da denen) tabirler vardır. Tecdid ve ondan türeyen bir ikili ayrım (ilki müspet, ikincisi de menfi içeriğiyle) müceddid ve müteceddid… Bâtıl, bid’at ve hurafe… Gayb âlemi versus şuhud âlemi… Uzayıp gider. Bu, muhakkak ki bir gereksinimin semptomatik tezahürüdür. Antrparantez, bu tezahür, yer yer kendisine “Batı Gazzâlî’si” de denen Augustine’de (Augustinus) başat referansını bulmuş olan 17. yüzyıl Jansenizm’ini fazlasıyla andırır. Gelgelelim Jansenizm’in ömrü çok kısa sürmüştür ki, tam da bu kısa ömür ve akamet, mukayese açısından elverişli bir nokta olabilir.
İslâm’da teolog, başka monoteizm örneklerinde rastlanabileceğinin aksine, metinle (logos) mesafelenmez, yorum çeşitliliğini kâle almaz, hikmeti deneyimleyerek paylaşmaz ve fakat sadece aktarır. Aktarıma muhtaç aciz kulun ise hep bir acelesi, hep bir eksikliği vardır. Acziyete yazgılı bu özne, dini dışsallaştırabildiğinde ve bir felsefe olarak teolojinin meta-felsefesine girişebildiğinde ise, kendi dinine varması işten değildir: İşte bu varılan menzile “idealizm” denir. Kendi kavrayış ve ufuk kapsamının darlığı nispetinde insan, bu (aktüel veya potansiyel) farkındalığını aşamaz ise, kendi tanrısını icat etmesi de çok sürmez. İnsanın insansallığı, yeryüzündeki tekmil varlığı, canlılığı, ervâhı kendi hizmetinde amade öngörür ve bunu da kendi ilâhi yasasını kurarak tescil eder. Muhakemesi odur ki, kendisi kavrayamıyorsa, sorunsallıklar anaforundan çıkamıyorsa başka hiçbir yeryüzü üyesi bunun üstesinden gelemiyordur ve o hâlde aşkınsal bir cereyan söz konusudur. Adorno, Sahicilik Jargonu’na Samuel Beckett’in Adlandırılamayan’ından (L’innommable) şöyle bir alıntının kılavuzluğunu eserine epigraf seçerek başlar: “Bir tapınak dikmek, gökten oraya tapınacak bir şey indirmekten daha kolaydır.”
Ritüel: Bir Animizm meşki
Biyokimyager Jacques Monod’nun da derdini ve izleğini güttüğü mesele animizmdir. Modern toplumlarda süreğenlik kazanmış bir ikiyüzlülükten dem vurur: İnsanların, bir yandan bilimin sağladığı bütün olanakları kullanırken, diğer taraftan bilimden çıkan mantıksal sonucu, maddenin kendiliğinden rastlantısal macerasının getirdiği sonucu, kısacası evrenin insanlık için var olmadığı sonucunu kabullenmek istemedikleri gerçeğini yadırgar. Monod’ya göre insanlar “inanmak” istiyorlardır, hayatlarının şu veya bu biçimde tanımlanmış bir anlamı olması gerektiğine dair inançları onları rahatlatıyordur. 1970’te yayınladığı o çığır açıcı eserinde (Rastlantı ve Zorunluluk, Le Hasard et la nécessité) daha çok Marksizm’in animist yönünü duruşmaya çıkarsa da, bunun insanlığın kadim bir refleksi olduğuna emindir. Mistik olanı bilimin dışına iter, bilim düşmanlığı ile özdeşleştirir ve onu da çağcıl bir hastalık sayar. Zenofobi, homofobi gibi hem sosyal psikolojik, hem siyasal antropolojik kavramların da bize göstermiş olduğu gibi, korku ile nefret kol kola gider ve hepsinin de zemininde bilinmeyenin tetiklediği dehşet yatar. Adı konulmamış, henüz yüzleşilmemiş bir organizma stratejisidir bu, belki de -kamusallaştığı ölçüde sahiden de- bir hastalık.
Monod’nun vurguladığı inanma ihtiyacı ve animizm, bizi insanın ta kendisine, onun nörobiyolojisine götürür. İster istemez faşizm, kitle, pazarlama, (ir)rasyonalite gibi anahtar sözcüklerle de ilişkili olan ve Jung’da bir arketip olarak karşılık bulan bu noktanın nörobilimsel bir izah teklifi mevcuttur. İnsanın aygıtsı denebilecek otomatize yapıları, eski/ilkel beyni alabildiğine manipülatiftir. İlkel beynin de bir unsuru olduğu, beynin bir sacayak (triune) şeklindeki bu kategorizasyon (bir tür ‘neo-frenoloji’ de diyebiliriz) teklifinin telifi 1960’larda ortaya attığı model ile, nörobilimci-hekim Paul D. MacLean’a (1990) aittir: İlkel beyin ya da onun tabiriyle “archipallium” veya “sürüngen kompleks” (R-complex) de denir buna. Ben-merkezcidir. Burası ikna edilmek değil, kandırılmak ister. Mantıkçı bir uslamlamadan çıkmaz yola, süratle karara varmak adına zıtlıklardan beslenir, somut/net kanıtlarla hareket eder. Kanıt arayışında sadeliği ve görselliği önemser; sözcüklerden pek etkilenmez. Çabucak yargılar ve etiketler; kararı ise zor değişir. Kararın kapılanmasındaki esas faktör de yineleyici ritik alışkanlıklar ve bir fasit doyma-acıkma dairesidir.
Evrimsel nörobilimin bu meseleye, bu izahata dair yeterince (ve giderek de niceliği çoğalan) bilimsel kanıt havuzu mevcuttur; o ki meseleyi bu denli göbeğinden kesen bir sahanın söylediklerine bigâne kalınmamalıdır. O hâlde, sürdürmeden, genişçe bir parantez açalım.
