Yazar Fikret Başkaya, “kadavra medeniyeti” olarak tanımladığı ve birkaç on yıllık ömür biçtiği kapitalizme karşı mücadele etmeden, ekolojik mücadelenin sonuç alamayacağını, sistemi yeşile boyamanın da çözüm olmadığının altını çizdi.
Eleştirel düşüncenin önemli temsilcilerinden Fikret Başkaya, ekolojik yıkım üzerinden kapitalizme yönelik eleştirilerini sürdürdüğü “Gençlerle Baş Başa: İklim Krizi ve Ekolojik Yıkım” kitabı Mayıs ayında Yordam yayınevinden çıktı. Çoğumuzun “Paradigmanın İflası: Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş” kitabıyla tanıdığımız Başkaya, yazın hayatında kendi deyimiyle sayısız kitaba imza attı. Başkaya, son yıllardır üzerinden önemle durduğu ekolojik yıkıma dair, sade ve basit bir kurguyla okuyucusuna ulaşıyor.
Genç kuşaktaki ekolojik farkındalığı arttırmak isteyen Başkaya, kitabında, “genç arkadaşı” Deniz’in kendisine yönelttiği sorulara, sohbet havasında, basit ve sade bir dille yanıt veriyor. Ekolojik yıkımın verilerini açıkça ortaya koyan kitap, aynı zamanda “antroposen” gibi güncel tartışmalara eleştiriler bir dille dahil oluyor ve ekolojik yıkımın failini “insanlık” kavramından çıkartarak, okları sisteme yöneltiyor.
Fikret Başkaya ile yeni kitabı üzerine konuştuk…
Bu zamana kadar kaleme aldığınız kitapların sayısını hatırlıyor musunuz? Eleştirel düşünceye sahip olan insanların aynı zamanda üretken ve yaratıcı olmalarına dair neler söylersiniz?
Saymadım ama 25’ten az değildir. Tabii editörlüğünü yaptığım kitaplar da var: Kavram sözlükleri, Resmi İdeoloji Sözlüğü, Ekonomik Kurumlar ve Kavramlar sözlüğü, Resmi Tarih Tartışmaları kitap dizisi. Fransızca ve İngilizceden yaptığım çeviri kitaplar da var ama benim tercihim, benim seçtiğim kitaplar. Fakat, önemli olan çok yazmak değil, iyi yazmaktır… Ne taraftan baktığın, nerede konumlandığın önemlidir. Orada önemli olan eleştiri yeteneğindir, şeylerin gerçeğine nüfuz etme yeteneğindir.
Kitabınızda özelikle genç okur kitlesini mi hedeflediniz?
Aslında adı üstünde kitap gençlere yönelik ama bu ‘yetişkinleri’ ilgilendirmiyor anlamına gelmiyor… O kitap dizisinin amacı, öncelikle gençlerin de ilgisini çekecek, onların anlayabileceği kitaplar yayınlamak. Tabii bu büyüklerin, yetişkinlerin ilgi alanı dışında demek değil. Şöyle söyleyelim: Gençlerin dahi anlayabileceği kitaplar bunlar. Herkes için kitaplar aslında.
Size bu kitabı yazdıran temel mesele nedir?
Öyle bir kitap yazmaktaki amacım, artık yakıcı bir sorun haline gelmiş olan ekolojik yıkımın, iklim krizinin ne demek olduğunu göstermek, insanlığın ve uygarlığın nasıl bir tehlikeyle yüz yüze geldiğine dair uyarıda bulunmaktı. Eğer yıkım vakitlice durdurulamazsa, insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayabilir. İşin şakaya gelir tarafı yok. Geçen yıl Sibirya ve Amazonlar cayır cayır yandı. Bu yılın Ocak ayında Avusturalya’da yaklaşık 10 milyon hektar alan ve 1 milyardan fazla hayvan yandı-kül oldu. Şu an itibariyle Korona virüsten [Covid-19] çıkabilmiş değiliz ve bundan sonra ne ile karşılaşacağımızı da bilmiyoruz. Her an daha öldürücü, daha yıkıcı ‘felaketlerle’ yüzleşme riski çok büyük ve büyümekte. Öldürücü sıcaklar, bölgesel ve küresel kıtlık riski, nükleer risk, orman yangınları, hortumlar, seller, biyo-çeşitliliğin azalması, daha öldürücü salgın hastalıklar. Velhasıl alarm veren bir durum var ama ortalama insan hala bu aracın bu rotada ilerleyebileceğini sanıyor.
Kitabınızda kapitalizmi bir “sapma” olarak değerlendiriyorsunuz. Bu yorumu biraz açar mısınız?
Kapitalizm insanlığın normal hali değil. Asla burjuva iktisatçıların, oligarşilerin, akıl hocalarının ve sözcülerinin tevatür ettiği gibi, rasyonel bir sistem değil. Bir dizi temel çelişkiyle malûl. Velhasıl netameli bir sistem.
