Yaklaşık on günden beri her fırsatta bunu söylüyorum “benim feminist”. Neden bunu söylediğimi yakınımda duran bazı arkadaşlarımla konuşarak, yazışarak, fikir alış-verişinde bulunarak ve ciddi ciddi tartışarak temellendirmeye çalışıyorum. Oysa on gün öncesine kadar “feminist” kelimesiyle aram iyi değildi. Yani kendimi böyle uluorta, “benim feminist.” diye tanımlama derdim yoktu.
Şimdi bu ifadeyi Feminist Gece Yürüyüşü’nde kelimenin tarihsel ve kuramsal niteliğini -bana göre- suistimal eden kadın arkadaşlarıma tepki olarak kullanıyorum.
– Benim feminist, sen değilsin.
Feminzmin Tercümesi
Kendimi bildiğimden beri içine doğduğum toplumsal sistemde cinsel kimliğim yüzünden dezavantajlı olduğumun farkındayım. Bunun değişmesi gerektiğine hem fikirde hem de yürekte inanıyorum. Bugüne kadar elimden geleni de imkanlarım ölçüsünde yapmaya çalıştım // çalışıyorum. Ancak şu an Türkiye’deki “feminist” hareket benim ve benim gibi milyonlarca kadının kendini ifade edebileceği bir hareket değil. Çünkü orada sadece milyonlarca kadına nazaran avantajli durumda olan bir grup seçkin kadının toplumsal ve cinsel talepleri göze çarpıyor.
Şimdi şu yazıyı yazan biri olarak o tür eylemlere ve taleplere katılmam mümkün mü? Elbette mümkün! Hele var olan hükümetin kırdığı cevizleri düşününce… Yani bu eylemler ve talepler aslında benden çok uzak değil. Başka bir deyişle yukarda bahsettiğim seçkin grup içinde kendimi de sayabilirim. Ancak milyonlarca kadının Türkiye ve Ortadoğu coğrafyasında yaşadığı kompleks ve ekstrem sorunları-çıkmazları düşününce, bu talepleri vicdani ve etik değerlerim açısından lüks buluyorum ve -biraz daha ileri gideyim; kendi adıma reddediyorum.
- Bir kadın olarak değil, ama insan olarak; savaş bölgelerinde terör ve devlet şiddetine maruz kalan tüm insanların yaşama hakkını bireysel ve cinsel taleplerimin önüne koyuyorum.
- Bir kadın olarak değil, ama insan olarak; İslam ve semitik kültür değerlerinin altında ezilen tüm kadınların en doğal insan haklarını(eğitim, çalışma, örgütlenme, söz söyleme… vb.) edinmesi gerektiğini savunuyorum.
- Bir kadın olarak değil, ama insan olarak Türkiye coğrafyasında “milli ve yerli değerler” bahanesiyle kadınların yaşam alanlarının resmi-kurumsal bir şekilde daraltılmasına karşı çıkıyorum.
- Bir kadın olarak değil ama insan olarak, Türkiye ve Ortadoğu coğrafyasındaki kadın hareketinin ancak insan hakları kapsamında, aynı coğrafyada yaşayan erkeklerle birlikte gelişebileceğine inanıyorum.
Eğer bunu kadınların hak arama mücadelesi olarak görmeyen ve kendini “feminist” diye adlandırıp “Kadının kadın olmaktan kaynaklı sorunları…” diye başlayarak eleştiren varsa, onlara da “Hayır efendim,” diyorum. “Ne münasebet ! O coğrafyada kadının kadın olmaktan kaynaklı mücadelesi tam da bu; hayat ve yaşama hakkı. Feminizmi Türkçe’ye, Kürtçe’ye, Arapça’ya, Farsça’ya, Lazca’ya, Ermenice’ye, Süryanice’ye…vb. dillere ancak böyle çevirmek mümkün. Nihayetinde oradaki kadın “muassır medeni kadın(!!)” seviyesine gelecekse, önce hayatta kalmak zorunda. Öyle değil mi?”
Taklitçilik
Yukarda bahsettiğim gibi feminizmi “batı dillerinden” “doğu dillerine” çevirmek taklitçilik değil. Aksine bu ifadeyi doğu kadın hareketinin kendi otantik karakterini bulması anlamında kullanıyorum. Kendine has sorunlarını analiz edip anlamadan, batılı feminizmi doğu toplumlarında uygulamaya çalışmaksa, taklitçilikten başka bir şey olamaz. Bu sadece feminist hareket için değil, solcu-ilerici ya da sağcı-gerici hareketler için de geçerli. Şu anki politik konjonktürün sebeplerinden biri de bence bu taklit geleneği olarak görülebilir.