Birtakım obje, olay ve kavramların algılanışı esnasında, komple bir şekilde ilgili obje, olay ve kavramın algılanışı söz konusu olmamaktadır; dahası bu durum frontoparietal yollarla ilişkili biçimde bir tür bilişsel tuzak (cognitive bias) olan “salience” [belirginlik], yani bir algılanmaya müsait olanlar içerisinden sıklıkla en belirgin, en göze çarpan olanı algılama ya da düşünme ile ilgilidir. Bu bilişsel eğilim, “evrimsel ekonomi” çerçevesinde organizmanın en kısa sürede, basit biçimde, yalnızca önemli olana meyledip minimum enerji sarfiyatıyla sorunu çözme ya da uyaranı değerlendirme temayülünü ortaya koyar. Böylece herhangi bir uyaranın tüm bileşenlerini geniş, detaylı ve kompleks bir biçimde algılamak yerine, ilgili uyaranın göze çarpan noktalarını daha belirgin algılayıp geri kalan küçük detayları göz ardı ederiz. Örneğin, yalnızca birkaç saniyelik bir görme işleminde görme alanımızda yer alan bir cisimde ilgimizi ilk olarak cismin konumu ve genel formu çekmekle beraber ancak birkaç bakış sonra veya cisme belli bir müddet dikkat edildikten sonra cismin üzerindeki birtakım ayrıntılar (yazı tipi, üzerindeki bir leke, belirli bir noktasındaki çizik, vd.) dikkatimizi çelip üst sinirsel (nöronal) yapılarda bir değerlendirmeye geçer.[3]
Uyaranların seçimi ve belirli seviyelerde bloke olması, evrimsel ilkelerle uyumlu bir sinir sistemi karakteristiğidir. Yine belirtildiği gibi, sinir sisteminin seviyeleri arasında enerji tüketimi bakımından bir heterojenlik söz konusudur. Daha işlevsel bir veri olarak, sinir sisteminde filogenetik (tür-oluşsal) açıdan yeni sayılabilecek neokortikal tabakalar ve insanda hassas motor süreçlerde öneme sahip nuclei basales bölgesi, yaşamsal fizyolojik refleksleri kontrol eden truncus encephaliye göre daha yoğun enerji harcamaktadır. Bunun anlamı şudur ki, sinir sistemlerinin evrimi içerisinde filogenetik açıdan genç yapılar, ilkel (primitif) yapılara göre daha yoğun enerji sarfiyatı içerisindedir. Organizma ise, genel olarak yaşamsal fonksiyonlarını hatasız biçimde ve minimal enerjiyle çözme eğilimindedir. Organizmalarda primitif sinirsel bölgeler sıklıkla minimal enerji sarfiyatı ve hatasız yaşamsal fonksiyon ile ilişkilidir. Kardiyovasküler (bir pompa olarak kalp ve dolaşımla ilgili) refleksler, solunumun otonom kontrolü ya da bunlara benzer birtakım otonom sinir yanıtları, omurgalı sinir sistemi evriminde oldukça eskiye (kabaca, 500 milyon yıl öncesine) gitmektedir. Öte yandan, evrimsel seyri primatlara veya insanlara dek takip ettiğimizde kortikal seviyelerin belirgin bir biçimde işlevsellik kazandığını görmekteyiz. Aynı organ içerisinde evrimsel katlanmalar arasında fonksiyon, yaşamsal nitelik ve enerji kullanımı bakımından anlamlı bir ilişki vardır. Nörobilimlerde evrimsel açıdan primitif yapılar, organizmanın yaşamsal fonksiyonlarını yöneten ve oldukça eski dönemde fonksiyonel olarak evrimleşmiş yapılardır. Bu yapıların evrimsel seyri boyunca (yine kabaca, yaklaşık 500 milyon yıl) popülasyonlarda ilgili yapının enerji kullanımı oransal olarak azalmış, fonksiyonları netleşmiş ve birtakım özelliklerini üst sinirsel yapılara devretmiştir. Santral sinir sisteminde kompleks yapıların, karmaşık sinaptik ağların enerji kullanımı basit yapılara daha fazla olup bu yapılar hayatî refleksleri barındırmak yerine yüksek bilişsel işlevlerde rol oynar. Kısaca organizmalar, primitif yapılarda yaşamsal işlevleri kısa yoldan, minimum enerji ve hatayla gerçekleştirmenin bir yolunu bulmuştur ki, burada “kısa devre” analojisi işe koşulabilir. Organizmada bilişsel seviyelerde meydana gelecek tahripler ya da bilişsel hatalar organizmanın (kısa vadeli perspektifte) ölümüne sebep olmazken, ilkin anatomik bölgelerdeki basit tahripler bile canlının ölümüne neden olabilir. Sinir sistemi bütün seviyeleriyle “muhteşem” çalışan bir sistem olmayıp olgun bölgelerin aksine sistemin en genç alanlarında altını çizdiğimiz bilişsel eğilimler, mantıksal hatalar, yanılsamalar hemen her an meydana gelebilir; unutmayalım ki evrim, teleonomik bir süreç değildir ve tıpkı bütün diğer doğal(cı) süreçlerde olduğu gibi, daha iyiye, giderek mükemmel olana varmak gibi bir prensiple çalışmaz. Bu kortikal bölgeler tabir yerindeyse insan evriminin “buluğ çağını” temsil eder ve ontojenide , yani türe ait bir üyenin (bireyin) oluşumundaen geç olgunlaşan bölgeler arasındadır. İnsan beyninin genç bölgelerinin bu evrimsel özellikleri; insanları mantıksal safsatalar (logical fallacy), bilişsel önyargılar ve yanılsamalara açık bir hâle getirir ve bunlar tam da, sinir fizyolojisinin, yani doğal süreçlerin de parçasıdır. Mantık hataları sergilemek ve bilişsel tuzak sahibi olmak, bu nedenle insan popülasyonlarının büyük bir kısmının sahip olduğu normal bir fizyolojiyi ifade eder; çünkü bahsettiğimiz gibi insanın kökeninde evrimsel açıdan avantajla birlikte seyretmiştir…[4]
Bu parantezde söylenenler bizi, animizmin insan doğasına iliştiği ve yer yer içkinleştiği bir unsur olduğu savına götürür. Böyle olmasına böyledir ama, ritüelin, ritik alışkanlıkların bir sosyal inşa mekanizmasıyla kabarıklaşması, etkileşmesi diyagramında ve insanlığın bir adım öteye taşınması derdinin o kompleks güzergâhında, bundan daha fazlasına olan ihtiyaç bizi gıdıklar. O hâlde sürdürelim.