Birinci sorun, doğa-toplum- ekonomi ilişkisinin yönüyle ilgili. Normal olarak bu üçlü arasındaki ilişkinin yönünün doğadan topluma, toplumdan ekonomiye doğru olması gerekir. Kapitalizmde bu ilişki ters-yüz olmuş durumdadır. İlişkinin yönü ekonomiden topluma, toplumdan doğaya doğrudur. Bu, toplumun ekonomi tarafından sömürgeleştirilmesi, kolonize edilmesi demektir. İkincisi, kapitalizm dahilinde kural, kullanım değeri değil, değişim [mübadele] değeri üretmektir ki, bu da üretimin ihtiyaçlara yabancılaşması demektir… Kapitalizm, tarihte değişim [mübadele] değerinin kullanım değerinin önüne geçtiği ilk sistemdir. Bu, paranın ekonomiye, ekonominin de topluma hükmetmesidir ki, tam bir akılsızlık, tam bir saçmalıktır…
Üçüncüsü, kapitalizm sınırsız büyüme, yayılma, genişleme dinamiğine sahiptir… Her kapitalist veya kapitalist işletme her seferinde ‘daha çok üretmeye’ mecburdur. Burada durayım, bana bu kadarı yeter diyemez… Zira yıkıcı bir rekabet ortamında varlık-yokluk mücadelesi vermek zorundadır. Gerçi kapitalizm sınırsız büyüme dinamiğine sahip ama bu dünyanın kaynakları sınırlı-sonlu. Ve bir zaman geliyor – şimdilerde olduğu gibi- sınırsız büyüme, doğal kaynakların sınırına dayanıyor.
Ekolojik yıkımla ilişkisi bu noktada mı?
Bu da dördüncüsü. Kapitalistler üretimin doğaya ve topluma verdiği zararları dikkate almıyor. Alırlarsa kâr oranları düşer. Sınırsız üretim ve tüketim, doğanın dengesini bozuyor, kendini ‘yeniden üretmesini’ zora sokuyor. Kapitalizmin kendini yeniden üretme, yenileme ritmiyle, doğanın kendini yenileme ritmi arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor. İşte şimdilerde bir sürdürülemezlik durumunun, bir uygarlık krizi ortaya çıkmasının asıl nedeni, sözünü ettiğim çelişlerin eseri. Öküzün arabanın arkasına koşulması söz konusu. Absürd bir sistem.
Kapitalizme karşı mücadele ile ekolojik mücadele arasında nasıl bir ilişki var. Biri olmadan bir diğeri başarılı olabilir mi?
Aslında gerçek ortada. Eğer ekolojik yıkımın, iklim krizinin nedeni kapitalizmse, ki öyle, o zaman kapitalizm dahilinde bir çözüm de imkânsız demektir… Tarihsel olarak ekolojik hareket, yeşil hareket, kapitalizmi sorun etmeden, onunla yüzleşmeden, onu aşma perspektifine sahip olmadan, ekolojik bozulmanın önlenebileceği yanılsamasından yakayı bir türlü kurtaramadı. Adına lâyık bir ekolojik hareket ancak eko-sosyalist bir hareket olabilirdi. Şimdilerde artık kapitalizmi aşma hedefi olan bir hareket oluşmakta ki, buradan bir sonuç almak mümkün. Kapitalizm dahilinde bir çözüm mümkün değil. Aslında ‘geleneksel ekolojik’ hareketin yanılgısı, kapitalizmin reforme edilebilir bir sistem olduğu yanılsamasına dayanıyordu. Oysa kapitalizm ne reforme erilebilir ve ne de insafa gelebilir. Kaldı ki, hiçbir üretim tarzı, hiçbir uygarlık reforme edilebilir değildir. Her uygarlık, her üretim tarzı belirli bir mantığa göre işler ve o mantığın dışına çıkıldığında sistem olmaktan çıkar.
Türkiye’deki ekolojik hareketler ya da kapitalizm karşıtı birçok hareketin bu konuda da eksik kaldığını düşünüyor musunuz?
Detaya girmeden, çoğunlukla kapitalizmin yeteri kadar sorun edilmediğini söyleyebilirim. Oysa radikal olarak kapitalizmden çıkma perspektifine sahip olmak gerekiyor.
Ekolojik tahribatlar ya da sonuçları ne zaman gündeme gelse -koronavirüs dönemlerinde de aynısı oldu- “insanlık bunu kendine yaptı”, “doğa insanlıktan intikam alıyor” ve benzeri ifadelerle ortalık dolup taşıyor. Hatta çağımıza -jeologlar kabul etmese de- “antroposen çağı” deniyor. Fail, insanlık mı?