Ancak tekrar kadın meselesine dönmek gerekirse, burada yapılan taklitçiliği bugün hayati önemde görüyorum. Çünkü “feminist” hareket çoğunluğun acil taleplerinin önüne kendi taleplerini geçirerek hem üstlenmesi gereken sorumluluktan kaçıyor, hem de zaten sesi çıkmayan çoğunluğun az da olsa sesini duyurabilmesine engel oluyor. Yani 8 Mart gibi bir günde savaş, sürgün, devlet terörü, dini gericilik, aşiret sistemi ve töre yasası altında kalan milyonlarca kadının insan olmaktan kaynaklı hakları değil, İstanbul gibi büyük şehirlerdeki modern kadınların erkekle eşitlenme hakları tartışılıyor. Hele son günlerde Afrin işgalinin ve İS terörünün yol açtığı sonuçlar(sürgün, işgal ve mültecilik) ortadayken böyle bir lüksümüz olabilir mi diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Doğu Feminizmi
Kendi feminizmimizi yaratmak zorundayız. Eğer Avrupa feminist hareketinden öğreneceksek de şunu bilmekte fayda var;
Avrupa’daki kadın hareketi, kendi iç dinamikleriyle, erkek ve kadın entelektüellerin zaman zaman birlikte tartışarak, coğrafyalarındaki politik-ekonomik konjonktüre verdikleri bir reaksiyon olarak gelişmiştir. Hatta bazı tarihçilere göre feminizmin ilk çekirdeği toplumsal felsefenin öncülerinden olan C. Fourier’in(1772-1837) ileri toplum tanımında, dolaylı olarak ifade ediliyor. Bu tanımlamada kadının kurtuluşu(özgürleşmesi) bir toplumun gelişme kıstası olarak ele alınmış.
19’uncu yüzyıldaysa (gerek sanayi devrimi, gerekse aydınlanma sürecinde) kadın hareketinin teori ve pratikte de geliştiği gözleniyor. Aynı süreçte başta Fransa’da olmak üzere kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olabilme talebiyle ürettiği fikirler Avrupa kadın hareketinin temelini oluşturuyor. O dönem buna feminizm dense bile, bugün kelime “feministler”in toplum içindeki “keskin eylemler”inden dolayı çoğunlukla negatif bir etki yaratıyor. O yüzden Almanca literatürde feminizm yerine kadın hareketi (Frauenbewegung) ya da kadının erkekle eşitlenmesi (Emanzipation der Frauen) şeklinde ifadelere rastlıyoruz.
Tabii bu hala güncel olan tarihsel harekete neresinden bakarsak bakalım gelişimini Avrupa coğrafyasında, Avrupalı kadının ihtiyaçlarına göre tamamlamış ya da hala tamamlıyor diyebiliriz.
Öte yandan Avrupa feminist hareketinin Türkiye ve Ortadoğu coğrafyasındaki kadınların ihtiyaçlarına cevap vermesi -hele bugünkü şartlarda- kesinlikle mümkün değil. Çünkü Avrupa’daki kadınlar tarihleri boyunca hiç berdel verilmemiş, kan davası engellensin diye zorla evlendirilmemiş, çarşafa bürünmeye zorlanmamış, töre-namus cinayetine kurban edilmemiş, zina yaptığı gerekçesiyle toprağa gömülüp taşlanmamış, kız çocuk doğurduğu için toplum tarafından dışlanmamış, üstüne kuma getirilmemiş, başlık parası karşılığında satılmamış, islami terör gruplarının ticaret metası haline getirilmemiş, kitlesel halde seks köleliği yapmaya zorlanmamış vs. Tabii bunlar benim şu anda aklıma gelenler. Okurken listeye daha çok şey eklenebilir. Tüm bu saydıklarımın eğitim ya da ötgütlenme yoluyla değişeceğini sanmak da gerçekçi olmaz. Çünkü her birinin son derece derinde olan ekonomik, tarihsel, toplumsal, hukuksal ve dinsel arka planı var. Ayrıca ataerkil sistemdeki baskıcı zihniyeti savunan, koruyan ve gelişimini sağlayan kadınların varlığı, kolektif hareket eden semitik toplumlarda “büyük ailenin” geçerliliğini koruduğu, evliliklerin iki kişi arasında değil, iki aile arasında yapıldığı da göz önünde bulundurulmalı. Tüm bunların anlaşılması için öncelikli olarak, sağlıklı ve verimli bir tartışma kültürünün yaratılması da gerekir.
Sağlam temellerde kendi dinamikleriyle gelişecek olan bir kadın hareketi, şimdiye kadar üzerinde çok durulmamış olan bu ve benzeri sorunların toplumsal bilince çıkarılmasına bağlıdır.
Aksi taktirde dini gericiliğin yaşam alanını sınırladığı kadınlar belki zaman zaman kitlesel gösteriler yapacaktır ancak bu eylelmler ne hükümette ne de yasalarda bir yaptırım uygulamaya yetecektir. Yapılan eylemler takvim ve olay-birey odaklı, sadece bilinen bir çevreyi harekete geçiren yüzeysel eylemler olarak kalacaktır.
Köln, 18.03.2018
Soné Gülyan