Niçin o şekilde ve hatta ne için yapıldığını sorgulama gereği duyulmadan kuşaklar boyu ritüelleştirilmiş uygulamalar vardır. Gökkuşağının altından geçmekle cinsiyetin değişmesi, şom ağızlar, kara kediden kırık aynaya, merdiven altından muhtelif rakamlara atfedilen birtakım uğursuzluklar, Urfa’daki Aynzeliha ve Halil-ür Rahman gölleri ve oradaki balıkların İbrahim’in yakıldığı ateşi, yani göl suyunu alevlendiren odunlar oluşu, beladan korunmak adına tahtaya vurma ve ağaç dallarına çaput bağlama davranışı, cadılık ve solaklık derken, hâlihazırda mevcut olan bir dizi kamusal örüntünün dinsel, mitolojik, kozmogonik, kısacası animistik temelleri mevcuttur (Şengör, 2005).
Tüm bu tortu kümesini “folk” kültür hanesine kaydedecek olursak, bir de “pop” kültür çıkacaktır karşımıza. Pop(üler) kültür, kentlidir. Kentin o aşina dinamiği içinde süratle çakıp söner. “Kent efsaneleri” bir batıllık fenomenidir. Bilgi ve bilinemezlik, bir alacakaranlık tonunda iç içedir. Hızlı kent hayatı içerisinde mitolojik arayışlarımızın cevabı olan kent efsanelerine dikkatle bakılırsa farklı kılıklara girmiş batıl inançlara, takıntılara, saplantılara rastlanır: Komplo teorileri, kişisel gelişim öğretileri, yaşam biçimleri, doğal yaşam arayışları, yeni ve ilginç olana dönük ilgi, hız tutkusu, moda, aşırı sporlar, eğlence, değişen şiddet türleri, fanatizm, kariyer, türlü fobiler, bulmacalar… Kanonlar, epopeler, menkıbeler gibi olmasalar da dağınık ve dağıtıcı (distractible), gelip geçici istasyonlar hâlinde hızla akmaktadırlar (Taburoğlu, 2011). Pop kültür, kent ahalisinin gündelik hayat kültürüdür. Kapitalizm ve endüstriden, bir iktisadî aktör olarak burjuvaziden bağımsız düşünülemez. Folk kültür insanı gündelik hayatını kendi ürettiklerini tüketerek idame ettirirken (geçimlik ekonomi), popüler kültür artık pazar ekonomisinin, kâr maksimalizminin söz konusu olduğu bir aşamadır. Bu temel düstur uyarınca da, ancak seküler bir zeminde neşvünemâ bulabilir. Öyle olsa da, öte yandan, bir hayat idamesi koşulu olduğu ölçüde de ortalamayı temsil ederken (media) ortalamaya hitap eder (medium) ve neticede bir status quo ideolojisi veya konformizm anlamında muhafazakâr kodları taşır. İdame, ancak muhtemel âni sarsıntıların bertaraf edilmesiyle mümkündür ve bu da popüler kültürün doğasını muhafazakâr kılar (Özçetin, 2016). Tıpkı folklorik kalıntılar gibi pop kültürün ögeleri de, kendiliğindenlik çuvalı öznel bir iradeyle yırtılmadıkça sorgulanmaz. Sorgulanmasa da, her ne kadar kent uzamı veya “gelenek” ve tevarüs mahfazası içinde kaldıkça meşruiyet müdahalesine müsaade edilmese de bu tür pratikler, bir mutluluk ve arınma ânı olarak insanın bilişsel (kognitif) süreçlerini işgal eder, algılarını şekillendirir, tepkilerini düzenler. Ritik meşklerle ateşlenen psikolojik uyar(t)ılar kognitif alışkanlıklara dönüşür ve bir tür kısır güdülenme döngüsüne hapsolur. Kamusallaşır ve menkul “masumiyetini” yitirir. Yitirdiği ölçüde de yeryüzü yolcularına söz hakkı bahşeder.
Sosyal antropolojinin önemli isimlerinden A. Radcliffe-Brown’ın 1952 yılındaki Din ve Toplum tebliğinde ifadelendirilmiş olan dine genel yaklaşımı, dinlerin epistemolojik durumuna bakılarak ve onların yanlış ve hayalî inanışlar olduğunu ilan ederek hiçbir mesafe alınamayacağı konusunda hemfikir olduğu Durkheim’ı yakından izler. Ona göre, ne böylesi bir kalkış noktası, ne de ilgimizi dinin kökeni konusuna hasretmek verimli olabilir; onun yerine dinsel inançları ve ibadet uygulamalarını insanların düzen içinde bir arada yaşamalarını sağlayan karmaşık bir sistemin parçası olarak okumamız gerekir. Dinin toplumsal işlevlerine, yani onun toplumsal düzenin oluşumuna ve sürekliliğine yaptığı katkıya bakmamız gerektiğini ekler. Böylelikle, dikkatimizi inançlardan çok ritüeller üzerinde toplamamız, ancak bunu yaparken de, bunların her ikisi de tutarlı bir bütünün bileşenleri olduğu için, ritleri aslî olarak almamız gerekir, der (Morris, 2004: 205).