Antroposen kavramı geçen yüzyılın sonunda, Fransız Meteorolog- atmosfer kimyacısı Paul Josef Crutzen tarafından ortaya atıldı ve yaygın bir kullanıma ulaştı. Doğru hatırlıyorsam 1995’de Nobel Ödülü de aldı. Aslında “insan çağı” demek. Eğer bir ekolojik yıkım tablosu ortaya çıkmışsa, bunun faili de insanlar demeye geliyor. Şahsen bu söylemin gerçeği yansıtmadığını söyleyebilirim… Eğer bu günkü durumun faili-sorumlusu insanlarsa ve insanlığın tarihi de 250 yıldan ibaret değilse, o zaman insanlar geride kalan binlerce yılda neden aynı suçu işlemediler sorusu akla gelir haklı olarak. Bu zaman zarfında insanların huyu mu değişti de dünyayı yaşanamaz bir yer haline getirdiler ve bir gezegen riski ortaya çıktı? Aslında doğanın kirlenmesi, ekolojik dengenin bozulması, eni-sonu 200-250 yıllık bir mesele, yani sanayi devrimi sonrasının, sanayi kapitalizminin eseri. Malûm, kapitalizm doğaya ve insana zarar vermeden yol alamıyor. O zaman, antroposen değil, kapitalosen [kapitalizm çağı] demek, gerçeğe daha uygun düşüyor. Antropasen demenin bir mahsuru da, tüm insanları bu işten aynı derecede sorumlu saymaktır ki, bu büyük haksızlıktır. Zira, doğa tahribatında yeryüzünün lânetlilerinin, ezilen-sömürülen sınıfların dahli yok gibi. Netice itibariyle, antroposen değil, kapitalosen demek gerekiyor.
Ekolojik krizin sebeplerinden biri de “nüfus artışı” olarak tartışılıyor. Sizin de kitabınızda yer verdiğiniz gibi akıllara hemen nüfus kıyımcı Malthus geliyor…
Sistem ne zaman sıkışsa, zora girse, küresel oligarşi, yeryüzünün efendileri ve sözcüleri, daima bir günah keçisi peydahlıyorlar. Nüfus artışı sebep değil, sonuç. Üçüncü dünyanın hızlı artan nüfusunu ekolojik yıkımın sorumlusu, faili saymak, kapitalizmin günahını bu dünyanın yoksullarının, yeryüzünün lanetlilerinin üzerine atmaktır. Hızlı nüfus artışının nedeni kapitalizm, emperyalizm, dünyanın zenginliğinin emperyalist oligarşiler tarafından sömürülmesinin, yağmalanmasının, talan edilmesinin sonucu. İster her bir ülke düzeyinde, isterse dünya ölçeğinde olsun, zenginlerden yoksullara doğru gittikçe, nüfus artış oranı yükselir.
Dünya’daki en zengin yüzde 10, en yoksul yüzde 50’den 17 kat fazla karbon gazı [CO2] emisyonu yaratıyor. Bu durum hiç akla geliyor mu? Sorun ediliyor mu? En zengin yüzde 1’in dünyanın yüzde 99’u kadar servete sahip olduğu bir dünyada ekolojik yıkımdan, iklim krizinden yeryüzünün lânetlilerini sorumlu saymak yakışık kalıyor mu? Esasen hesap ortada: 1820-2017 aralığında dünya nüfusu 7,5 kat arttı, 1 milyardan 7,5 milyara yükseldi. Aynı dönemde atmosfere karışan karbon gazı [CO2] emisyonu da 600 kat arttı. Bu günkü durum, sınırsız üretim ve tüketim saçmalığının doğrudan sonucu. Onun için neden söz ettiğini bilmek önemlidir…
Sürekli iklim krizinden bahsediliyor. Dünya devletlerinin de gündeminde iklim krizi var. Oysa iklim krizi, ekolojik tahribatın sadece bir boyutu olduğunu biliyoruz. Enerji üretiminin yarattığı tahribat, doğal kaynakların azalması ya da türlerin yok edilmesinden bahsedilmiyor. Bu noktayı nasıl değerlendirmek lazım?
Aslında iklim krizi, ekolojik bozulmanın bir veçhesi, ama niteliği ve ortaya çıkardığı, çıkarabileceği potansiyel sonuçlar çok yıkıcı. Tabii söylediğin gibi, sadece iklim krizine odaklanmak, fotoğrafın bütününü görmemektir. Kaldı ki, kapitalizm dahilinde iklim krizine çare bulmak, kötüleşmeyi durdurmak mümkün değildir. Geride kalan 30 yılda yaşananlar, mümkün olmadığını gösterdi.
Endüstriyel tarım ve hayvancılığın ekolojik krizde rolü nedir?
