Pencere camlarında yağmur taneleri… Duvarda kunt, el değmemiş bir hüzünle menevişlenen gölgeler… Tavandan mavisi bol eflatun bir ışık süzüldü. Havanın ürperten ıslaklığını yerle bir eden o sesle gülümsedim:
“Ben Prenses Mehtap Yanık. Oryantal rakkaseniz. Koca bulalım derken, dansöz olduk çaresiz.”
Tiyatroda bir ömür. Üstelik her anı, zamanı “gelip geçiciliğe, popüler olan”a çok aldırmadan yaşanmış, hep çalışılmış, “tiyatro hayat tarzı” olmuş.
“Ben kısaca ve sadece oyuncuyum” demiş ve bir oyuncu gibi yaşamış onca seneyi. Onuruyla, duruşuyla. Eğilip kırılmadan. Muhalifti. Her gerçek sanatçı gibi muhalifti Ayşen Gruda.
İlkelerinin cesur bir savaşçısıydı her şeyden önce. Hem de sonuna kadar. Onun başkaldırısı, günlük yaşamına sirayet etmiş, asla sanatçı kimliğimden ödün vermeden başı dik, alnı ak yoluna devam etmişti. Üstelik dikensiz gül bahçelerinden geçen bir yol değildi bu. Nice düşbozumu, yalnızlıktan çıkıp gelmişti. Yedeğinde hüzün, direniş, acı, umut vardı. Evet, umut. Gözpınarlarına mühürlenmiş bir umut bu. Gölgesiz, taptaze.
Nahide Şerbet nam-ı diğer Domates Güzeli olarak bir toplumun, dile kolay, neredeyse son kırk yılına damgasını vurmuştu.
Ayşen Erman lisede okurken, babasının vefatıyla, ailesine destek olmak için okulu bırakır. Ablası Ayten Erman’ın sahne aldığı Tevhid Bilge Tiyatrosu.
“Tiyatroda hizmetçi kız rolü için oyuncu arıyorlarmış, ablam da benim oynayabileceğimi söylemiş (…) Öyle küçük yaşlarda tiyatrocu olmayı kafasına koyanlardan değildim. Ama mukallit bir çocuktum, komik şeyleri görürdüm. İyi gözlemciydim. Tevhid Bilge Tiyatrosu turne tiyatrosuydu. Çocuk yaşımdaydım, annemden ilk kez ayrılmışım, hiç tanımadığım bir ortamdaydım. İlk oyun Çorlu’da. Şuursuz bir şekilde sahneye çıktım. Dört beş laf ettim, bir kıyamet, bir alkış koptu. Ben hiç üzerime alınmadım. Oyun bitti, dışarı çıktık, Tevhid Bilge, Müşerref Çapın ve diğer oyuncular bana sarıldılar öptüler, ‘Aferin’ dediler. O günden sonra mecburiyetten tiyatrocu olmuştum.” (1)
Sonrasında Avni Dilligil, Muammer Karaca Tiyatroları, Devekuşu Kabare, Egemen Bostancı’nın Şan Tiyatrosu müzikalleri, Levent Kırca Tiyatrosu…
“Tevhid Bilge Tiyatrosunda esnaflığı öğrenmiştim, Avni Dilligil Tiyatrosu’nda akademik oyunculuğu.” (2)
“Ben usta çırak ilişkisiyle yetişmiş alaylı oyuncuyum.” (3)
“Anlamıyorum yani, komiklik başka bir şey, komedyenlik başka. Komik duruma düşmek ise bambaşka! Ben komedyenim. Komedyen her rolü oynar.” (4)
Güzellik Yarışmaları’nın ele alındığı bir parodiyle geldi şöhret. Domates Güzeli, Nahide Şerbet, hani bir gece de şöhret oldu denir ya, televizyonun siyah beyaz ve tek kanal olduğu dönemin süperstarlarından biri olarak belleklere kazınıverdi. Biraz dişi Şarlo’ydu, biraz tatlı su kurnazı, biraz sözünü esirgemeyen henüz münasip bir eş bulamamış, yaşı geçti, geçmekte olan safça (ya da öyle gözükmeyi yeğleyen) bir kız. Evet, evde kalmış kız. Hani şu duvak düşkünü denilen. ”Konsantre mi oluyorsunuz?” diye sorulduğunda, “haklısınız, konserve oluyorum” diye yanıtlayan.