Amerikalı medikal antropolog Christopher Dole, Radcliffe-Brown’ın tarifini dinlemiş gibidir. Dole, Türkiye’de icra edilen, rağbet gören dini şifacılık pratiğinin sahasını yapmıştı. Motivasyonunu ise şöyle bir önermeyle açıklamıştı: “[…] Ortodoks İslam uygulamalarına yönelik bu baskın ilginin ötesinde, İslami uygulamaların bu kadar biçimsel olmayan, ancak son derece samimi ve esasen yerel, özellikle hastalık, ıstırap ve talihsizlik çevresinde bereketli bir şekilde filizlenen dini figür, uygulama ve mekânlarını içeren biçimlerinin devasa, dağınık ve heterojen topografyası uzanmaktadır” (Dole, 2015: 33-34). Cinci hocalık, evliyalık, üfürükçülük, kırık-çıkıkçılık, hacamatçılık, kurşunculuk ile kendisini sunan bu quackery (mütetabbib)[5] furyâsına bir hayat tanzimi biçimi olarak yaklaştı ve onun Türkiye siyasal sekülarizmi ile, dahası bu pratikler kümesinin insanların hastalık ve çaresizliklerini suistimal etmekle suçlayan yerleşik dini kurum ve çevrelerle nasıl da iç içe dokunmuş olduğunu gösterdi.
Bir bellek tazelemesiyle anımsanabileceği gibi, gerçekten de Türkiye’de, modernizasyon projesinin bir bileşeni olarak laiklik-sekülarizm lehine ilk ürkek adımların atıldığı Tanzimat’ın Ali ve Fuat Paşa gibi devlet adamları, Şinasi ve Namık Kemal gibi “aydın”ları birtakım seküler fikirlerle tanışmalarına rağmen son kertede Müslüman olduklarını kanıtlama, sekülarizmle din arasında muhafazakâr bir senteze varma yolundan ayrılmamıştır. Rejimin dinle ilişkisi baştan itibaren bir denetleme ilişkisidir. Lozan’da vatandaşlık tanımını Müslümanlık temelinde yapmaktan Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin devamı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 1961 yılında anayasal statü tanınarak kurulmasına ve İmam-Hatip Liseleri’nin açılmasına kadar Kemalizm, gerçek bir Aydınlanma ve sekülarizmin temellerini yaratmaktan çok Sünni çoğunluğu denetleyebileceği kurumların inşasına ağırlık vermiştir (Özkul, 2017). Bu yabanıl ve ucube varlığın, kuruluşu hilafına, zaman zaman devlet himmet ve himayesinden taştığı da vâkidir.[6]
Yeryüzüne doğru: Animizmi aşacak bir metafizik?
Bilim, Prigogine’in o özlü ve isabetli tanımıyla “doğa ile diyalog”dur; onun nasıl betimleneceği çabasıdır, insanı doğayla birleştiren ilişkilerin kurulduğu noktanın koordinasyonudur (2004: 171). Yine, bilimin, diyalogun sürdürülebilirliği açısından elzem olan evrensel metodolojisi ise, doğalcılıktır, yeniden ve yeniden doğaya dönmektir, o minderde sınanmaktır. Diyalogun ürünü olarak bilgi, insanı yine doğa ile ilişkisinde yönlendirir. Doğal nesnelerden tümel bir mana çıkarsanamaz. Bu da bize (zorunlu olmasa bile) bir eksikliği duyumsatır: Metafizik.[7] Bilim, Weltanschauung karşılığıyla bir dünya görüşünün temelini oluşturacak metafizik bir sistemden yoksundur. Leibniz, Monadoloji’sinde, Kartezyen felsefeyle, fiziğin metafizikten kopmasını büyük bir eksiklik olarak görmüş ve ismi geçen eserini bu amaçla yazdığını bildirmişti (Ceylan, 1998).
Sözü edilen noksanlığa belki bir gereksinimsel reaksiyon olarak Gilles Deleuze’ü anabiliriz. Yirminci asrın ikinci yarısının en etkili ve üretken filozoflarından Deleuze’ün felsefeden anladığı şey “kavramlar üretmek”ti, kavramların fidanlığıydı ve kendisini bu doğrultuda mıntıkayı temizleyen pür bir metafizikçi olarak tanımladı. Onu, başeseri addedilen Fark ve Tekrar’da (1968) çağdaş matematik ve bilimlere uygun bir metafizik geliştirmeye çalışırken görürüz: Tözün yerine “çokluk” kavramını, özün yerine “olay”ı ve olanağın yerine “edimsel” (virtüel) olanı koyan bir metafiziktir bu. Başat ilhamını Bergson’dan alır ki, mezkûr eserin yeşerme zemini tam da 1966’da neşrettiği Bergson monografisidir. Deleuze, o Heiddegerci “metafiziğin sonu” nosyonunu reddetmesiyle sivrilir. Arnaud Villani’ye verdiği mülâkatta kendisine dair şunu sarf eder: “Kendimi saf bir metafizikçi olarak görüyorum… Bergson da, modern bilimin kendi metafiziğini, muhtaç olduğu metafiziği bulamadığını söyler” (2016: 21). Metnin girişindeki epigrafta dillendirdiği derdiyle Schopenhauer gibi tıpkı. Konturlar teyellenirse: Ahmet Cevizci’nin sözlüğündeki “Bergson” maddesinin bir yerinde, filozof için geçen “bir tür optimist Schopenhauer” ifadesine rastlarız nitekim (2002: 147).
İslâm özeline tersi bir açıdan bakıldığında ise, belki birkaç asır öncesine dek süregelmiş medrese kültürünün rahle-i tedrisatını masaya taşıyabiliriz. Bir hikmet-i tabiiye, yani doğanın bilgisi ve doğa felsefesi olarak fizik (ilm-i tabiî), eskinin o mertebeli eğitim sisteminde en ön sırada yer alıyordu; tırmanılması gereken ilk basamaktı. Fizik ilmi, “en alt mertebedeki ilim” (ilm-i edna) olma itibariyle maddenin, daha doğrusu cismin, doğal cisimlerin (cism-i tabiînin) bilgisiyle meşgul oluyordu. Cismin kendisini, özünü/zatını/mahiyetini değil, cisme ârız olan ahvâli (cisimlerin durumlarını), mesela devinimi ve durağanlığı (hareket ve sükûnu) kendisine konu ediniyordu. Bugün ise büsbütün bir fiziksiz (tabiiyat) metafizik (ilâhiyat) atmosferini solumaktayız (Cündioğlu, 2008).