Endüstriyel tarım ve fabrika hayvancılık, toprağı, suyu, havayı, kirletiyor. Tabii gıdaları da ‘zehirliyor’, ülkelerin gıda güvenliğini ve egemenliğini zora sokuyor. Şimdilerde küreselleşmiş endüstriyel tarım, iklim değişikliğini tetikleyen en önemli unsurlardan biri. Nitekim, bazı tahminlere göre, endüstriyel gıda sisteminin atmosferin ısınmasındaki payının yaklaşık yüzde 25 düzeyinde olduğu tahmin ediliyor. Fosil yakıtların kullanılmasından kaynaklanan karbondioksit, kimyasal yapay gübrelerin kullanılmasından kaynaklanan nitrojen oksit (NO2) ve fabrika hayvancılıktan kaynaklanan metan gazı.
Bu haliyle dünya sisteminin sürdürülebilir olmadığını söylüyorsunuz. Peki, kapitalistlerin “yeşil ekonomi” icadı ile sürdürülebilir mi?
Yeşile boyama operasyonunun bu dünyada reel bir karşılığı olması mümkün değildir. Bir şey boyanınca o şeyin özü değişmez. Yeşil ekonomi söylemi, kitleleri aldatmanın, oyalamanın, zaman kazanmanın hizmetinde. Kapitalizmin, sarısı, yeşili, mavisi olmaz. Kapitalizm dahilinde ekolojik duyarlılığa yer yoktur. Kapitalizm her şeyi metalaştırıyor, paralılaştırıyor, canlı olan ne varsa, ölü metalara, bir kâr aracına dönüştürüyor. Onun için kapitalizme kadavra medeniyeti diyorum. İster ekolojik, isterse sosyal mahiyette olsun, kapitalizm dahilinde hiçbir sorunu çözmek mümkün değildir. Bunu bıkıp usanmadan ve yüksek sesle söylemek gerekiyor. Eğer vakitlice bu kör gidişten, bu yıkım tablosundan çıkılamazsa, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmaya bilir. Zira üzerinde durduğumuz zemin hızla çöküyor. Artık ideolojik bir silkinme gerekiyor, ideolojik kölelikten kurtulmak gerekiyor. Velhasıl radikal eleştiriye iş düşüyor. Zihinsel bir devrime acilen ihtiyaç var.
Dünyadaki tüm bu gelişmeleri, enerji üretimini, sanayiyi, teknolojik gelişmeleri ne yapmak gerekiyor. İnsan ve doğa ile bütünlük bir endüstri, sanayi, tarım, enerji üretimi mümkün mü?
“İnsanlar çözemeyecekleri sorunları ortaya atmazlar” denmiştir. Eğer soru soracak yüksekliğe çıkabiliyorsan, sorunun çözümü de potansiyel bir olasılık haline gelir. Yapılacak şey belli: Üretimin yönünü kârdan ihtiyaçlara çevireceksin, insanı ve doğayı esas alan bir rotaya gireceksin. Teknoloji fetişizminden çıkacaksın. Zira kapitalist teknoloji sadece kâr etmenin hizmetindedir. Dolayısıyla yaşatmanın değil, yıkımın hizmetindedir. Eğer birileri bozmuşsa, senin de şeyleri yerli yerine koymana bir engel var mı? Fakat onun için öncelikle bilincin özgürleşmesi gerekiyor. Ellerimiz ilelebet armut toplamak zorunda olmamalı.
Kitabınızda, genç arkadaşınız Deniz’e, “Umarım şu lanet olası kapitalizmin yıkıldığını görürsünüz” diyorsunuz. Bu konuda umudunuz nedir?
Şahsen, kapitalizmin bir çöküş manzarası gösterdiğini düşünüyorum. Bu bildik krizlerden biri daha değil. Antonio Gramsci’nin “organik kriz” dediği. Söz konusu olan önceki dönemlerdeki gibi sadece ‘ekonomik kriz’ değil. Aynı anda ekonomik kriz, finansal kriz, sosyal kriz, ekolojik kriz, iklim krizi, politik ve jeopolitik kriz, etik krizi, vb. Bu, hastalığın tüm bünyeyi sarması, bir metastas durumu demektir. Geri dönüşü olmayan eşiğin aşılması demektir! Elbette bir uygarlığın ölümü bir canlının ölümüne benzemez ama kapitalist dünya sisteminin bu günkü krizinin nihai kriz olduğu ortada. Birkaç on yıllık ömrü kalmış gibi görünüyor. Elbette sistem kendiliğinden yok olmaz. Onu dönüştürecek bir iradeye, bu gidişten en çok zarar görenlerin iradi müdahalesine ihtiyaç var. Velhasıl, ezilen ve sömürülen sınıflara, yeryüzünün lanetlilerine, onların organik entelektüellerine büyük iş düşüyor.
Kaynak: MA / Deniz Nazlım