Adile Naşit’in önerisiyle Ertem Eğilmez’e giderler bir gün. Arzu Film’in Hababam Sınıfı’nda yarışma sunucusu olarak gözükür perdede. Delisin‘de Şaziment, Öyle Olsun’da Ayşen Huyugüzel, Sütkardeşler’de hizmetçi Emine, Gırgiriye ‘de Sevim, Bizim Aile‘de yaşar kıldığı unutulmaz Feride personasıyla o gerçek bir yıldızdır artık. Yedi Kocalı Hürmüz‘de Havva, Hisseli Harikalar Kumpanyası‘nda Prenses Mehtap Yanık tiplemeleriyle büyük bir başarıya daha imza atar. Sinema, tiyatro doludizgin devam etmektedir hayatında.
Ajda Pekkan, Erol Evgin, Sezen Aksu, Emel Sayın, Nükhet Duru’lu müzikal gösterilerde Ayşen Gruda adeta bir nakış, bir dantel işlercesine, her repliğe kendinden çok şeyler katarak muhteşem kompozisyonlar yaratır. Büyük Kabare, Aile Gazinosu, Neşe-i Muhabbet, Hababam Sınıfı, Şen Sazın Bülbülleri, Yediden Yetmişyediye Müzikaller o dönemin ürünleridir. Şimdi düşünüyorum da, yeteneğin, gözlemin, durmaksızın çalışmanın, mesleğine olan saygının örsüyle biçimlenmiş oyunculuğunda, bir “es”iyle izleyicisine nice kahkahalar, hüzünler bağışlamış bir oyuncuydu Ayşen Gruda ve hep öyle kaldı. Sahnede o minicik rollerde bile tek başına yıldızdı. Taze kesiğe değen tuz olabilecek kadar da cesur. Hayatın kalın pürtüklü dokusunu bir bakışıyla, bir esprisiyle yumuşatıp bir duygudan diğerine o çabucak geçişler.
Ayşen Gruda’nın tılsımı buydu belki de. İçten, yalın oyunculuğu, uçsuz bucaksız sahne sempatisi..
“Yıllar önce ‘Sezen Aksu Aile Gazinosu’ adlı bir kabarede oynuyoruz. Allah rahmet eylesin Altan Erbulak oyunda birkaç karakteri canlandırıyor. İçimden hep Altan’a bir şey demek geçiyor ama ne söylemem gerektiğini bulamıyorum. Sabahlara kadar düşünüyorum. Altan, kırmızı ceketli, beyaz gömlekli bir kostüm giyiyor ve papyon takıyor. O zamanlar Marlboro sigarası da çok moda. Bir gece yine oyun oynuyoruz, Altan final antresini yaptı, hesap pusulasını getirdi, ‘Ha geldi yine kısa Marlboro’ dedim ve o sahne dakikalarca alkışlandı.” (5)
Simsiyah bir gecenin altında kim bilir hangi rembetikoya yüklemişti iç acılarını, diye düşünüyorum. Alevli bir magma gibiydi sahnede, sanatıyla zamanı yırtıp geçen. Bir başka insanın yaşamına karışarak kendi varlığından bin birinci kez soyunup beyaz perdede unutulmazlığını kanıtlıyordu yine. Dekora vuran gölgesinden mavi yağmur taneleri akmaktaydı.
Ve Ayşen Gruda bir kez daha ışıklar saçarak belleğimizin ta derinliklerine nüfuz ediyordu o an. Evet, onun oyunculuğunda gerçeküstü bir şeyler vardı hep. Sahiciliği yeniden biçimlendiren ya da yok edip yeni bir gerçek yaratan bir şeyler. Bir ton, bir ses, bir duruş… Bilemiyorum.
Şimdi bir ışık yalazının içinde dönüp duran tüm o replikler:
“Kendimi intihar edeceğim kız anne… Abla deme bana..abla deme… Nefis izzetimi ayaklar altına aldın… Ay patron, sen misiniz?… İdealim yok, televizyonun taksiti bitsin onu da alacağız, inşallah…”
Kaynakça:
*(1,2,3,4,5) Karakaş Hülya. ”İstanbul’un Kadınları/Sahnelerin Sultanları”. Yitik Ülke Yayınları, İstanbul, 2014
Bu yazı ilk kez Tiyatro Dergisi‘nde yayımlanmıştır