Sıkça serzenilen, seslendirilen bu eksikliği doldurma gayretine girişen isimlerden önemli bir tanesi, aynı meyanda felsefî kariyeriyle Doğu-Batı ikiliğinden kurtulma çabası da sergileyen, Alfred North Whitehead’dir. Dini bir tecrübe, insanın kendisini arayışının rasyonel süreci olarak tanımlayarak esasen onu duygusal bir çerçeveye oturtan Whitehead için metafiziğin esas rollerinden biri, dinî tecrübenin mistisizm anaforundan çıkarılıp rasyonel bir zeminde tanımlanmasıdır. Ona göre din kendisini ritüel, duygu, inanç ve rasyonalizasyon süreçlerinde açığa çıkarır ve burada metafiziğin devreye girdiği nokta ise sonuncusudur: Rasyonelleştirilmiş dinde ritüeller geri plana itilecektir. Sadece bundan ibaret değildir elbette: Metafiziğin bir diğer asal fonksiyonu da, doğadaki yasaları görebilmek, o yasaları anlayabilmek ve aynı yasalar üzerinden konuşabilmektir. Modern bilimin ürettiği değerlerle, tanımladığı varlıkla yaşayabilmek, o varlığı anlamlandırabilmektir. Hülâsa, Whitehead için metafizik, hem dinî tecrübenin, hem de bilimin geliştirdiği ilkelerin tanımlandığı, doğrulandığı dinamik bir zemindir; geçmiş, şimdi ve gelecek ilişkisinde kendini kuran varlığın ve dolayısıyla bütün bir oluşun süreç içinde tanımlanmasını sağlayan bir alandır (Ceran, 2012).
Felsefî tanımıyla inanmak, bilimsel bilgiye güvenmenin dışında metafizik bir önermenin doğruluğuna kanaat getirmektir (Ceylan, 1998). Bu yönüyle bir doxa’dır.
“Boş inanç”, Francis Bacon’ın Denemeler’inde hurafe (superstition) (1908: 76-78) olarak yer alan sözcüğün Akşit Göktürk tercümesinde (1974) uygun görülen karşılığıdır. Bacon kavramı elbette itikada dair teolojik bir içlemle kullanır. Gelgelelim, oradaki şu sözler, teoloji dışına da teşmil edilebilir: “[…] Sağlam bir besin nasıl çürür kurtlanırsa, benimsenmiş kurallarla düzen de boş inançlarla çürür, bir sürü ne idüğü belirsiz töre çıkarır ortaya. Eskiden yerleşmiş boş inançlardan elden geldiğince kaçmayı en doğru yol sayan kimseler, kaçma konusunda bir kör inanca saplanmış olurlar; dolayısıyla, boş inançtan kaçarken, kötü bir müshil almışçasına, iyi şeylerin de, halk devrimlerinde çoğunlukla görüldüğü üzre, kötü şeylerle birlikte sürüklenip gitmemesine dikkat etmek gerekir.”
J. Robert Oppenheimer, atomik sistemlerde, hele de makroskobik uzamlara kıyasla iyice kendini belli eden o ölçüm problemi, belirsizlik, nedenselliğin aşınması gibi yeni durumlara dikkat çektiği yazısında, konvansiyonel anlamda sağduyunun iflas ettiğini söyler ve derhâl uyarır: Bu, keyfîlik ve subjektivitenin zaferi demek değildir (1965: 72-87). Kezâ, Einstein’ın başlıca ilhamlarından olan matematikçi H. Poincaré, tek başına mantığın yetmeyeceğini, bir tamamlayıcı unsur olarak “sezgi”nin önemini vurgular, onun bilimdeki (özellikle de matematikteki) asal rolünden örnekleyerek bahseder. Mantığa “ispat aleti”, sezgiye ise “icat vasıtası” der (1989: 19 ve 251-53). Kitabını ise, bir tür aksiyoloji olarak “bilim için bilim” formülünün hayatiyetini (yeniden) anımsatarak bitirir. Bacon’ın ihtarı dikkate alınırsa, zamane zihniyetiyle “boş” gibi gözüken inançların gelecekteki olası faydalarını yabana atmamak gerekir.[8]
Bilimsel bilginin, keşif ve/veya icatların keşifsel (heuristic) sürecindeki irrasyonel, hipotetik veya muhayyel diyebileceğimiz kalkış noktaları, yirminci yüzyıl ve onun bize armağanı olan kuantum mekaniğinin anlam dünyası ile birlikte artık konvansiyonel (uylaşımsal) bir hâl almış gibi duruyor.[9] Öte yandan bu durumun ise, vasatı temsil ettiği varsayılan geniş halk kitleleri indindeki karşılığının bir tür “belirsizlik korkusu” olduğu artık sık dillendirilir oldu. Yakın zamanlara dek “Sir Richard Owen’ın Kristal Saray çevresine modellerini yerleştirttiği dinozorlar, Wallace’ın Güneydoğu Asya’dan getirdiği tür tür cennet kuşları ve garip varanlar (büyük bir kertenkele cinsi), türlü çeşitli basit elektrik deneyleri, evlerde, hatta hanımların çay saatlerinde hoş sohbet konuları” iken, deterministik olandan kopuşu getiren doğrusal-olmayan (non-linear) dinamik süreçler fiziği ve giderek içinde kaybolunan mikroskobik dünya ile artık “yapısı göz önüne getirilemeyen atomdan matematik cambazlıklarla çıkarılan enerjinin patlattığı atom bombasını, bir dinozorun veya cennet kuşunun konuşulduğu sosyal ortamda ve aynı lezzetle konuşma” olanağının kalmayışı, bir kontrol kaybı duygusuyla birlikte yalancı cennetlere dönüş arzusu uyandırıyor. Böylelikle insanlar “dine ve bir sürü zırva inanca eskisinden daha büyük bir kuvvetle sarılıyor” (aktaran: Şengör, 2014: 405-406).
Animizm, temel insanî duygul(anıml)ardan aldığı enerji sayesinde “idealizm” ile yakın ilişkilenerek bir tür kurmaca atmosferi yaratır ve insana, onu ‘mit’ten ‘mitomani’ye sevk ederek doğayı unutturur.
