Devamı açıkça belli olan Trump depremi gerçekleşmiş, bütün dünya gerçek zamanlı olarak 7/24 donakalmış, derin devletle bağlantılı olsun olmasın, insan yapımı mikropları ve et yiyen canavarlarıyla dolu bataklıktan sızan her kelime, tirad ve habere sımsıkı asılmıştı.
Trump’ın başkanlığı dünya üzerinde, hayatın kendisinden büyük, mutlak ve -çoğunluk için tek- gösteriydi. Trump’ın, takımı ile yeni muhafazakar/yeni liberal muhafazakar dünyayla içiçe geçmiş güçlü derin devlet klikleri arasındaki çirkin iç savaşın bir gölge oyunu mu, yoksa Amerikan İmparatorluğunun nihai yıkımının altındaki neden mi olacağı ise tartışmaya açıktı. “Gerçek-sonrası”1 uydurma ve/ya olmayan olaylar 7/24 ekranda “gerçekle” alay ettiğinde, ekran gerçeklik algısını belirlediğinde, TV programında gösterilmeyen bir olay hiç olmamış sayıldığında bir realite TV yıldızı başkan seçilirse, olacağı buydu.
“Gerçek-aşırı” olaylar bir dijital ekranlar girdabı dışında başka nerede olabilir? İşte bu nedenle Amerikan şirketler medyası çıldırıyor. Çünkü şu anda yeni-liberalizm, globallesme veya sanayi-askeriye-haberalma-güvenlik birleşkesinin hayli yıkıcı etkileri tartışılırken hangi tabuların yıkılamayacağı, hangi fikirlerin tartışılmaya “uygun” olduğu, neyin ne kadar bastırılıp/kapatılıp/çarpıtılacağı konusunda hiçbir sınır yok.
Ve ne yazık ki, bu Gerileme ve Düşüş’ü mükemmel bir şekilde takip edebilen neo-Gibbon 10 yıl önce 6 Mart 2007’de ölmüştü.
Orji’den sonra ne yapmalı?
1970’te Tüketim Toplumu‘nu (The Consumer Society) yayınladıktan beri Batı’nın Baş Yıkımcısı Jean Baudrillard tutarlılıktan başka bir şey göstermedi. Baudrillard’ın pazarlamayı en mükemmel ideoloji, alışverişi ise mutluluğun yeni ahlaki standardı/modern tanımı olarak tarif etmesinden sonra, kendimizi (başka bir Baudrillard klasiği olan) Objelerin Sistemi‘ndeki (The System of Objects) gibi sonu gelmez çılgın bir mal sağanağı ile yabancılaşmış mahkumlar olarak tanır olduk.
1990’da Kötülüğün Şeffaflığı‘nda (The Transparency of Evil) Baudrillard, 1970’lerden sonra her şeyin nasıl özgürleştiğini vurgulayarak bir adım daha atmıştır: “Sahicinin, akılcının, seksüelin, eleştirelin tam bir orjisiydi” diyen Baudrillard, saf bir Dadaist ve gerçeküstücü bir mizah anlayışı ile şunu sormuştur: “orjiden sonra” ne yapmalı?
Tanrı’nın ölümünü yeni baştan anlamaya çalışan sarhoş bir Nietzsche gibiydi. İlerlemenin tek yolu sürekliliği “taklid etmek”, “özgürlüğün” her anını üstüste tekrarlamak, renksiz, içi boş ve anlamsız bir aşırılıktı. T.S. Eliot’un Hollow Men’inin bir Kraftberk ritmiyle yürümesi gibi.
Sonra, yeni-Hegelciler SSCB’nin yok olmasını “tarihin sonu” olarak damgalayınca, Batılı liberal demokrasinin Sonsuzluk Kuralını savunarak, bu rüyayı “sonun illüzyonu” olarak paramparça etmişti.