Oxford Dictionaries tarafından geride bıraktığımız yılın (2016) kelimesi olarak ‘post-truth’ (hakikat-sonrası) seçilmesi yeterince izah edici değil mi? Bu seçimde gerekçe olarak da, tarafsız gerçeklerin kamuoyu fikrini etkilemede, duygulara ve kişisel inançlara cazip gelen şeylerden çok daha az etkili olması durumu veya doğruların, hakikat(ler)in önemini yitirmesi gösterildi. Sahi, dağınık animizm kalıntılarının sinestezik bir (sentezine değil ama) senkretizmine, bir yeniden-montajına tanıklık ettiğimiz bir çağ bu.
Bunun müsebbibi bir ölçüde “kültür belirleyen ideolojiler” (Kılıçbay, 2005) veya bizatihi “bir kültürel dizge olarak ideoloji” (Geertz, 2010: 221-263) ise, bir diğeri yeryüzü katalogundaki bilgi hacminin muazzam genişliği, genişliğin üstel artışı, onu bir köşesinden kurcalayan, bir halkasından kavrayan insanın kısıtları ve bunun, bu yetersizlik hissinin animizm ile barışamayarak onda massedilmesi, tok bir lokma hâlinde kursakta sittinsene beklemesi, bekleyecek oluşudur. “Periferi insanları ve farklı bilgi blokları arasındaki çelişkileri yaşayan insanlar, büyük değişimler şenliğine katılmamış uygarlıklardaki zihinsel çarpıklıklar ve sakatlanmış bir şecerenin hafızasız evladının yamalama, yani olgularda hiçbir karşılığı olmayan fikirlerin toplumsal gerçeklerle çakıştırılması süreci” (Shayegan, 1991) ve bunun tarihselliğidir. Bilimin eğlentili ve dahi eğlenceli tabiatının hâlen kültürdeki o soğuk çağrışımlarını aşamaması, insanın yeryüzü tektoniğinde dikelemeyişidir.
“Yeryüzü”, hele ki Ortadoğu’daysanız, enikonu uzak menzildir ve öylece kalmaya mukadder gibi gözükmektedir.
Değerli katkıları için Adem Yıldırım ve Irmak Akman’a teşekkür ederim
Bibliyografya
Açıkel, Fethi (1996). “‘Kutsal Mazlumluğun’ Psikopatolojisi”, Toplum ve Bilim, 70. sayı, s. 153-198.
Al-Azmeh, Aziz (2003). İslâmlar ve Moderniteler, çev. Elçin Gen, İstanbul: İletişim.
Bacon, Francis (1908). Essays (ed. M. A. Scott), New York: Charles Scribner’s Sons.
____________ (1974). Bütün Denemeler, çev. A. Göktürk, İstanbul: Cem Yayınevi.
Barbour, Ian G. (2004). Bilim ve Din: Çatışma, Ayrışma, Uzlaşma, çev. N. Mehdiyev ve M. Camal, İstanbul: İnsan.
Batuhan, Hüseyin (1994). Bilim ve Şarlatanlık, İstanbul: YKY.
Berry, Adrian (1998). “Düzmece Bilim”, Bilimin Arka Yüzü içinde, çev. R. Levent Aysever, Ankara: TÜBİTAK, s. 195-210.
Cankoçak, Kerem (2010). “Sinirbilimsel Bakış Açısı”, Ateist Dergi, 10. sayı, Kasım-2010, s. 2-5.
Ceran, Yaylagül (2012). “Whitehead: Bir Yöntem Olarak Metafizik Nedir?”, Kant Sonrası Metafizik Üzerine Konuşmalar (haz. Erdal Yılmaz) içinde, İstanbul: Küre, s. 301-343.
Cevizci, Ahmet (2002). Paradigma Felsefe Sözlüğü, V. Basım, İstanbul: Paradigma.
Ceylan, Yasin (1998). “İnanç, Bilim ve Felsefe Üçlemine Yeni Bir Yaklaşım”, Doğu Batı (Düşünce Dergisi), 3. sayı [“Gericilik” Nedir?], s. 109-112.
Conner, Clifford D. (2013). “Bilimsel Devrimin Devrimcileri Kimlerdi?”, Halkın Bilim Tarihi: Madenciler, Ebeler ve “Basit Tamirciler” içinde, çev. Zeynep Ç. Kanburoğlu, Ankara: TÜBİTAK, s. 259-358.
Cündioğlu, Dücane (2008). “Fizik’siz Metafizik ve/veya Doğa’sız İlâhiyat”, Yeni Şafak, 24.05.2008.
Dole, Christopher (2015). Seküler Yaşam ve Şifacılık: Modern Türkiye’de Kayıp ve Adanmışlık, çev. Barış Cezar, İstanbul: Metis.
Dutlu, Demet (2010). “Din-Bilim İlişkisinde İndirgemecilik ve Yarattığı Sorunlar”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Ersöz, Necdet (2016). “Mandela Etkisi: Neden ve Nasıl? – Evrimsel Sinirbilimden Yorumlama”, evrimseltip.org [Evrimsel Tıp Topluluğu], 06.12.2016.
Evans-Pritchard, E. E. (1998). Sosyal Antropoloji, çev. F. Aydın, İ. İnce ve M. Kılıç, İstanbul: Birey.
Feynman, Richard P. (2002). Keşfetme Hazzı, çev. N. Küçük ve Y. Çevik, İstanbul: Evrim.
Geertz, Clifford (2001). Gerçeğin Ardından (Bir Antropologun Gözünden İki İslâm Ülkesinin Son Kırk Yılı), çev. Ulaş Türkmen, İstanbul: İletişim.
____________ (2010). Kültürlerin Yorumlanması, çev. Hakan Gür, Ankara: Dost Kitabevi.
Kaas, Jon H. (ed.) (2009). Evolutionary Neuroscience. Oxford: Elsevier / Academic Press.
Kılıçbay, Mehmet Ali (2005). “Kültür Belirleyen İdeolojiler”, Biz Zaten Avrupalıyız içinde, Ankara: İmge Kitabevi, s. 129-134.
Kurzweil, Ray (2015). Bir Zihin Yaratmak: İnsan Düşüncesinin Esrarı, çev. D. Gostolüpçe, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi.
Lakatos, Imre (2014). “Giriş: Bilim ya da Sahte-Bilim”, Bilimsel Araştırma Programlarının Metodolojisi içinde, çev. Duygu Uygun, İstanbul: Alfa, s. 19-28.
MacLean, P. D. (1990). The Triune Brain in Evolution: Role in Paleocerebral Functions, New York: Plenum Press.
Monod, Jacques (1997). Rastlantı ve Zorunluluk, çev. V. Hacıkadiroğlu, Ankara: Dost Kitabevi.
Morris, Brian (2004). Din Üzerine Antropolojik İncelemeler: Bir Giriş Metni, çev. Tayfun Atay, Ankara: İmge Kitabevi.
Opak, Mehmet Ali (2014). “‘Bilimsel Araştırma Programlarının Metodolojisi’ Üzerine: Özet ve Düşünceler”, Marksizm Bilime Yabancı mı? (Bilim Üzerine Marksist Tartışmalar) içinde, ed. Alper Dizdar, İstanbul: Yazılama.
Oppenheimer, J. Robert (1965). “Sağduyunun Yetersizliği”, Bilim ve Sağduyu içinde, çev. O. Öymen, Ankara: Bilgi Yayınevi.
Özbudun, Sibel (2010). “Edward Burnett Tylor ve Animizm”, Bilim ve Gelecek, 78. sayı.
Özçetin, Burak (2016). “Popüler Kültür, Din ve Sekülerlik: Tayfun Atay’la Söyleşi”, Moment Dergi (H. Ü. İletişim Fakültesi Kültürel Çalışmalar Dergisi), Cilt 3, Sayı 1, s. 5-20.
Özkul, Barış (2017). “Sekülerizm Tartışması”, Birikim Güncel (Haftalık Yazılar) [dijital yayın], 07.01.2017.
Poincaré, J. Henri (1989). Bilimin Değeri, çev. Fethi Yücel, İstanbul: M.E.B.
Prigogine, Ilya (2004). Kesinliklerin Sonu: Zaman, Kaos ve Doğa Yasaları, haz. İ. Şener, İstanbul: İzdüşüm.
Sayar, Ahmet Güner (2012). “Ülgener, Sabri Fehmi” maddesi, TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, cilt 42, s. 290.
Schopenhauer, Arthur (2014). “Metafizik İhtiyacı”, Bilim ve Bilgelik içinde, çev. Ahmet Aydoğan, İstanbul: Say, s. 119-144.
Shayegan, Daryush (1991). Yaralı Bilinç: Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni, çev. Haldun Bayrı, İstanbul: Metis.
Shermer, Michael (2011). The Believing Brain: From Ghosts and Gods to Politics and Conspiracies, New York: Times Books.
Şengör, A. M. Celâl (2005). “Bazı Bâtıl İnançların Kökleri”, Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, 15.10.2005.
_______________ (2014).“Bilim ve Halk”, Bilgiyle Sohbet: Popüler Bilim Yazıları içinde, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 401-411.
Taburoğlu, Özgür (2011). Kent Efsaneleri: Zamanımızın Batıl İnançları ve Takıntıları, Ankara: Doğu Batı.
Villani, Arnaud (2016). “Deleuze’le Söyleşi”, Cogito, 82. sayı [Gilles Deleuze: Ortadan Başlamak].
Yorgancıgil, Emre (2010). “İnanca Sinirbilimsel Yaklaşım”, Ateist Dergi, 10. sayı, Kasım-2010, s. 6-7.
[2] Neyin bilim, neyin bilim-dışı olduğunun saptanmasına yönelik bilim felsefesi özelindeki demarkasyon (sınır) problemi üzerine eğilenler de, genellikle “din”i veya dinsel olanı yekpare kavramasıyla malûldür. Örnekse, şarlatanlığa karşı sistematik bir savaş yürütmüş olan Hüseyin Batuhan’da bu eksikliği görürüz; Batuhan, inanmayı, boş inançları kolaylıkla “patoloji” ve “aptallık” kategorisine yerleştiriveriyordu (1994: 507-524). Bu gibi kategorik ve köşeli yaklaşımların, sözgelişi, dinî inancı kendi bilimsel uğraşının temel bir parçası olarak gören Nobel sahibi Pakistanlı teorik fizikçi Muhammed Abdus Salam (1926-1996) gibi isimleri yerli yerine oturtma olanağı -tanımı gereği- yoktur. Şarlatanlığın ayırt edilmesinin hayatî önemi bir yana, şarlatanın dışsal değil ama içeriden, “bizden” biri olarak analiz edilmesi, insanların (varsa) düzmece olana meyli, “safsata” kumkumalığı ve bunun olası sosyal ve tarihsel, ekonomik ve psikolojik altyapısının ortaya konması da yine pekâlâ bilimin konusu olabilmelidir. Örnekse, James Randi bunu kotarabilenlerdendir. Nasıl olup da bu denli popüler olabildiklerini sorgular, bizzat sınar. Bir örneği için bkz. Berry, 1998.
[3] Köşe yazarı Yılmaz Özdil de, bundan haberdar olup, bu teknik bilgiden yararlanan bir yazı yazmış, kaynağını da o mutat ve muğlâk medyatik referansa, “bir İngiliz üniversitesinde yapılan araştırmaya” bağlamıştı (Hürriyet, 21.10.2010). Yazı şöyle başlıyordu: “Bir İgnliiz üvinersitesinde ypalın arşaıtramya gröe, klemileirn hrflareinin hnagi srıdaa yzaldıklarıı ömneli dğeliimş asılnda… Öenmli oaln, briinci ve sonncuu herflarin yrenide olamsımyış… Çnküü, kleimleri hraf hraf dğeil, btüün oalark oykuormuşsz… Ardakai hraflrein sırsaı kıraşık da osla düüzgn ouknuyormuş.”