1980’lerde globalleşme karşıtı soldan alternatif globalleşmeci hafif anarşistlere, yumuşak John Stuart Mill’ci gelişmecilerden demoralize olmuş yeni Marksistlere kadar herkes, egonun yönettiği ve aynı zamanda egoyu kemiren, her türlü acıma ve birleştirici ruh olasılığını öldüren zehirli virüs saçan tüketici Medusa’nın kollarını anlayabilmek için cep Baudrillard’larına sığınıyordu.
1986’da Amerika’yı yayınladığında, Baudrillard postmodernitenin nihai oyununu kavramsallaştırmaya dalmıştı; Tam Gösterge, Tam İmaj, Tam Medya, Tam Kültür sanayiinin “gerçek ötesi” bir “gerçek hayal” ağına yakalanması. Realite TV kavramını realite TV ortaya çıkmadan bulmuş, Foucault, Deleuze, Derrida ve Lyotard ile birlikte tüm elit ABD üniversitelerinde Guns n Roses düzeyinde bir entellektüel süper star düzeyine ulaşmıştı.
David Cronenberg’in Videodrome’undan Matrix üçlemesine ve Westworld’a kadar işte bizim Baudrillardyan dünyamız; tamamen kontrol altında ve aynı zamanda şeffaf (her şey öylesine gözler önünde ki) ve tamamen ışık geçirmez (önemli olan her şey gizlenmiş) ve ortalıkta olan asla göründüğü gibi değil (ya da İkiz Tepeler’den alıntı yapmak gerekirse “baykuşlar göründükleri gibi değil”).
Haydi herkes göstermeliğe
Obama zamanına yetişemeyen Baudrillard, Obama’nın görünmez cinayet listesini ya da Rusya ve İran’ın hastalıklı bir şekilde iblisleştirilmesini inceleyemezdi, ancak Baba Bush ve Dubya (G.W. Bush) ile karşılaşmışlığı vardı.
1991’de Körfez Savaşı ile ilgili şunları yazmıştı: Bu savaş hiç olmadı; ceset yok, savaş yok; “aseksüel, cerrahi”; var olmayan bir savaş; bir video oyununa benzeyen soyut sahneler (tabi Amerikan ordusunun kaçan, silahsız binlerce Iraklı askeri hedef tahtası yapan “ölüm yolu” filmine ulaşabilseydi hikaye başka türlü olacaktı).
11 Eylül ile ilgili yazdığı Terörizmin Ruhu (The Spirit of Terrorism) isimli makalesi (Peşaver’de hayretle okumuştum) bir dönüm noktası niteliğindeydi. Sadece haklı çıkarmakla kalmıyor, fakat maksimum gücün her ne kadar asimetrik de olsa sonuç olarak maksimum yok edici karşı güç yaratacağını gösteriyordu. 11 Eylül mutlak tam ekran olayıydı.
Baudrillard şu andaki gerçek-sonrası iç savaştan olduğu kadar realite TV ustası Trump’dan da fazlasıyla etkilenirdi.
Trump’ın kendi tescilli markası olan Tam Ekran’ı kullanıp, şirketler medyası ve federal hükümeti geçip nasıl seçildiğini incelerdi. Trump’ın Hobbesyen karmaşasının tohumlarını eken bir Amerikan Machbet’i olmadığını görürdü. Ve tabi Tam Ekran’da gerçek zamanlı gösterilen çirkin, sosyo-politik Amerikan savaşından büyük bir zevk alırdı.
Orjiden sonra ne yapmalı? Uluslararası Baudrillard Çalışmaları Dergisi’nce kotarılan Baudrillard Endeksi‘nde debelenip, Tam Göstermeci Trump çağına kucak açmalı.
Çeviren: Ayşe Şaşmazel
1 İngilizcede 2016 yılına damgasını vuran ‘post-truth’ kelimesi, “belirli bir konuda kamuoyunu belirlemede nesnel hakikatlerin duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu” şeklinde tanımlanıyor. Türkçeye “gerçek-ötesi” veya “gerçek-sonrası” şeklinde çevirmek mümkün.
[code language=”css”] [/code]