[4] “Parantez” niyetindeki bu uzunca pasajda yer alan bilgilerin derlenmesinde şu iki kaynaktan çokça yararlandım: Ersöz, 2016 ve Kaas, 2009 (özellikle bkz. 3 ve 4. Bölüm’ler).Evrimsel nörobilim dışında, yine, “inanç” ve “din” özelinde yapılan genetik ve nörobiyolojik çalışmalar da mevcuttur ve bu verimlerin son yıllarda özellikle görünürlük kazandığını bilmekteyiz. Sam Harris ve Jonas T. Kaplan gibi isimlerin yürüttüğü beyin haritalama çalışmalarıyla ortaya konan nöral korelatlar/bağıntılarla veya Marcus E. Raichle’nin öncülüğündeki ekibin yürüttüğü ardışık araştırmalar sayesinde fonksiyonel MR görüntüleme (fMRI) ile beynin spesifik bölgelerindeki (MPFC/Medial PreFrontal Cortex) aktivite artışının saptanmasıyla, veyahut da beyindeki ödül merkeziyle ve özel olarak da dopaminerjik reseptörlerle ilgili çalışmaları bulunan David E Comings (DRD4 geni) ile Dean Hamer (VMAT2 geni) gibi öncü isimlerin, inanç olgusunun genetik temellendirmesi özelinde yaptığı genomik etütler ile, iyiden iyiye dolgun bir literatür oluştu. Literatüre dair detaylı bir derleme için bkz. Shermer, 2011. Türkçede ise Shermer’ı da içeren iki muntazam özet için bkz. Cankoçak, 2010 ve Yorgancıgil, 2010.
[5] Bir şarlatanlık müessesesi olarak sahte-doktorluk.
[6] Türkiye siyasal İslâmcılığının bir ulus-devlet harcı olarak neşvünemâ bulduğunu, Arap milliyetçiliğine karşı Türkîleştirilmiş bir İslâm versiyonunun boy attığını biliyoruz. Türkiye siyasal İslâm’ı, bir devlet ideolojisi ve aynı meyanda devlet amentüsüdür. Bir “üvey evlat” rol çalmasıdır. Türkiye siyaset-bilim literatürün artık klasiklerinden addedebileceğimiz o şöhretli Fethi Açıkel yazısı da (1996), meseleyi “animizm” değil ama bu kez psikanaliz açısından masaya yatırır, teşrih eder. Orada yazar, Türkiye siyaset tedavülündeki cari sağ (Türk-İslâm) ideolojilerin sembolik ve imgesel bileşenlerinin 1980’ler ve ‘90’lar penceresinden tarihsel-psikanalitik bir değerlendirmesini sunar. Başat referanslarını da mitos, imge-simge, kutsallık gibi izleklerdeki dinler tarihi üretimiyle Mircea Eliade, Sigmund Freud ve elbette toplumsal ve kültürel psikanaliz verimiyle Karen Horney olarak tayin eder. İktidar fetişizminin ve intikamcı tazmin eğilimlerinin siyasal söylem özelinde aldığı formları, kırılgan yapısıyla, alıngan tabiatıyla mazlum öznesiyle, onun o abartılı ve dışavurumcu özdeğer duygusu, tepkiselliği, tahammülsüzlüğü ile, haddizatında bir güç istemi olarak mazlumluk ve eziklik söylemine ve giderek adı konulmamış (ve o ölçüde siyaseten müseccel bir) galibiyet söylemine evrilmesi sürecini anlatır.
[7] “Doğalcılık” meselesine şu noktayı iliştirmekte fayda görüyorum: Ian G. Barbour’un (1923-2013) öncülerinden olduğu (ve John C. Polkinghorne, Arthur R. Peacocke gibi isimlerin de şu veya bu minvalde izleğini sürdürdüğü) “dinsel doğalcılık” yaklaşımının, din-bilim diyalogunun olgunlaşmasındaki katkısını göz ardı etmemek gerekir. Türkiye’de ise bu özgün yaklaşımın telifi, dini rasyonel bir ilişkisellikle ele almayı deneyen Ankara Okulu’na ve onun da kaynağı olan Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi bünyesindeki Kelâm Anabilim Dalı’na, özellikle de Şaban Ali Düzgün, İlhami Güler gibi akademiklere aittir. İlgili departmandan çıkan ve I. G. Barbour’u (2004) sıkça atfeden bir tez çalışması örneği için bkz. Dutlu, 2010.
[8] Bacon, kendi düşünsel serüveninde bunu başarabilmişti. Bilimi zanaatkârların doğa hakkındaki bilgileri üzerine oturtuyordu ki, bu kendi dönemi açısından çığır açıcı bir tutumdu. Zamanının elit kurumları tarafından dayatılan geleneksel (Aristotelesçi) doktrini en etkin eleştirenlerden biriydi. Üniversite temelli bilimlerin “ibadet edilen ve kutsanan heykeller gibi durduklarını, ancak hareket etmeyip ilerlemediklerini” belirtirken şunu da eklemişti: “İçerisinde yaşam nefesini taşıyan mekanik sanatlarsa, sürekli gelişmektedir” (aktaran: Conner, 2013: 261).
[9] Bu konuda, kuantum elektrodinamiği üzerine yaptığı ufuk açıcı çalışmalarla 1965 yılında Nobel Fizik Ödülü’ne layık görülmüş olan Richard Feynman’ın tekmil popüler bilim üretimleri yeterince esinlendiriciyse de, kendisiyle yapılmış bir televizyon söyleşisinin deşifre edilmiş hâli olan şu metnine özellikle bkz. Feynman, 2002. İlaveten, Imre Lakatos da yukarıdaki hükmü paylaşanlardandır. Kuhn ve Popper’ın bilimsel-felsefî modellerini eleştirdiği, öteye taşıyarak bir “bilimsel araştırma programlarının metodolojisi” geliştirdiği meşhur kitabının girişinde (2014) bu noktayı vurgular. “Gerçekten önemli olan şey dramatik, beklenmedik, hayret verici öngörülerdir,” der, Einstein’ın görelilik kuramını örnekler. Orada kalmaz, bu noktaya simetrik bir ilke daha ekler: Sımsıkı örülmüş kuramlara dahi şüpheyle yaklaşabilme. Şu değerlendirme yazısına da bakılabilir: Opak, 2014.